"Gerçekten" haber verir 05 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Her 100 eğitimciden 95’i, bir şekilde borç alarak yaşıyor

BAĞIMSIZ Eğitimciler Sendikası 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü dolayısıyla “Türkiye’de Öğretmenlerin Genel Durumu” adlı bir araştırma raporu yayımladı.

Rapora göre, Her 100 eğitimciden 95’i, bir şekilde borç alarak yaşıyor. Kredi kartı borçları yüzünden kara listeye alınanların oranı, yüzde 132 yükseldi. Eğitimcilerin banka borcu bir yıl öncesine göre 2008’de yüzde 82 oranında arttı. Sendikanın bin 55 eğitim çalışanıyla yaptırdığı araştırma ve anket verileri ile resmî ekonomik parametlere dayanılarak gerçekleştirdiği araştırmasından ilginç sonuçlar çıktı. Eğitimcilerin, borç hanelerinin en başında kredi kartları bulunuyor. Öğretmenlerin yüzde 47’si kredi kartları, yüzde 13’ü ise ev ve araba kredisiyle bankalara borçlandı. İstanbul, Ankara ve İzmir’de çalışan eğitimcilerin daha çok borcu bulunuyor. Seçilen 5 ülke arasından en yüksek öğretmen maaşlarının verildiği ülke Danimarka iken, en düşük öğretmen maaşı veren ülke yine Türkiye. Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın bin 55 öğretmenle yaptırdığı araştırmasından çıkan verileri değerlendiren Sendika Genel Başkanı Gürkan Avcı, “Türkiye’deki eğitim çalışanlarının tamamına yakını yoksulluğun kıskacında bir 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü’nü daha karşılamaktadır. Son 6 yılda Türkiye ekonomisinin yüksek oranlarda büyüdüğü hükümetçe iddia edildiği halde, eğitimcilerin ekonomik durumunun tersine bir gelişme göstererek küçülmüştür. Türkiye büyüdükçe öğretmen küçülüyor. Ancak, borçlanma açısından Türkiye ekonomisi ile öğretmenin ekonomisi birbirine benziyor. Öğretmen de Türkiye gibi veresiye yaşıyor” dedi.

FATİH KARAGÖZ

05.10.2008


Mezarlıklar, işi yarım kalmış insanlarla dolu

İnsan, âlemden âleme göçüyor

İnsan, hayatta bir göçün içinde bulur kendini. Âlemden âleme göçler yaşanır hayatı boyunca. Ruhlar âleminden başlayıp, anne karnına, oradan dünyaya, oradan kabre, kabirden haşre, haşirden ahirete ve ebedî âleme doğru akıp giden bir serüvendir yaşanan.

Âlemden âleme olan geçişler kolay değildir. İnsan, ruhlar âleminden sonra anne karnına misafir oluyor bir müddet, burada zorlu bir gelişim süreci yaşar.

Oradan dünyaya gelir. Burası da kolay değildir. Sonrasında ölüm ve beraberinde kabir hayatı, kolay geçişler değildir bütün bunlar. Haşir, daha bir çetin. Zerrelerle hesapların yapıldığı zorlu âlem.

Süreç, herkes için işlemektedir. Belirleyici olanı ise, dünyada geçen zaman dilimleridir. Çünkü ahiret, dünyaya göre şekillenmektedir.

Bu ciddî göçler insanı etkilediği gibi; bir ev, bir mahalle, bir işyerinde oda değişikliği, bir sokak ötesine taşınmak bile, insanı ciddî şekilde etkilemektedir.

Değişime alışmak, zaman gerektirmektedir.

İnsan değişime, göçlere kendisini hazırlamalıdır.

En zoru da, hazırlıksız yakalanılan göçlerdir.

Göçler, hazırlık istiyor.

Ölmeden evvel, ölmekler gerekiyor.

Bu gün dünya değiştirmeye hazır mısınız?

Arkadaşlardan bazılarına, ‘Şu an bir iş değişikliğine hazır mısınız?’ diye soruyorum. Şaşkınlık içerisinde, ‘Hayırdır, bu da nereden çıktı?’ diyorlar.

“Ya işyerinde bir oda değişikliğine ne dersin…” diyorum, iyice şaşkınları oynuyorlar. “Çıkar dilinin altındaki baklayı” diyorlar.

Bir başka arkadaşıma, ‘Bu gün bir ev değişikliğine ne dersin?’ diyorum.

‘Bu mevsimde mümkün değil’ diyor.

Bir başkasına, ‘Bu hafta sonu, bir sonraki mahalleye taşınmak zorundasın!’ diyorum. Ciddî sorduğum için ciddileşiyor, ‘Biz bu mahalleye çok alıştık, ayrılmak zor’ diyor.

Soruyu ağırlaştırıp, “Bu akşam ölmeye hazır mısınız?” dediğim dostlar; önce hafiften bir renk değişimine uğruyor ve derinden bir, ‘ahh’ çekiyorlar.

Kimsenin ölmeye hazır olmadığı apaçık. Hesaplar hep yarınlar için. “Bu gün işlem tamam, ben gidebilirim” diyen yok.

Sürüp gitti konuşmalarınız. Ama anlıyorum ki, insanlar bırakın dünya değiştirmeyi, adres değişikliklerine bile hazır değiller. Yine anlıyorum ki, kimse rahatını bozmak istemiyor. Özellikle de, daha çok mala, imkâna, varlığa, makama sahip olanlar bu sorular karşısında daha çok tepki veriyorlar.

Yani kurulu düzenini kimse bozmak istemiyor. Ama dünya çok öyle uzun ömürlü yerleşimlere pek de müsait değil.

Dünyaya kene gibi yapışanlar var; ama nafile

Bu tabir, sohbet ettiğimiz dostlardan birisine ait. “İnsan içinde olduğu âlemden ayrılmak istemiyor. Adeta kene gibi yapışıyor dünyaya. Ama bu uğraş anlamsız.” diyor dost.

Oturduğu kiralık dairesini üç ayda, altı ayda bir değiştirenleri (zorunda kalanları) tanıyorum. En büyük derdi bu.

Oturduğu daire başkanlığı koltuğundan yılda bir kalkanları (kalkmak zorunda kalanları) tanıyorum. Hayat bu yönüyle ona, azaba dönüşmüş vaziyette.

Daha düne kadar oldukça zengin denebilecek kişileri tanıyorum. Ama şimdi değiller. Hayat onlar için de çok zor.

Yıllarca, oldukça sıhhat içerisinde olup, şimdi yıllardır yatalak olanları tanıyorum. Eski günleri gözyaşıyla yad ediyorlar.

Hasılı kimse göçe hazır değil; ama herkes de göçüyor.

Peki bunca apaçık olan bir gerçek, nasıl göz ardı ediliyor?

İnsan neden ölümü üzerine almak istemiyor?

Hiç kimse, ya yarın odayı değiştirirsek diye bir hazırlık içerisinde değil.

Resmî dairelerde, makam odaları öyle ihtişamlı, öyle süslü ki.

Bu, apaçık gitmek istememenin, dünyaya, dünyalıklara alışmanın bir yansıması. Evde, işyerlerinde, çiçekler, süsler, tablolar, eşyalar yerleşmenin derecesini gösteriyor.

Bu yerleşme değil aslında, adeta kene gibi yapışma.

Oysa bütün makamlar terk edilmeye mahkûm.

Tamam tertipli, düzenli olmak güzel, ama o üzerinde titizlikle durulanları her an bırakmaya hazır olmalı insan. Onlara gönlünü bağlamamalı.

Bu gün sahip olunanlar bizi terk etmeden, bizim onları terkimiz gerekiyor. Buna antrenmanlar gerekiyor.

Kimse rahatını bozmak istemiyor

Şehrin, oldukça kalabalık sakini bulunan mezarlığının içinden geçiyoruz. Şehrin yüzlerce kez buraya boşaldığı anlaşılıyor. Niceler gelmiş, gitmiş. Mezar taşlarındaki yazılar dertlerin ortaklığını gösteriyor. Hatta bazı mezar taşlarında, merhumun ne iş yaptığı dahi belirtilmiş. Bir mezar taşında, ‘O belediye başkanıydı.’ diyor. Anlaşılan burada her makamdan var. Buraya girişte makam gözetilmiyor. Bütün makam sahipleri için ortak adres burası.

Hayır ile anılan, iyi işler yapan, yüksek mertebelerde çalışan şehamet sahipleri ile; şerler yapan, kötülükleri iş edinen, alçak seviyelerde yaşayan tehevvür ve cebanet sahipleri hepsinin son durağı işte burası. Mazlûm da zalimde bu kapıdan giriyor.

Buradan geçmeyen, buradan göçmeyen yok. Ya hazırlık, işte dert de bu.

Etki-yetki, varlık-yokluk hepsi dünyaya mahsus gereçler.

Kabrin öbür tarafına geçmeyen varlık, kabrin öbür tarafına geçmeyen yetki- etki içinde fanilik taşıyor.

Şu an yapılan bütün işlerin dünkü ustaları, şimdi mezarlık sakinleri. Hem de işleri yarım bırakıp girmişler.

Bütün gidişler ansızındır, anidendir; bu, hazırlık olmadığındır.

Mezarlıklar, işi bitmiş değil, işi bitmemiş insanlarla dolu

“Artık bu saatten sonra ben ölebilirim, işlerim tamam” diyen bir insan yok. Giderken hesaplar hep yarım kalıyor. Onun için işini bitirip giden yok. Hepsinin yarın yapacak işleri vardı. Anlaşılan dünyada işi bitirmek diye bir şey yok. Dünyevî işler de uhrevî işlerde bitmeyecek. Sadece ikisi de ölçülü şekilde yaşanacak. Onun için, ‘Hele şu işleri bir bitirelim de, hele şu yaşa bir gelelim de…’ cümleleri yanılgıdan başka bir şey değil.

Mezarlıklar, işi bitmiş değil, işi yarım kalmış insanlarla dolu.

Göç, kat’i. İhmali olmayan bir göç. Ama insan da bir o kadar gafil.

Hazırlıksız göç olur mu?

İhtiyaçlar da kovalamaca da bitmeyecek; ta ki ölene kadar

Bu konu günlerce zihnimde gezindi durdu. Hep ‘neden’ler taşıdım içimde.

Karşılaştığım, telefon açtığım, görüştüğüm dostlara küçük bir test gibi, ‘Şu an ölmek gerekse, hazır mısın?’ diyordum. Dostlar, ‘Şu an mümkün değil’ diyorlardı. Ben kendime soruyordum. O da ‘mümkün değil’ diyordu.

Anlaşılan kimse ölüme hazır değildi. Oysa ‘ölmeden evvel ölmek’, ‘dünya seni terk etmeden evvel, sen onu terk et’ hakikatleri’ insanlar içindi.

Hatta ‘Nereden çıktı bu sorular’ diyenlerin sayısı hiç de az değildi.

Dünyaya ve dünyalıklara bağlanmamız arttıkça, ayrılmanın düşüncesi bile zor geliyor. İnsan dünyaya tamamen, eksiksiz, kusursuz, noksansız yerleşmek istiyor. Ama bu da mümkün değil. İhtiyaçlar bitmeyeceği gibi, kovalamaca bitmeyecek. Ta ki ölüm kapıyı çalıncaya kadar.

Şu birkaç soru bile, insanları telâşlandırmaya yetti. ‘Eyvah, neler oluyor!, Nereye gidiyoruz?, Ne yapmalıyız?, “Nereden çıktı bu sorular?’ şaşkınlığı yaşamalarına sebep oldu.

Amacımda buydu zaten. ‘Ölüm var, hazır mısınız?’ demek ve ‘Ölüm’ü hatırlatıcı olmaktı. Ben amacıma ulaştım.

Ama anladım ki, ölümden bahsetmek, lezzetleri acılaştırdı. Ölüm, insanı ‘insan’laştırdı.

Siz ölümü hesaba katmasanız da, o sizi katıyor

Sohbetimizde geçen, ‘Yarın öleceğini bilsen, neler yapmak isterdin?’ soruları, önce insanlarda soğuk bir duş etkisi yapıyordu.

İnsanlar, dünyevî göçlere hazır olmadıkları gibi; dünyadan göçlere de pek hazır değiller.

Anlaşılan gidişlerin çoğu, hazırlıksız yakalanma sonucu oluyordu. Hele de gençler… Ellerinden gelse, ölümü semtlerine hiç bastırmayacaklar. Ama bir o kadar da genç gidişler yaşanıyor.

İnsan, fıtraten ebed istediği için, ölmek istemiyor. İstemediği için de, hazırlık yapma gereğini göz ardı ediyor.

Oysa insan, ölümü hesaba katmak zorundadır; yoksa o, onu zaten hesaba katıyor.

S. BAHATTİN YAŞAR

05.10.2008


Gurbette bayram

Yazıma bir dörtlük ile başlamak istiyorum: “Gurbete bir başka olur bayramlar Hüzün çöker hep gönüller üstüne Bin yıl gibi uzar haftalar aylar Mevsimler biniyor yıllar üstüne”

Akdeniz bölgesinde güzel bir şehre tayin olmuştum. Bu şehrin ‘nem’i fazla olduğundan sıcakları da o denli yakıcı oluyordu. Tayin işleri, taşınma derken memlekete gidememiştik. Bayramda da gidemedik. Bayramı bu ilk kez ‘gurbet’te geçirecektik. Ramazan ayının az hissedildiği, “Ramazan dolayısı ile kapalıyız” yazısınına rastlamadığım bu şehirde bakalım bayram nasıl olacaktı?

Arefe Günü çikolata, şeker, baklava alıp eve geldik. Öyle ya yarın bayramdı ve oturduğum sitede tam altmış daire vardı. Bu komşular gerçi taşındığımızda merak edip ‘kimsiniz, hoş geldiniz’ diye sormamıştı. Ama her halde bayramı bekliyorlardı ‘hoş geldiniz’ demeyi ve bayramlaşmayı birlikte yapacaklardı. Fakat oturduğumuz onbeş katlı sitenin onbeşinci katındaki dairemizin kapısını Fuzulinin;

“Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge / Ne açar kimse kapım badı sabadan gayrı” dizelerindeki gibi inanın rüzgârdan başka (Sadece şeker almaya gelen 2 çocuktan başka) kapıyı tıkırdatan olmadı.

“Böyle midir sizin elin töresi, hele bir yol sefa geldin desene”

Bir kez daha anladım ki kalabalıklar yalnızlar ordusudur. Nasıl ki resmî veya özel dairelerde internet yüzünden herkesin sanal bir dünyası olup da aynı odada yalnızlık çektiği gibi, apartmanlar, sitelerde aynı, herkes kendi dünyasında. Fakat benim içimde dairelerde daktiloların olduğu dönemdeki muhabbet, dostluk bir uhde olarak kalmıştır.

Peki dedim içimden, bu sitedekiler ehli dünya, bulunduğum şehirde turistik bir şehir olabilir napalım? Ama bir Ramazan boyunca aynı sohbet yerinde teravih kıldığımız “muhabbet fedailerine ne oldu?”

“Solgun güneş ufuklara indikçe

Hüzün çöker gün akşama döndükçe

Hasret yüreğime çöreklendikçe

Alo der yüklerim teller üstüne” diyen şair gibi biz de memlekette hayatta olan validemizi aradık, onunla bayramlaştık. Onun tatlı sesi, onun moral veren duâ yüklü sesi ile avunduk.

Bir arkadaşın, ana ile ilgili atasözünü değiştirerek söylediği gibi “Ağlarsa anam ağlar / Gayrısı pleybek yapar” bu sözün ne denli anlamlı olduğunu yaşadım ve anladım.

Bize ne olmuştu? Ahir zaman, insanları bu kadar mı değiştirmişti? İmtihan bu kadar mı çetin olmuştu?

Fakat olsun nasılsa birgün kabre yapayalnız gireceğiz, varsın aramasın, varsın sormasınlar. Ama çocukluğumuzda doyasıya yaşadığımız bayramları günümüz çocukları sadece ‘tatil’ olarak görmekte. Bu kutsî bayramların o küçücük bedenlerde, ruhlarda tatil olarak nakşolmasında bizim, sizin, hepimizin suçu olsa gerek.

Bayramlarımızın özlemini çektiğimiz çocukluk günleri-mizdeki gibi olması dileğiyle...

AZİZ ÖZKAN

05.10.2008


ÖLÜM DENEN BİLMECE

Şu fani dünyaya, kapılmış gidiyoruz bir akıntıya. Bir o yana, bir bu yana derken çark dönüyor. Ölüm gelecek, sıra kimde acaba? Dalmışız şu fani dünyaya.

Eylül ayının geride kalışı, sonbahar ayının hazin gidişi, yaprakların sararıp dökülüşü, ağaçların suyunun çekilip çırıl çıplak kalışı… Şu aciz insanoğluna, haşri ihtar edip, öldükten sonra ikinci bir baharda dirilmeyi hatırlatıyor.

Yağmurun yağışı, yaprakların sararıp dökülüşü, sonbaharın tahribatı içinde bir hüzün, bir ayrılışı hatırlatıyor ölüm denen bilmece.

Baksana ilerlemiş yaşına! Beyazlar düşmüş başındaki saçına, ömür akıp gitmiş çay gibi… Yol göründü toprağın yumuşak kucağına. Amelim var diye bu gurur niye? Bir gün sana da gelecek ölüm denen bilmece.

Sonbahar çiçeklerin, gonca gonca güllerin solduğu aydır. Bülbül gülünü bulamaz artık. İnsanlar o güzel gonca gülleri göremez artık. Gül bülbülünden, insanlar o yeşil bahardan ayrılmıştır artık.

Ömrümüzün de bir baharı, bir sonbaharı, bir de kışı vardır. Ama şu aciz insanoğlu, sıkı sıkıya dünyaya sarılmış. ‘Aman şöyle olsun, aman böyle olsun, aman şu işi de bitireyim, şu işi de yapayım’ derken ölüm denen bilmece, bir de bakmışsın teneşirde cenazen yıkanıyor. Dünyanın bütün işleri dünyada kalıyor.

Şu fani dünyaya, kapılmış gidiyoruz bir akıntıya. Bir o yana, bir bu yana derken çark dönüyor. Ölüm gelecek, sıra kimde acaba? Dalmışız şu fani dünyaya.

Ömrümüzün de, bir baharı bir sonbaharı bir de kışı vardır.

Ömrümüzün mevsimleri de öyle, bunu için de attığımız her adımı, saçlarımıza düşen her aklığı, düşünmeli tefekkür etmeli. Şu fani geçici dünyada, hazırlıklı olmalı. Kabrin karanlık gecesine değil nurlu gecesine, ebedî şekavete değil, ebedî seyrangâha talip olmalı. Şu dünyada hazırlıklı olmalı.

Sonbaharın gelişini düşünüp tefekkür etmeli. Rüzgârların esişini, yağmurun yağışını, yaprakların sararıp dökülüşünü, insan ruhunda hissetmeli. Tefekkür edip, Allah’ın antika san’atlarını görüp seyretmeli.

Belki hüzün çöreklenecek içimize, belki o duygu yüklü gözlerimizden yaş akacak. Ama her şey Cenâb-ı Hak’kın takdirinde.

Zaman çay gibi akıp gidiyor. Saçlarında beyaz, vücudunda ağrılar. Hep gidiyor ileri. Bir daha geri dönmüyor. Gelen gider, giden geri gelmiyor. Hep gidiyor, bir daha geri dönmüyor.

Ömür sür'atle geçiyor! Bulabilir misin ölüme çare? Her an yaklaşıyorsun kabrin soğuk karanlık gecesine.

Yaşlandım dinleneyim derken, ölüm kapını çalmış. Minarelerden selân okunuyor. Teneşirde cenazen yıkanı-yor. Yapılacak bir sürü işler var. Hepsi dünyada kalıyor.

CELÂL YALÇIN

05.10.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır