Benliğim kuşatılmış, fikrim hercü merc olmuş, kafam çok karışık; hastayım. Bana saadet sözü verdiler, adil düzenle bütün dertlerimin sona ereceğini söylediler, cenneti vaat ettiler, anahtar gösterdiler. Gençliğimi, enerjimi, aklımı bu yolda sarf ettim ben; şimdi dertlerimle başbaşayım. Beni bu yola sokanlar son model jeeplerinden el sallıyorlar bana, kimi oğullarını Dubailerde evlendiriyor, kimi oğullarına gemicikler alıyor, kimileri de genel müdürlüklerle ödüllendiriyor yakınlarını, “devletin malı deniz” bu kudsî dâvâ! uğruna. Bu hân-ı iştihâda götürdükçe götürüyorlar. Gözümüzde büyüttüklerimizin ne kadar küçüldüklerini daha iyi görüyorum şimdi, aldandım, aldatıldım galiba! Çıkış yolu arıyorum, ruhum daralıyor, hastayım.
Bir keşmekeşin, kargaşanın içindeyim. Bu ümitsizlik deryasında ne yapacağımı bilemez halde kulaç atıp durmaktayım. Küresel kriz, Kürt sorunu, işsizlik, yolsuzluk, zamlar, aksatılan AB süreci ve çocuğumun okul taksitleri… Bu karmaşa içinde tüketilen bir ömür, ihmal edilen nesiller, yitirilmiş bir gelecek… Bu karmaşa içinde tükettim ömrümü, bu karmaşa içinde ihmal ettik nesilleri, yitirdik her şeyimizi. Saçlarıma aklar düştü “Ben kimim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum” bir kerecik soramadım kendime, sonsuz hülyalar peşinde koşarken. “Zaman iman kurtarma zamanıymış.” Kızardım ben böyle şeylere. Âlem-i İslâm kan kusarken, iktidarı ele geçirip herkese haddini bildirmek varken, ‘cihad’ ateşi benliğimi yakarken… Mevdudilerle, Seyyid Kutuplarla büyüdük biz. “Euzubillahimineşşeytanivessiyase”ymiş… Gülüp geçerdik. Şimdi iktidar da benim, dertler de… İktidardayım, dertlerimle başbaşayım. Bilmiyorum, ben kimim, geç kalmış soruların cevabını aramaktayım; hastayım, doktorum nerede?
Siyaset benim ideamdı, sihirli değneğimdi. Baş olacak, sihirli değneğimle bütün dünyayı dönüştürecektim. Adaleti tesis edecek, adilce paylaştıracak, kötülüğü kovacaktım ülkemden. Herkesi kardeş yapacaktım, kardeş kardeş yaşayıp gidecektik huzurlu bir şekilde. Neden sonra fark ettim bir zavallı olduğumu, kaç zaman sonra anladım kardeşliğin sloganlarla kurulamayacağını. Gencecik insanların attığı taşlar kafama değince, Mehmedimin tabutunu bayrağa sarılı görünce, küfrettiklerim gibi yaşamaya başlayınca… Meğer ben dönüşmüşüm, evrilmişim, çevrilmişim. Kayırmayı, aşırmayı, kıvırmayı öğrenmişim, meğer çok değişmişim. Başım ellerim arasında düşünüyorum, benim kendime faydam yokken memleketi düzeltmeye kalkmışım; meğer ne ahmakmışım. Önceliklerimi belirlerken elimin yetişemediği yerlere uzanmışım, dağların ötesine el atmışım; burnumun dibindekini, evimin içindekini görememişim, kalbimin feryadını duyamamışım.
Hz. Ömer kıssaları anlatırdık birbirimize, en çok da “Kocakarı ile Ömer” hikâyesini. Herkesin uykuya çekildiği zamanlarda Hz. Ömer’in “Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu/Gelir de adl-î İlâhî sorar yarın Ömer’den onu” hassasiyetiyle nasıl uyumadığını, Mekke’nin sokaklarını kapı kapı dolaştığını, bir derdi olan var mı diye evleri nasıl kontrol ettiğini, babaları bir gazada şehit düşen yetimler için kocakarının evine bir un çuvalını sırtlanarak nasıl taşıdığını hisli yüreklerle, gözyaşları içinde dinlerdik. Biz böyle büyümemiş miydik, böyle olmak için bu dâvâya gönül vermemiş miydik? İmam-hatipliydik biz. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir”i ne çabuk unuttuk oysa. Sonradan öğrendik kömür çuvallarının seçim yatırımı olduğunu, sonradan fark ettik fenerlerin sahte ışıklarını. Üzülüyorum, tiksiniyorum.
“İslâm Nizamı” kurmak için yola çıkmıştık. Demokrasinin “şeytan rejimi” AB’nin Hıristiyan kulübü olduğunu sanıyorduk. Medeniyet dediğin tek dişi canavardı. Sonra değiştik, şeytanın ipine sarıldık. Son model arabalarımız, lüks evlerimiz oldu. Başörtülerimizi İtalya’dan getirir olduk, ‘nizam’ı unuttuk; Atatürkçü olduk. Lütfen anneme söylemeyin, annem beni hâlâ ‘nizamcı’ sanıyor.
18.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|