Benizli Mahkemesinde, Üstad Bediüzzaman Said Nursî, mahkeme heyetine karşı yaptığı müdafaasının bir yerinde Doktor Duzi’nin “Tarih-i İslâm” ismindeki eserinden bahsederek, bu kitabı okuyanlara ve yaptıklarına bir şey denilmeyip ve onlara ilişilmeyip, buna mukabil Risâle-i Nur okuyanlara ve hâlis dindarlara ilişildiğinden bahisle şöyle der:
“Acaba mahkeme-i kübrada, bu üç yüz milyar dâvâcıların karşısında sizden sorulsa ki, ‘Doktor Duzi’nin, baştan nihayete kadar serâpâ İslâmiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslam namındaki eseri ki, zındıkların kütüphanelerinizdeki eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirtleri, kanununuzca cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfî Turancılık gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur’ân cadde-i kübrâsında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve haps-i münferitten kurtarmak için Kur’ân’ın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cemiyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet nâmı verip ilişmişsiniz? Onları pek acip bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz?’ dedikleri zaman ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.”
Mahkeme heyetine bu şekilde soruyla karşılık verdikten sonra da şöyle devam eder:
“..Biz de sizlerden soruyoruz. Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle vatana ve millete zararlı bir sûrette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ nâmı vermekle, irtidad-ı mutlakı ‘rejim’ altına almakla, sefahet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfi-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebî hesabına darbeler vuruyorlar...”
Burada sıraladığı bir dizi tanımlama ve tariflerden özellikle benim ilgimi çeken “..., istibdad-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ nâmı vermekle, irtidad-ı mutlakı ‘rejim’ altına almakla, sefahet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfi-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmakla...” şeklindeki pek vurucu ara cümlesidir.
Yukarıda bu uzun paragrafı zikretmekteki amacım, paragraftaki bazı tamlamalara muhatap olanların kim olduğu, amaçlarının ne olduğu ve özellikle, “cebr-i keyfî-i küfrî” tamlamasını biraz olsa da açıklayabilmek, anlayabilmektir.
Cebr-i keyfî-i küfrî, küfürden kaynaklanan keyfî zorlama, kanun ve adalete aykırı küfrî bir baskı kurmak anlamına gelir.
İnananların düşmanlarının-muârızlarının, tüm karşıtlarının çalışma metotlarını bugün de hâlen bazı safdil Müslümanlar anlayamamakta, yanlış yerlerde aradıkları din düşmanlarının âleti olmaktadırlar.
Denizli Mahkemesi gibi, Afyon Mahkemesi’nde de, Bediüzzaman Said Nursî’yi cezalandırmak için dayanmaya çalıştıkları, en kuvvetli delil tahmin ederek üzerinde durdukları konu budur. Afyon Mahkemesi’ndeki savcı, Bediüzzaman Said Nursî’nin gizli düşmanlarına karşı Denizli Mahkemesi’nde kullandığı bu sözünü, bütün bütün yanlış mânâ vererek devlete ve hükümete çevirip, cezalandırılmasına sebep göstermiştir.
1908 yılında 2. Abdülhamid zamanında Meşrutiyet ilân edilmişti. Bu ilânın akabinde meclis sisteminin ve anayasanın yeniden yürürlüğe girmesini, Bediüzzaman Said Nursî, İslâmiyet nâmına alkışlayıp, sahip çıkmış ve Meşrûtiyet’in gerçekliğinin “sarâhaten, zımnen ve iznen” dört mezhepten çıkarılacak hükümlere dayandırılmasının mümkün olduğunu ileri sürmüştür.
Yani, Meşrutiyet çatısı altında toplanabilen, Anayasa, meclis, kanun üstünlüğü, adalet, eşitlik gibi hakikatlerin ya açık hükümler halinde veya işareten veyahut ruhsatla-izinle dört mezhebin bünyesinde yer aldığını söylemekteydi. Bu sebeple, Meşrûtiyeti “delâil-i Şeriat” ile kabul etmiş ve şeriatın hakikî mesleğinin bu hakikatler olduğunu söylemiştir.1
Böyle yapmaktaki maksadı, İslâm âlimlerini istibdat taraftarı olarak kabul eden ve Şeriatı istibdada müsait zanneden zihniyetin bertaraf edilmesi idi.
Çünkü; Meşrûtiyet görüntüsü altında ve hürriyet zemininde yeni bir istibdadın (bir anlamda cebr-i keyfî-i küfrî) gelme ihtimali vardı. Bazı insanlar, ortamdan istifade ile kendi maksatlarına Meşrutiyeti âlet etme peşinde idiler. Bediüzzaman buna mâni olmak için bir nutukla, parlamenterleri “meşrûtiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telkin ve öyle telâkki” etmeleri yolunda uyarmıştır.
Bundan başka, toplum içindeki çeşitli seviyedeki insanların; “hevesât-ı müteaffine (kokuşmuş-nefsî tutkular) bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat (baskının ta kendisi) bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan....”2 açacağını söyleyerek, Deccal-Süfyan sisteminin oluşturduğu nefisleri okşayan ortamlarda insanların sözde kendilerini özgür kabul ettiklerini, oysa aslında büyük bir baskı ve kontrol altında tutulduklarına (bireysel anlamda, bir çeşit cebr-i keyfî-i küfrî kanunu) dikkat çekmiştir.
Deccal-Süfyan sisteminin telkininin yapıldığı bir ortamda, insanların çoğu nefislerine uyarak kendilerinin sözde modern ve özgür bir hayat yaşadıklarını sanmakta, zevkleri, eğlenceleri, sohbetleri, hatta giyimleri ve yemekleri dahi çeşitli medya vasıtasıyla yönlendirildikleri hayat modeline uygun olarak aynı anlayışı temsil etmektedirler.
Sistemin amacı, bu yolla kitleleri cahil bırakmak; bazı şeyleri düşünmekten, kavramaktan, değerlendirmekten yoksun hale getirmektir. Çünkü cahil kitleleri yönetmek son derece kolaydır. Bununla birlikte, nefse dayalı bu sistemde insanları akıl ve vicdanları değil hırsları ve tutkuları yönlendirir. Bu nedenle de büyük bir karmaşa ortaya çıkar.
Bediüzzaman, dünyada huzur bulabilmek, yani insanların sosyal refah ve kalkınması için kaçınılmaz bir şart olarak gördüğü, o zamanın anayasal parlamenter rejimi olan Meşrutiyet’i “hakiki adalet ve meşveret-i Şer’iyyeden ibaret” olarak tarif etmiştir.3
Fakat, İslâm düşmanları, tamamen istibdat olan kendi sistemlerini “meşrutiyet-cumhuriyet” diye isimlendirmişlerdir (istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” nâmı vermek). Hakiki adaletin gerçekleşmesi için gerekli olan parlamento kendi görevini yapması gereklidir ki, adalet yerini bulsun. Bediüzzaman‘a göre her zamanın bir modası vardır ve yönetimler bulundukları zamanın modasına, yaşadıkları toplumun o günkü yapısına uygun olarak ortaya çıkarlar.
Halbuki, istibdadın hâkim olduğu zamanlarda nokta-i istinat kuvvettir; “hâkim, hissiyât ve cebr”dir. Meşrûtiyet yönetiminde ise kuvvetin yerini hak, cebrin yerini muhabbet, hissiyâtın yerini ise fikir almıştır. Meşrûtiyet zamanlarının hâkimi “hak, marifet, kanun ve kamuoyu”dur.
“..tebeddül-ü esmâ ile hakikat tebeddül etmez”4 ölçüsüne göre, kendi istibdat sistemlerine cumhuriyet diyen gruplar, elbette tarih önünde ortaya çıkmışlar, sistemlerini işletmişler ve artık zamanımızda da nefretle anılmaktadırlar. Meşrutiyet bir isimdir, önemli olan onun hakikati, yani anlamıdır, uygulanmasıdır.
“Önemli olan isim değil, ifade ettiği mânâ ve muhtevadır” gerçeğinden hareketle, Bediüzzaman’ın Cumhuriyet öncesi yazdığı eserlerinde açıklığa kavuşan “müsemmâ-yı meşrûtiyet ile Şeriatın” uygunluğu, “demokrasi ile İslâmın” uygunluğu olarak anlaşılmalıdır. Çünkü Bediüzzaman’ın Meşrûtiyet için yaptığı tarif ve açıklamalar, bugünün yönetim biçimi olan demokrasiye uygulandığında hiçbir çelişki ve uyumsuzluk görülmemektedir.
Yöneticilerin İslâmiyet’i yaşayıp yaşamamalarından doğan bir endişe de yersizdir. Çünkü hükûmet hizmetkârdır; idare bir maharet ve sanattır; iş ve san’at konusunda kişinin mahareti göz önüne alınmalı, günlük yaşantısı ölçü olmamalıdır; çünkü “fasık bir adam güzel çobanlık yapabilir; ayyaş bir adam ayık iken iyi saat yapabilir.”5
Bu yazıda bahsedilen siyasî veya içtimâî konular gibi birçok konuda vartalara düşmemek için, “..her şeyi İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ...”6 etmek gerekir diye düşünüyorum.
Dipnotlar:
1- Divan-ı Harb-i Örfî
2- Şuâlar, 5. Şuâ, Birinci Mesele
3- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 14
4- Age, s. 29
5- Münâzarât, s. 56
6- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 4
09.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|