Son yıllardaki tartışma konularımızdan birisi de bazı kurumların basına uyguladıkları akreditasyon uygulaması. 28 Şubat’tan sonra Genelkurmay’ın icat ettiği bu uygulama şimdi de Başbakanlığa sıçradı. Gazeteler şimdi Başbakanlığın 7 gazeteciye uyguladığı akreditasyonu tartışıyor.
Öncelikle şunu belirtelim: Akreditasyonun her türlüsüne karşıyız. Bu “ayrımcılık” savunulamaz. Bu ülkede mahkemeler var. Muhabir yazdığı bir haberden dolayı bir ceza almış dahi olsa “Şu muhabir ya da şu gazete benim programımı izleyemez” denilebilir mi?
Kaldı ki, bu uygulama da aslında bir nev'î cezalandırmadır. Cezalandırma hakkı mahkemelerindir. Kamu hizmetini yapan basın mensuplarının gerek cumhurbaşkanının, gerek başbakanın, gerekse Genelkurmay’ın açıklamalarını millete duyurmak görevleri arasındadır. Bu yüzden akreditasyon uygulaması basın hürriyetinin ve milletin haber alma hakkının ihlâli anlamına gelir.
* * *
Başbakan son grup toplantısında “eleştirilmekten hiçbir zaman gocunmuyorum” demişti. Ancak son akreditasyon gösterdi ki, pek de öyle değil. Eleştirilmekten pek hoşlanmayan Erdoğan’ın önce Doğan grubu ile yaşadığı atışma, Fehmi Koru’nun bir sözü ile doruk noktaya çıkmıştı. Fehmi Koru’nun Başbakan için “Obama gibi geldi, Bush gibi oldu” anlamına gelecek sözler sarf etmesine Erdoğan çok sert tepki göstermiş, “Sevsinler seni! Yazıklar olsun!” gibi sert bir şekilde karşılık vermişti. Peşinden Koru, başbakanın üslûbunu yadırgamadığını, çünkü başbakanın üslûbunun bu olduğunun altını çizdi. Erdoğan’dan şimdilik karşı bir cevap gelmedi.
Şimdi de başbakanlığın “objektif kriterleri ithal ittiği” ve “düzmece haber ürettiği” için 6 gazetedeki 7 gazeteciye akreditasyon sınırlaması getirmesi birkaç gündür gazete sütunlarında tartışılıyor. Bu uygulamanın “antidemokratik” olduğu gazetelerin manşetlerine kadar yükseldi.
Başbakanlığın akreditasyonu tartışması başka akreditasyonları akıllara getirerek basının kendisini sorgulaması için fırsat oldu. Çünkü, bir yanlışı tartışırken, başkasına yapılan yanlış ve haksızlığı görme fırsatınız oluyor. Basının da çuvaldızını kendine batırması bu sayede oldu. Bir haksızlık başkasına yapıldığında ses çıkarmazsanız, aynı mânâda bir haksızlık kendinize yapıldığında sesinizi yükseltirseniz samimiyetiniz ortaya çıkar.
Bu anlamda, basına uygulanan akreditasyon ne kadar yanlışsa basının çifte standardı da o kadar yanlıştır. Genelkurmay yıllardır akreditasyon uygulaması yapıyor; Yeni Asya, Zaman, Millî Gazete, Vakit, Kanal 7, Samanyolu gibi pek çok medya kuruluşunu faaliyetlerine çağırmıyor, onların programları izleyip okuyucu ya da seyircilerine haberleri aktarmasına imkân tanımıyor. Başbakanlığın akreditasyonunu sınırladığı hangi kuruluş bu konuda tepki gösterdi?
Hem Genelkurmay’ın akreditasyonu muhabire değil, kuruma… Yani daha ağır. Bir muhabire akreditasyon sınırlaması getirilirse aynı kurumdan başka bir muhabir ilgili kuruluşu takip etme imkânı varken, kuruma uygulanan akreditasyon karşısında böyle bir imkân da olmuyor.
10 yılı aşkındır uygulanan akreditasyon ayrımcılığı karşısında sesini çıkarmayıp, şimdi kendinize yapıldığında sesinizi çıkarırsanız inandırıcılığınız kalmaz.
Akreditasyonun her türlüsüne karşı çıkmak gerekir. Belki bu tartışma medyanın bu yönde ortak tavır alma sonucunu ortaya çıkaracaktır. Halbuki, böyle bir ayrımcılık karşısında Genelkurmay bu uygulamayı başlattığında hep beraber ortak bir tavır alıp, basın toplantılarına katılmama yönünde bir irade ortaya koyamazlar mıydı? Şimdi de, Başbakanlığın bu uygulaması karşısında programlar izlenmese, basın toplantısı terk edilse, akreditasyon uygulayanlara bir caydırıcılık olmaz mıydı?
Avrupa Birliği yolundaki bir Türkiye’ye bu yasaklar yakışmıyor. Herkesi demokrasiye yakışanı yapmaya dâvet ediyoruz. Bu ayrımcılığa karşı ortak tavır takınılmazsa, yasaklar devam eder gider. Bunun yolu da tenkide, farklı seslere, fikir ve ifade özgürlüğüne tahammül göstermekten geçer. Demokrasi de böyle gelişir. “Bana dokunmazsa sesimi çıkartmayayım” derseniz, bir gün gelir o yasak sizi de etkiler.
16.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|