Hafta sonu yapılacak DP kongresi öncesinde GİK üyesi Vedat Demir’le birlikte Yeni Asya’yı ziyaret eden DP Genel Başkanı Süleyman Soylu, Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz’le görüştü.
Yayın Koordinatörümüz Abdullah Eraçıkbaş ve Yazıişleri Müdürümüz Mustafa Döküler’in de katıldığı sohbette Soylu, sorularımızı cevaplandırdı.
YENİ ASYA: Öncesinde Osmanlının son dönemindeki Ahrar var, ama biz DP’den başlayalım. DP 1950’de “Beyaz İhtilâl”e imza atmış. Sonra 27 Mayıs olmuş. AP olarak tekrar gelmiş. 12 Mart ile birlikte AP’nin tekrar tek başına iktidara gelmemesi için birtakım projeler uygulamaya konulmuş. Bunların başarılı olması neticesinde koalisyonlar dönemine girişilmiş. 12 Eylül olmuş, AP de diğerleriyle beraber kapatılmış. DYP kurulmuş ve zorlu bir mücadeleden sonra yüzde 27 civarında bir oyla birinci parti olmuş, ama ondan sonra sürekli bir gerileme var. Bunun kritiğini yapmışsınızdır. Türkiye’yi bu kadar zaman idare etmiş, demokrasiyi getirmiş, kalkınma hamlelerini yürütmüş, halkın büyük teveccühüne mazhar olmuş bir parti daha sonra gele gele niye 5.6 gibi bir noktaya geriledi son seçimde. Bu noktaya gelişin değerlendirmesini okurlarımızla paylaşır mısınız?
SOYLU: Burada bir bizim içimizdeki etkenler var, bir de bizim dışımızdaki etkenler var. İlk önce bizim dışımızdaki etkenleri değerlendirmem lâzım, ondan sonra bizim içimizdeki etkenleri anlatabilirim.
Bizim dışımızdaki etkenler şunlar:
Siyaset insanla yapılan, insanla şekil bulan, insanla toplumun bütün taraflarına ulaşan bir iş. İkinci Meşrutiyet'ten sonra Ahrar Fırkası'yla, Prens Sabahattin'le başlayan, tek parti döneminde inkıtaa uğrayan, 1950'de Beyaz İhtilâl ile Türkiye'nin yönetimine gelen bir hareketin temsilcisi olan DP, aslında milletin değişim talebinin yansımasıdır. Türkiye’de kendisi dışındaki herkesi “öteki” sayan bir anlayış var. Meselâ köyden gelenlerin Ankara’ya köy kıyafetiyle girip dolaşmaları Vali Tandoğan’ın talimatıyla yasaktı. İstanbul’da Haydarpaşa Garında aynı uygulama vardı. DP entelektüel aydınlarıyla, iyi yetişmiş insanlarıyla bu “öteki” sayılmaya itiraz eden bir hareketin adıdır. Ama onun öne çıkması bir iktidar kavgası doğurdu. Yani ötekilerin iktidar olması veya ötekilerin talebiyle memleketin yetişmiş evlâtlarının iktidar olması 1960’ta hiç hak edilmeyen bir sonuçla karşı karşıya bıraktı Türkiye’yi. 27 Mayıs’ta yapılan şuydu: Güzelce onarılan, her tarafında sümbüller, akasyalar, güzel çiçekler olan bir evi acımasız bir dozer geldi yıktı gitti. Bunun bir travma oluşturmayacağını kimse söyleyemez. Bu Türkiye’nin demokrasi tarihinde oluşan en büyük travmalardan biridir. Bizim bugün yaşadıklarımız da aslında bu travmanın devam etmesidir.
Bugüne gelinceye kadar arada bir sürü olaylar olmuştur. 1980 de öyle bir travmanın sonucudur. Yani Adalet Partisinin en yüksek oy aldığı bir seçimin hemen akabinde. Türkiye’de en yüksek oyu almak ekonomik ve siyasal istikrarı peşinde getiren bir hadisedir. Bunun hemen akabinde 1980 darbesinin gerçekleşmesi, daha sonra 28 Şubat’ın meydana gelmesi.
Bizim parti ve tabanı ittifakını statüko ile yapmıyor. İttifakını milletle yapıyor. Sırtını millete dayamış. Toplumun her kesimini temsil eden makul insanlara dayamış. Bu makuliyet çok cesur değildir. Bu makuliyet ortalamadır. Bu makuliyet milletin kendisidir. Sen bunu 1960’ta korkut, 1971’de korkut, 1980’de tokatla, 28 Şubat’ta üzerinden tank geçir, ondan sonra gel, de ki: “Siyasetin içerisine gir, gelir dağılımındaki adaletsizliği düzelt, demokrasiyi düzelt, hak ve özgürlükleri dünya seviyesine yükselt, imtiyazsız bir cumhuriyet oluştur.” Bunları söylemek ve yapmak dört-beş kötekten sonra kolay bir iş değildir.
Birincisi, bizim çevremizde gelişen böyle bir atmosfer vardır. İkincisi ise iktidar öyle veya böyle merkezîleştirir. Yani sizi devletle beraber uyumlu olmak zorunda bırakır. Bu da statükoya yaklaşmanızı sağlar. 1950-60 arasında yapamadıkları, Demokrat Partiyi statükoya yaklaştırmaktır. DP’liler onun için infaz edildiler. Bu infazın temel sebebi budur, ama bu kadar dayaktan sonra DYP sürecinde sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesinin daha uygun görüldüğü bir durumla karşı karşıya kaldık.
Böyle bir tanımlamadan muradım şudur: Korkutmak, sindirmek ve tâbi kılmak. Yani statükonun DP’yi terbiye etmeye yönelik bir anlayışı vardı. Benim ona itirazım var. Süleyman Soylu’nun veya bugünkü Demokrat Parti’nin karşılığı bu terbiyeyi kabul etmemektir.
DP’yi olumsuz etkileyen dış etkenlere devam edersek:
1960 ihtilâlinin kimden kaynaklandığını herkes biliyor. 1971 muhtırasının kimden kaynaklandığını herkes biliyor. 1980 ihtilâlinin kimden kaynaklandığını herkes biliyor. 28 Şubat’ın nereden kaynaklandığını herkes biliyor. Yani terbiye sadece Türkiye içerisindeki statükodan kaynaklanıyor değil. Hepimiz biliyoruz. Bu dillendirilsin veya dillendirilmesin. Bunlar dillendirilmeden siyaset yapılmaz. Bu dört ihtilâl ve darbe de demokratların sesini kısmaya, onların yönetme kabiliyetlerini ellerinden almaya ve bu coğrafyada demokrasiden, katılımdan ziyade ideolojik siyaset örgütünü kurmaya heveslenenlerin destekledikleri hareketlerdir. Bunların hepsinin hedefi biziz. Türkiye siyasetinin en mağdur hareketi biziz. İçeriden ve dışarıdan bu kadar kuşatılan bir siyasî hareket olamaz. İdeolojisi olmayan, daha doğrusu ideolojisi demokrasi, makuliyet ve değişim olan bir hareket tamamen enterne edilmiştir.
Böylece Türkiye kamplaşmaların ve kutuplaşmaların merkezi haline getirilmiş, bu kamplaşma ve kutuplaşmalardan kendi adlarına fırsat sağlamaya çalışan statükoya ve Türkiye dışındaki birtakım mahfillere meydan hazırlanmıştır. Ama hepsinin odağında biz varız. Hepsinin hedefi DP’dir.
Kendi içimizdeki sebeplere gelirsek:
1960 ve bilhassa 1971 sonrası AP’yi bölmeye ve güçsüz bırakmaya yönelik çabalar oldu. Biz bunlara teslim olduk. İkinci olarak bu parti halkın temel talepleriyle beslenen bir siyasî partidir. Bu halk dediğimizin birisi profesör ya da ordinaryüstür, öbürü ayakkabı tamircisidir. Ama bütün bunların talepleriyle beslenen bir siyasî partidir.
Ama biz milletle olan bağımızı kestik. Üçüncü olarak parti içi demokrasi denilen, dışınızdaki bütün unsurlara absürd gelen, ama esas ideolojik partilerden farklılığımızı ortaya koyan ve esas beslenme kaynağı ve en önemli nitelik olarak nitelendirilen o hareketliliği, o canlılığı, o rekabeti, yani serbest rekabet piyasasının siyasete uyarlanmış, daha iyiye, daha güzele, daha doğruya, daha kaliteliye, daha rafineye ulaşma unsurunu kendi ellerimizle 1980 sonrası ortadan kaldırmışız.
Tek adam anlayışına yönelmişiz. Yani karizmatik lider anlayışına yönelik bir sürecin içerisine girmişiz.
Demokrasi üstünlüklerin, vasatın rejimidir. Tek adamcılık. Tek adamın etrafında örgütlenen kadrolar. Onları korumaya ve muhafaza etmeye yönelik kadrolar demokrat misyonla bağdaşmaz. Demokrat Parti ve merkez sağ siyasetin bir tek felsefesi vardır. Kendisini milletin sağduyusuna teslim etmek ve ona teslim olmak. Bu nereye kadar giderse... Bayrağı taşıyan yorulmuşsa başkası alır, aynı felsefe ile devam ettirir. Bayrağı hep bir kişi taşır, hep o lider olursa, ki bugünkü Türk siyasetinin en büyük sıkıntılarından bir tanesi de budur. Ve ondan sonra seçilmiş krallar, seçilmiş tiranlar ortaya çıkar. Milleti değil, lideri korumaya yönelik kampanyalar ve politikalar üretilir. Bu yanlış birşeydir. Bu benim için de yanlıştır. Parti için de yanlıştır. Biz hiç böyle bir parti değildik, ama tam böyle bir parti olduk. Bunda ben de varım. Ama gömleğin düğmesi yukarıdan yanlış ilikleniyorsa aşağıya doğru da yanlış gidiyor.
Bir de 1990’dan sonra dünya değişti. Yani soğuk savaş sonrası dünya başka bir mecraya girdi. Biz bunu bazan algıladık, bu değişime ayak uydurduk; bazan koalisyonlar bize müsaade etmedi. Bazan o birikmiş yapı bizi boğdu. Ve netice itibariyle Türkiye’nin demokratik yapısı değişti. Tüm dünyada en önemli mesele göç meselesidir. Türkiye ciddî bir göçle karşı karşıya kaldı. Biz bu göçü anlayamadık. Yani yüzde 60-65’lerdeki köy nüfusu yüzde 25’lere indi ve Türkiye’de bir kent hayatı başladı. Kentin etrafına gelenler kendi hayatlarını korumak için muhafazakârlaştılar. Bu insanlar kendilerine, inançlarına, değerlerine, geleneklerine ve göreneklerine aynen Türkiye’den yabancı bir ülkeye giden insanın tutkusu gibi tutundular. Ve köydeki başka birtakım sahiplenmelerinden de vazgeçtiler. Biz bunu tam algılayamadık. Yani aslında bu demografik değişimi, göç olayını yakalayamadık. 1980 sonrası başlayan, ama 1990 sonrası oturan bir nüfus bu.
Bütün bunlar, parti içindeki antidemokratik uygulamalar, insanların çalışmasını engelleyen güven kayıpları bizi getirmiş yüzde 5.6’ya indirmiş. Bütün dünyada güven üzerine yürür siyaset. Ve bu sonuç sadece 22 Temmuz 2007 seçiminin sonucu değildir. Yukarıdan aşağıya giden bir kanalla bu sonuç geldi. Bu değiştirilebilir miydi, döndürülebilir miydi? Döndürülebilirdi. Bunun bir yerde dönüş noktası var.
Sahada yaşayan ve olup bitenlerin bilimsel sonuçları bilen bir insan olarak söylüyorum. Eğer siz doğru, dürüst, demokrat, milletle beraber olan, ikircikli olmayan, havetçi olmayan, partinizin ve milletin reflekslerini ortaya koyan bir ciddî alternatif olabilirseniz, millet bunu aramaktadır. Bu arayış millette vardır. Benim gözlemim budur. Bizim yapmaya çalıştığmız da bütün bunların tamamından sonra bu gözleme yönelik sağduyulu adımları atmaktır.
YENİ ASYA: Bu noktada “Yiğit düştüğü yerden kalkar” deyişinden hareket edecek olursak, partinizi tekrar yükselişe geçirmek için nasıl bir stratejiniz var? Yaklaşık bir senedir partinin başındasınız. Geçmişin pozitif birikimini ve değerlerini de değerlendirerek bugünün toplumuna ve gençlerine geleceğe dair umutlar verme noktasında DP’yi alternatif bir parti haline getirmek için neler yapıyorsunuz?
SOYLU: Biz Türkiye’yi imar ve inşa eden bir siyasî partiyiz. 19 yaşında yurt dışında bir kompozisyon ödülü kazanmış bir öğrenci bana geldiğinde çok enteresan bir söz söyledi: “Bayar’ın, Menderes’in, Demirel’in, Türkiye’de yapılanların hemen hemen yüzde 80’inin altında imzası bulunanların oturduğu koltukta oturuyorsunuz.”
Bu bir realite. Biz Türkiye’nin imar ve inşasında olduk. Kalkınmasında olduk. Demokratikleşmesinde olduk. Özgürleşmesinde olduk. İnanç hürriyetlerinde olduk, din ve vicdan hürriyetinde olduk. İnsan hak ve hürriyetlerinde olduk. Hepsinde olduk. Ama bizim 5.6’ya düşmemizin temel sebebi güven kaybıdır. Yani bunun bir daha bizim tarafımızdan gerçekleştirilemeyeceğinin düşünülmesindendir. Ve bu konuda bizim gerek politikalarımızla, gerek duruşumuzla, gerek önerilerimizle ve projelerimizle halka gerekli güveni tekrar verebilmemiz gerekiyor.
İki güven eksikliğimiz var. Bir büyük güven eksikliğimiz içe, bir büyük güven eksikliğimiz de dışa yöneliktir. İçimize yönelik güven eksikliğimiz, uyguladığımız politikalarla bunu anlatmaya çalışan tabanımızın çelişkilerinden kaynaklanmaktadır. Dışardaki güven eksikliğimiz ise geçmişte konjonktürel siyasete ayak uyduruşumuzdan kaynaklanmaktadır. Yani dönem dönem en milliyetçi olduk. Dönem dönem en muhafazakâr olduk. Dönem dönem en laik olduk. Dönem dönem en ulusalcı olduk. Dönem dönem en Amerikancı olduk. Dönem dönem en Avrupacı olduk. Dönem dönem en Ortadoğucu olduk. Yükselen trend nereye gidiyorsa biz hep oracı olduk ve onu destekledik. Oysa DP özgün bir yapının adıdır. Özgün bir düşüncenin adıdır. Özgün bir yapılanmanın ismidir. Modaya göre tavır değiştirmez.
Bir de kendi içimizdeki yarışların önemli bir bölümünde haksızlık yaptık. Bu da bir güvensizlik oluşturdu. Aslında bu partinin en önemli özelliği milletin önünde koşmaktır. Yani parti koşar. Milletin söylediklerini söyler, onları dillendirir. Ve bu söylediklerine milletin isteği doğrultusunda çözüm üretir. Bu çözüm aslında gelişen dünyanın çözümüdür. Amerika’yı yeniden keşfetme filan değildir. İşte makuliyet buradan gelmektedir. Ve gelişen dünyada kendi topraklarımıza uygulanan çözümdür. Bunun tam adı budur. Burada fedakârlıkta bulunmadığı konular vardır. Millet ile devlet arasında milletin yanındadır. Devleti itmez, devleti yok saymaz; ama devlet ile millet arasında milletin yanındadır. Şimdi böyle olabildik mi? Olabilseydik 5.6 olmazdık.
Benim anlayamadığım birşey var. DP’yi CHP ile aynı kefeye koymak isteyen bir zihniyet var. Ben bunların aslında CHP’ye yardımcı olmak istediklerini zannetmiyorum. Tam tersini düşünüyorum. Aslında bunların AKP’nin değirmenine su taşıdıklarına inanıyorum. CHP ile bunların bir ilgisi yok. Çünkü DP’nin varlık felsefesinin yerinde bugün AKP durmaya çalışmaktadır. Temsilî olarak. Ama yerin sahibi biziz. AKP dönemsel olarak gelmiş, kiralamış. Birileri de bizim kolumuzdan tutup, ‘Hayır kardeşim, sen oraya değil, öbür tarafa git’ diye ikna etmeye çalışmaktadırlar. Temel problem budur. Bizim AKP ile milletin arasına girebilecek, AKP ile milletin talepleri arasına girebilecek; değişime, demokrasiye milletin, değerlerine ve dünya ile bütünleşmeye ait olan bir siyaset biçimlendirmemiz lâzım. Bu şu şekilde olur. Türkiye’nin aynen Beyaz İhtilâl gibi bir hamleye ihtiyacı var. Çünkü görüyoruz ki, bu yaptığımız teşhislere bir tedavi gerekir. Bu tedavi “AKP asgarî ücreti yüzde 10 arttırsın, ben daha fazla arttıracağım; doğal gaz fiyatı yüzde 23 pahalandı, ben yüzde 23 ucuzlatacağım” diyerek olmaz. Mesele çok daha derin.
Ben sadece AKP’yi eleştirmiyorum. Anayasa Mahkemesinin olaylar karşısındaki değerlendirmelerine de karşıyım. Birtakım olaylar karşısında TSK’nın kendi içinde özeleştiri mekanizmasını işletmesine de taraftarım. Yargıtay’ın meseleleri farklı bir şekilde ele almasına da muhalefet ediyorum. Yani benim yaptığım muhalefet sadece AKP ile sınırlı bir muhalefet değil. Benim yaptığım muhalefetle ortaya koyduğum tarz bir sistem muhalefetidir. Ve bugün Türkiye tam bir sistem krizinin içerisindedir. Ve AKP bu sistemle uyumlaşmış bir parçadır. Anayasa Mahkemesinin içindeki çelişkiler neyse AKP’nin içindeki çelişkiler de aynıdır. CHP’nin içindeki çelişkiler neyse AKP’nin içindeki çelişkiler de aynıdır. Ben tipik AKP muhalifi bir çatının altına DP’yi sığdıramam ve sığdırmam. Bizim felsefemiz o değil ki. AKP sadece bu sistemin, bozuk düzenin bir parçasıdır.
YENİ ASYA: AKP 28 Şubat’ın mağduru olarak çıktı sahneye, ama 28 Şubat’ın getirdiği sorunları daha da derinleştirerek 28 Şubat’ın ömrünü uzatan bir görüntü arz ediyor. Hatta bazı konularda bizi 12 Eylül döneminin daha gerisine götüren, 12 Eylül’cülerin bile düşünemediği bazı uygulamaların yaşandığı bir ülke durumuna getirdi...
SOYLU: Kesinlikle katılıyorum. Neden getirdi. Buna da bir tahlil yapmak lâzım. Çünkü AKP pragmatik, hatta daha ileri gideyim oportünist, faydacı, fırsatçı ve sonuçcu bir siyasî parti. DP ile AKP arasındaki en büyük farklardan birisi bu. Biz idealist bir partiyiz. Millet ideallerinin peşinde koşan bir siyasî partiyiz. Ve böyle bir siyaset anlayışına sahibiz. Ben sistemin eksiklerine muhalefet ettiğimizi söylüyorum. TSK bu coğrafyada güçlü olmalıdır. Buna kim birşey söyleyebilir? Ama asker ülkeyi idare etmeye soyunmamalı. Anayasa Mahkemesinin olup olmaması, yapılanmasının değişmesi bana göre tartışılmalıdır. Yapısı değiştirilmelidir. Ancak Anayasa Mahkemesi sistemin sahibi olmamalıdır. Fakat bugün sistemin sahibidir. Yani kurucu iktidarın kendisidir.
Şimdi sistemi bir araba olarak düşünün. Sistemin anahtarı millettedir. Arabanın direksiyonu, gazı, freni vardır. Hepsi vardır. ama tümünün sahibi millettir. Ve onun adına TBMM’dir. İstediği gibi bu arabayı götürür, yürütür. Oysa Türkiye’de herşey birbirine karışmıştır. İç siyaset de öyle, köşe kapmaca oynanıyor. Siyasette bir patolojik durum var. Bunun tesbiti çok zor değil. Bu durum siyasetin doğru tanımlanmasına da elvermiyor.
DP alternatif olmaya hazır mı? Soylu, İslâmî cemaatleri tehdit unsuru sayan anlayış için ne diyor? Laikliği nasıl yorumluyor?
|