Lozan Antlaşmasının imzalandığı tarihî masa. Geçtiğimiz günlerde İsviçre tarafından Türkiye'ye hediye edilen masada, bir imparatorluğun infazı yapılmıştı. Görüşmelere katılan Türk heyetinin İngilizlere verdiği gizli sözler hâlâ esrarını koruyor.
Can Dündar’ın M. Kemal’i ilâhlaştıranlar cephesine karşı, onun da bir insan olduğu fikrini işlediği “Mustafa” belgeseli tartışılmaya devam ediyor. Bu tartışmalar devam ede dursun, biz de bu hafta M. Kemal’in kurduğu yeni devletin analizini sosyolog yazar Emre Aköz ile yapmaya çalıştık. Türkiye siyasî ve toplumsal tarihi açısından değer taşıyan dizi yazılarıyla tanıdığımız sayın Aköz’le Türkiye’nin siyasî ve sosyal tarihini de konuştuk. Aköz, Lozan anlaşması dönemine ait İngiliz ve Türkiye arşivlerinin kapalı olduğunu söyleyerek, yeni kurulan devletin bazı şartlarla İngilizler tarafından desteklendiğini söylüyor. Muhtemelen bu iddialar o dönemin arşivlerine merakları çekecek...
Türkiye’de devlet algısı değişiyor mu?
Türkiye’deki devlet algısı elbette değişiyor, ancak geçmişi değerlendirmek gerekiyor. Osmanlı köylü bir toplum. Doğulu olması nedeniyle güçlü bir devlet algısı hakim. Askeriye önemli. Devletin hem gelenekten, hem de dinden gelen bir hukuk anlayışı var. İmparatorluğun bir ücra köşesinde yaşayan bir köylü, bugünkü bakanlar kurulu statüsündeki divana dilekçe verebiliyor. Sen de kendini Müslüman olarak tanımlıyorsun, padişah da Müslüman. Burada da adalet sistemi devreye giriyor. Osmanlı daha sonra yıkılış dönemi yaşıyor, ardından Kurtuluş Savaşı dönemi başlıyor.
Yıkılış ve Kurtuluş Savaşı insanların kafasında devlet algısında farklılaşma oluşturuyor mu?
Osmanlı’nın yıkılması ve geriye doğru çekilmesiyle birlikte, bu topraklardaki Müslüman unsurlara zulmedilmeye başlanıyor. Onlar da mallarını, mülklerini bırakıp Türkiye denen yere göç etmek zorunda kalıyorlar. Bunun yanında geleneklerin ve İslâm’ın vaz ettiği “lidersiz kalmayınız, liderlerinize tabi olunuz” gibi öğütler de var. O zaman da insanlar “Devletimize zeval gelmesin” anlayışı içine giriyorlar.
Peki insanları devlete karşı bu pozisyona düşüren başka olgular da var mı?
Ekonomik anlamda bunun izlerini görebiliriz. Devlet tarım ürünlerini destekleme alımlarıyla köylüden satın alıyor. Böylelikle köylü devletle ittifak kurmuş oluyor. Köylü, oyuna muhtaç olan siyasetçiyi ve bürokrasiyi görünce, dünya ekonomisinde 10 lira eden malını 12 liraya satıyor. O, 2 liralık pay bürokratın kendi parasını kullanmamasından kaynaklanan iktisatsızlığı, siyasetçinin de oy rüşvetidir. O zaman köylü devletimize zeval gelmesin demeye devam ediyor. 1990’lı yıllarda tekelin özelleştirmesine karşı Bayram Meral, “Tekel’i satmak vatana ihanettir” dedi. Aslında söylemek istediğini “Tekel’i satmak, bana ihanettir” olarak okuyabilirsiniz. Çünkü Meral, Tekel üzerinden siyasetçileri tehdit edebiliyor, bürokrasiyle belli bir işbirliği içine girebiliyordu.
Yani özelleştirmeyle devlet içinde oluşmuş çıkar ilişkileri azaldı diyorsunuz?
İnsanlar dünyayla ekonomik işbirliği yapmaya, piyasa için üretmeye başladı. Destekleme alımları da kalkmaya başladı. Eskiden insanların muhatabı devlet ve Ziraat Bankasıydı, şimdi dünyanın herhangi bir yerindeki iş sahibi veya HSBC. Artık projelerine devletten değil, AB’den destek alıyorlar. Cumhuriyet döneminde köylü nüfusu yüzde 80’di, şimdi 30’lara indi. Müthiş sınıfsal hareketlilik yaşanıyor. Artık CHP kazanamaz, çünkü insanlar sivil işbirliklerini tercih ediyor. CHP ise bürokratik, devletçi Kemalizm’i temsil ediyor. İnsanlar artık bu yapıdan hoşlanmıyor. Bu yapıya karşı direniyor.
Kurulan tek parti iktidarına karşı tepki, yeni yeni kendini hissettirmeye başladı. O tarihlerde insanlar neden tepki veremiyordu?
İnsanlar mal mülk sahibi olabiliyor, satabiliyor, miras bırakabiliyor. Bu açıdan bakıldığında köylüler fazla ses çıkarmıyor. Onun yanında şehirlerdeki avukatlar, mühendisler yeni rejimi destekliyor. Sünnîlerden korkan Alevîler destekliyor. Bu olayların dışında devlet ulusçuluk fikrine oturduğu için Kürt aşiretlerin pozisyonlarından doğan rantlar kesiliyor. Ayrıca satış yapmak için şehre inen köylüye Kürtçe konuştu diye devlet ceza kesiyor. Kürtler tabiî ki ayaklanır...
Yeni devlet köylere jandarma göndererek zorla vergi toplamaya çalışıyor. Köylüler hayvanlarını ve mahsullerini saklar duruma geliyor. Bunun dışında 1932’de ezan Türkçeye çevriliyor ve jandarma dipçiğiyle modernleşme projeleri yürütülüyor.
Osmanlının geri çekilmesiyle birlikte, daha önce söylediğim gibi, Boşnak, Arnavut gibi unsurlar Türkiye denen yere gelmeye mecbur kalıyorlar. Devlet de yersiz yurtsuz göçle gelen kişilere ulus-devlet modelini dayatıyor. Bir de devlet Ermenilerden kalan toprakları göçle gelenlere ve diğer insanlara dağıtıyor. Bu avantalardan yararlanan insanlar da ideolojik olarak milliyetçi oluyor.
Kuruluş döneminde demokrasiye yaklaşım nasıldı?
Kemalizm’i eleştirdiğimde ülkenin dört bir yanından eleştiriler alıyorum. Kemalizm’in altı oku arasında demokrasi yoktur, çünkü Kemalizm demokrasiyi istemez. Bunu söylediğimde, 1920’lerin Ankara’sını kast ederek, “Bozkırın ortasında demokrasi mi olur?” diyorlar. Ben de “evet olur” diyorum. Çünkü 1908’den 1920’ye kadar bu ülkede eksik de olsa seçim sistemi vardı. 1930 yerel seçimlerde Serbest Fırka oy kazanıyor ve dini alet ediyorlar suçundan partiyi kapatıyorlar.
Serbest Fırka’nın tek suçu M. Kemal’e muhalefet olmasıydı.
Yeni bir devletin kurulmasında uluslar arası bir desteğin de olması lâzım. M. Kemal uluslar arası arenada nasıl bir politika izledi?
İngilizler yeni kurulacak devletin komünist olmayacağını, Birinci Meclisin Musul’u da dahil ettiği Misak-ı Milliye sahip çıkmayacağını, hilâfeti kaldırıp Müslümanlarla ideolojik ve kültürel ilişkisini keseceğini, petrole inmeyeceğini görüyor ve yeni devleti destekliyor.
Bu bir pazarlık mı?
TC’yi kuranların İngilizlerle pazarlığı bu. O döneme ait İngiliz ve Türkiye arşivleri kapalı tutuluyor. Anlaşılıyor ki, bu temel meselelerde ittifaka varılmış. Bunun neticesi olarak da Lozan Antlaşması’nı imzalamışlar. İngilizlerin derdi Türkiye’yi işgal etmek değil ki, kendi çıkarlarına uygun hareket edilmesini sağlamak. Türkiye hilâfeti kaldırarak İngilizlerin Ortadoğu’da karşısına çıkacak Müslümanlarla ilişkisini kestiğini söylemiş oluyor. Öbür taraftan da Rusya Türkiye’nin bağımsız hareket etmesini istiyor. Türkiye’nin bu tutumu İngilizlerin ve Rusların işine geliyor.
O zamana ait İngiliz ve Lozan arşivleri açılsa karşımıza nasıl bir tablo çıkar?
Bu anlattıklarımız resmiyet kazanır. Resmî ideoloji zaafa uğrar. Ulusalcıların yedi düvele karşı bağımsızlık savaşı yapıldı tezi çöker. İngilizler, “Benim çıkarlarıma aykırı olmadıktan sonra sen burada bağımsız devlet kurabilirsin” diyor. İşte bunun adı Lozan. Öte yandan Rusya, Türkiye’nin İngiliz emperyalizmine karşı bağımsız olmasını istiyor ve mücadele de Türkiye’yi destekliyor. Ulusalcıların bağımsızlık dediği şeyin uluslar arası pazarlıkta bir anlamı var. Yedi düvele karşı savaştığımız da doğru bir lâf değil...
Okullarda, Kurtuluş Savaşıyla ilgili verilen bilgiler yanlış mı diyorsunuz?
Türkiye batıda Yunanlılara ve doğuda Ermenilere karşı savaşıyor. Onun dışında Ruslarla anlaşma yapılıyor. İtalyan ve Fransızlar, İngiltere’nin kazığını yedikleri için silâh atmadan çekiliyor. İngilizlere karşı tek kurşun atılmış mı? İngilizler önce Yunanistan’ı destekliyor ve daha sonra bu desteğini geri çekiyor. 1919’da M. Kemal İstanbul’daki İngiliz gemilerine bakıyor ve “Geldikleri gibi gidecekler” diyor. Hakikaten de İngilizler top atmadan geldiler ve top atmadan gittiler. İngiliz politikasının başarısıdır ki, bir yeri savaşmadan alıyor ve savaşmadan istediğini alıp geri çekiliyor. Harika bir şey...
Peki iç muhalefet nasıl susturuluyor?
İlginçtir ki, Cumhuriyetin ilân edileceği gün M. Kemal’e muhalif olabilecek bütün kişiler Ankara’da değiller. Bu kişiler cumhuriyete karşı değiller, ancak “M. Kemal diktatör olacak” diyorlar. Meselâ Rauf Orbay, “Ben Cumhuriyetçiyim. Ama Cumhuriyet tek başına bir şey ifade etmez. Önemli olan içinin nasıl doldurulacağıdır. Millî hakimiyet olacak mı, olmayacak mı? Meselâ Güney Amerika’da adı cumhuriyet olan, ama millî hakimiyeti hiçe sayan rejimler vardır” diyor. Orbay, sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na katılıyor, ancak 1926’da muhalifliğinin karşılığı olarak İstiklal Mahkemelerinde gıyabî olarak yargılanıp ceza veriliyor. M. Kemal kendine karşı olan diğer komutanları çeşitli şekillerde ekarte ediyor.
Neşe Düzel’e verdiğiniz bir röportajda M. Kemal'in siyasetinin kriz çıkarmak üzerine olduğunu söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız?
İsmet Paşa’ya “M. Kemal’in en büyük özelliği neydi?” diye sorulmuş. O da büyük bir askerdi, hümanistti demek yerine büyük bir siyasetçiydi diyor. Birileriyle kavga ederek birileriyle ittifak yaparak amacına ulaşıyor. Hakikaten müthiş bir siyasetçidir...
Krizleri nasıl kullanıyor peki?
Bu taktiği daha çok Birinci Meclis ikinci gruba karşı uygulamıştır. O dönemde kuvvetler birliği olduğu için meclis hükümeti var. Bakanları teker teker Meclis seçiyor. Seçim sırasında kriz çıkartıyorlar ve yenilenmesini sağlıyorlar. Tam bu sırada M. Kemal, “Seçilecek kişiler 9 umdeye uyacak” diyor ve kendi adamlarını seçtiriyor. Önce her kafadan bir ses çıkmasını sağlıyor, sonra hakem edasıyla kendi isteklerini çözümmüş gibi kabul ettiriyor. Başka zamanda da başka taktikleri var.
Bu taktikleri merak ettim?
Kâzım Karabekir, M. Kemal’i M. Kemal yapan adamdır. M. Kemal’i Kurtuluş Savaşının başı yapıyor. Fevzi Çakmak ise, İstanbul hükümeti adına M. Kemal’i tutuklamaya gelen kişidir. Bu durum karşısında Karabekir bu duruma izin vermiyor. İzin verse M. Kemal’i bağlayıp İstanbul’a götürecekler. Belki de M. Kemal diye bir şey olmayacak. İlerleyen zamanda bakıyorsunuz M. Kemal’i bağlayıp İstanbul’a götürecek adam Genelkurmay Başkanı olmuş, Kâzım Karabekir de Göztepe civarındaki evinde göz hapsine alınmış. İnönü ise, Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’ya gelmiş ve “Buradan iş çıkmaz” deyip İstanbul’a dönen birisi. Daha sonra o da M. Kemal’in yakınındaki isim haline geliyor. Dikkat ederseniz M. Kemal’in sağ ve sol kolu da kendisine inanmamış, eksikleri olan ve bu eksikleri yüzlerine vurulabilecek insanlar. Savaşın başında ona destek olanlar da etrafından uzaklaştırılıyor.
1950’den sonra çok partili döneme geçildiğinde bu refleksler nasıl çalışıyor?
Bazı üst düzey bürokratlar ve aydınlar “Biz Türkiye’yi Atatürk çizgisine sokacağız” diyorlar. Hatta bugün Genelkurmay Başkanı olan Başbuğ “1950 karşı devrimdir. Devrim karşıtı güçlerin öne çıktığı dönemdir” mealinde lâflar etti. Bana sorarsanız, 1950, Türkiye’nin eskiye göre özgürleştiği, geliştiği bir dönemdir. Ülke tek parti döneminin abuk sabuk siyasetlerinden kurtulmaya başlıyor.
Başbuğ geçenlerde bir açıklamasında AB’den yana olduğunu beyan etti. Samimî buluyor musunuz?
Her kurumda olduğu gibi, orduda da AB’ye girmek isteyenler ve istemeyenler var. Bunun yanında ikircikli tavır takınanları da görüyoruz. AB’nin iyi bir yapı olduğunu, Türkiye’nin AB sayesinde daha modern ve müreffeh olacağını görüyorlar, ama onun kendi pozisyonlarını da sarsacağını biliyorlar. Hangi AB ülkesinde Genelkurmay parmak sallayarak medyayı tehdit edebilir ki, ama Başbuğ ediyor.
Başbakan da bu tavra sahip çıkıyor. AKP’yi destekler görünen fikir adamlarından bazılarına “Sizin demokrasi kahramanınıza bakın?” diye eleştiri yöneltiliyor...
Allah’ını seversen kim AKP’ye demokrasi kahramanı diyor ki... Bu söylem AKP karşıtlarının demokrat aydın kesimi eleştirmek için kullandığı bir argüman. Kimse AKP özgürlükçü, demokrat parti demedi ki. Herkes, kendi sorunlarını çözerken demokrat. Sünnîler başörtüsünü gündeme getirirler, ancak kendini Alevî olarak tanımlayanların isteklerini görmezden gelirler. Alevîler ise cemevi isterler, ancak başörtüsü konusunda yasakçıdır.
Yeterince sivil toplum olamadık galiba?
Devlet karşısında örgütlenmeyi sağlayan STK’lardır. Burada burjuvazi yok ki. Tema Vakfı’na bakıyorsun yöneticileri Kemalistler, eski askerler. Cumhuriyet mitinglerine bakıyorsun, buraya katılanlar Genelkurmay bağlantılı, hiç de sivil olmayan askerle temas halindeki insanlar. Nokta dergisinin kapatılmasına neden olan 2004 tarihli Genelkurmay belgesidir. O belgede asker “STK’lara girelim ve başındaki insanların orduyu desteklemesini sağlayalım” diyor. Nokta tarafından yayınlanmayan, fakat benim gördüğüm bu sözde STK’lar cumhuriyet mitinginin organizatörleri oldu.
Bu kadar mı sivil değiliz yani?
Osman Pamukoğlu’na Şener Paşa’nın başında olduğu ADD’ye gir dediler. O da “Ben askerliğimi yaptım, bitirdim. Bir daha askerlik yapamam” dedi. STK’ların durumunu özetleyen cümle budur. Türkiye’deki burjuvazi örgütlenip tankın üstüne çıkacak durumda değil...
Genç Siviller’in “Darbe olursa tankın üstüne çıkar mısınız?” diye bir imza kampanyası vardı. Bildiğim kadarıyla pek çok imza da toplandı?
Ben Genç Sivilleri severim, ancak buraya atılan imzaların gerçekte pek değeri yoktur. Bugün “tanka çıkarım” diyen çıkmaz, “çıkmam” diyen çıkabilir. Ancak şunu biliyorum ki, Tansel Çölaşan’ın dediği gibi, 60 darbesini coşkuyla karşılayanlar tankın üstüne çıktılar. Yermek için değil, tank subaylarını alınlarından öpmek için, sevinç gözyaşlarıyla çıktılar. Kadınlı erkekli gruplarla ciplere binip, bayraklar açılarak konvoylar yapıldı. Bunu yapan Tansel Çölaşan zihniyetindeki küçük bir gruptu. Bu tip insanlar hâlâ yaşıyorlar ve sistem aynı zihniyette insan üretiyor.
Bu sistem nasıl demokratikleştirilebilir?
Bu yapı, birdenbire kalkmaz, ancak süreci hızlandırılabilir. Bu rejimin ömrü 35 sene ise, bunu 15 seneye indirebilirsiniz. Bunun içinde siyaseti iyi kullanmak gerekiyor. AKP, AB konusunda çaba harcadığında AB’ye girmek isteyenlerin oranı yüzde 70’di. Ama AKP teslim oldu. “Bu yapıyı merkezle ittifak kurarak değiştirim” fikri sonuçta bu fikrin sahiplerini değiştiriyor.
Ya Ergenekon?
Darbe yapmak isteyenler, artık bundan sonra korkarlar. Anlaşılan o ki, ordu da emir komuta zinciri dışında bir yapı istemiyor. Bence Ergenekon deşifre edilerek tasfiye edilmiştir. Bu yapının mahiyetinin ne olduğu ve nasıl işlediğinin açık edilmesi, bu yapıyı işlevsiz hale getirmiştir. Tıpkı bir casusun kimliğinin açığa çıkarılması gibi...
Sizce ordunun siyaset ve kamuoyu üzerindeki gücü kırılıyor mu?
Türkiye’nin dört bir yanından insanlar rahatsızlıklarını dile getirmeye başladı. Askerler de bu işin böyle gitmeyeceğini biliyor. Tabir-i caizse kamuoyuna karşı “kuyruğu dik tutmak” deyimine uygun hareket ediyorlar. İrade tam, taviz yok görüntüsünün altında kendi aralarında müthiş tartışmalar var. Aktütün gibi hadiselere karşı tedbir alacaklar, ancak ne yaparlarsa yapsınlar, sonuçta kurumun mantığı askerî... Elinde çekiç varsa sorunları çivi gibi görüp çakarsın. Elinde silâh varsa sorunları düşman gibi görüp ateş edersin...
|