"Gerçekten" haber verir 05 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

Yolsuzluk sistemin mantığında saklı

Devlet sektöründe yolsuzluk iddialarının hiç bitmemesine şaşmamak gerek.

Bu kesimde yolsuzluğun olağan hale gelmiş olmasının genel nedenleri kadar Türkiye’ye özgü nedenleri de var. Bunlara temas etmeden önce şunu belirtmek gerekir ki, devlet sektöründeki yolsuzlukları bireysel ahlákî zaaflarla açıklamak yanıltıcıdır. Bunun etkisi inkár edilemez, ama asıl neden devletin kendisindedir.

Her şeyden önce, devletin kendisi potansiyel bir yolsuzluk kaynağıdır. Daha da ileri giderek denebilir ki, özünde müsaderecilik yatan bir cebir örgütü olarak devletin bizatihi varlığı bir yolsuzluk işaretidir. Bu temel noktayı bir yana bıraksak bile, yolsuzluğun asıl kaynağını devletin sözde kamu adına devasa kaynaklara tasarruf etmesi olduğu şüphe götürmez. Onun için devlet ne kadar çok kaynak ve değere hükmederse, başka faktörler sabit kalmak kaydıyla, yolsuzluk da o kadar kapsamlı ve yoğun olacaktır.

Bunu, kamu görevlilerinin ‘dürüst’, ‘iyi niyetli’ veya ‘hayırhah’ olmaları da önleyemez. Esasen, kamu görevlilerinin her durumda ‘kamu yararı’nı gözeteceklerinin hiç bir bir garantisi yoktur. Tecrübeler, memurların devlet otoritesini çok kere kendi çıkarlarını artıracak veya en azından kendilerini kayıracak şekilde kullandıklarını göstermiştir. Burada ‘çıkar’ kelimesini geniş anlamda kullanıyorum. Başka bir anlatımla, mesele memurların her zaman maddî menfaat sağlamaları değildir; onlar çoğu zaman kendileri lehine kolaylıklar, avantajlar, hatta ayrıcalıklar yaratmakla da yetinebilirler. Esef etmemiz gereken, bu gibi mevkilerde olanları ve olmayanlarıyla, insanların genellikle bu gibi durumları yolsuzluk olarak görmemeleridir.

İronik olan odur ki, kamu görevlilerinin her zaman kamu yararını gözeteceğine güvenenler, aynı zamanda, özel kişilerin bencil olduklarına ve sadece kendi çıkarlarını düşünerek hareket ettiklerine de inanırlar. Bu demektir ki, onlara göre, özel alanda ‘güvenilmez’ olan bireyler devlet sektörüne geçince her nasılsa birdenbire ‘hayırhah’ oluvermekte ve ‘kamusal ruh’la donanmış azizlere dönüşmektedirler.

Türkiye’nin özel durumuna gelince, carî sistemin yapısı, özellikle politika yapanlar için yolsuzluğu kolaylaştırmakta, hatta teşvik etmektedir. Bir kere, Türkiye’de devletin kontrolü altında bulunan kaynakların hacmi, Batılı demokratik ülkelerle karşılaştırılamayacak ölçüde büyüktür. Yani, devlet özünde büyük bir rant kaynağı durumundadır. Türkiye’de siyaset denen şey devlet rantını kontrol etme yarışında düğümlenmektedir.

Dahası, carî sistemin sahici anlamda ‘siyaset’ imkánını son derece daraltmış olması da yolsuzluğu adeta kader haline getirmiş bulunmaktadır. Sistemin bu yanı, onun ideolojik niteliği ve ondan kaynaklanan siyasete yasak alanlarının genişliğidir. Nitekim, herhangi bir demokraside siyaset alanı içinde yer alan birçok konu Türkiye’de demokratik müzakerenin dışında tutulmuştur. Bu da siyasetçilere, esas olarak, rant kaynaklarını kontrol etme ve onları dağıtma işini bırakmaktadır. İdeolojik duyarlılıklarına dokunmadığınız sürece, sistemin mantığı bunun tolere edilmesini gerektirmektedir.

İşte bu şartlarda, iktidardakiler temel siyaset sorunlarına karışamazken, meselá devlet ihalelerini kendi yandaşlarına veya çıkar saikiyle kendilerini destekleyen gruplara dağıtmakta veya onların dürüst olmayan girişimlerine göz yummakta ‘serbesttirler’. Değişen her hükümetle birlikte yeni zenginlerin türemesi bu yüzdendir.

Star, 4.10.2008

Mustafa Erdoğan

05.10.2008


Atatürk devrinde kriz

İçinde yaşadığımız kriz sürecinde herkes “1929 Bunalımı”nı hatırlıyor, mukayeseler yapıyor.

Türkiye’de Atatürk Cumhurbaşkanı, İnönü Başbakan’dır. Şevket Süreyya ve Falih Rıfkı gibi birçok yazar Atatürk’ün ekonomiyle fazla ilgilenmediğini belirtir; kendisinin de Hasan Rıza’ya söylediği gibi, temel ilgi konuları diplomasi ve savunma politikaları ile dil ve tarih teorileridir.

Ekonomiyi yöneten, Başbakan İnönü’dür.

1929’a Türkiye iyimser girmiştir, milli gelir 2 milyar lirayı aşmıştır ama kriz öyle bir vuruyor ki, 1934’te 1 milyar 200 milyona düşüyor!

Özellikle nüfusun yüzde 80’inin barındığı tarım mahvolmuştur!

Atatürk, “Bunalıyorum; her yerde dert, ıstırap dinliyorum” demektedir.

İnönü hükümeti tarafından 1930 başında “Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu” çıkarılıyor. Cumhuriyet ilk dış borcu bu dönemde alıyor; Amerika’dan 10 milyon dolar... Bunu Sovyet Rusya, Almanya ve İngiltere’den alınan dış borçlar izleyecektir.

Ağustosta muhalefet partisi Serbest Fırka’nın kurdurulmasındaki amaçlardan biri, ‘liberal’ görüntü vererek dış yardım almaktır.

Sıkı politika

Sovyet uzmanlarından başka, Fransız iktisatçısı C. Rist, Amerikalı iktisatçı E. Kemmerer gibi yabancı uzmanlar davet edildi, maliye ve sanayileşme gibi konularda raporlar istendi.

“Buhran Vergisi Kanunu” çıkarıldı, gümrükler yükseltildi, yerli malları kullanımı teşvik edildi, Tasarruf Cemiyetleri kuruldu.

İç borçlanma için “Dahili İstikrar Kanunu” kabul edildi... “Mevduatı Koruma Kanunu” çıkarıldı, bugün olduğu gibi o zaman da mevduata devlet garantisi verildi.

Yabancı firmaların işlettiği demiryolları, limanlar devletleştirildi. Kibrit bile devlet tekeline alındı.

(...)

Kriz ve fırsat

O zaman, bu aşırı derecede sıkı politikalar yerine, yine o zaman, dünyanın yaptığı gibi, Keynesçi metotlar, yani yatırım yoluyla piyasaya biraz para sürerek talep yaratan politikalar uygulanamaz mıydı?

Şevket Süreyya Aydemir Mart 1932’de Kadro dergisinde “Makinaların Muhacereti” (Göçü) başlıklı çok önemli bir yazı yayımlamıştı: Kriz yüzünden Batı’da makineler, yatırım ve ara malları sudan ucuzdur. Krizi fırsata çevirmek için Türkiye yılda 300 milyon liralık makine ithal ederek sanayileşmesini hızlandırabilir!

Ama, Kasım 1933’te yine Kadro’da, geçen bir buçuk yılda sadece 20 milyonluk makine ithal ettiğimizi hüzünlü bir dille yazmıştır.

Aydemir, yıllar sonra “İkinci Adam” adlı eserinde, 1930’larda “sanayiin bilhassa özel teşebbüsün kösteklenmesi” boyutlarında aşırı bir ‘sistem’ uygulandığı için gereken dinamizmin gösterilemediğini anlatır.

Keşke Atatürk tarih ve dil teorilerine gösterdiği ilgiyi ekonomiye gösterseydi, daha atılgan bir ekonomi siyaseti mümkün olurdu; mesela, devletleştirmelere giden para sanayi ve tarıma gidebilirdi galiba.

Ders: Krizi fırsata çevirmek için gözlerimizi dört açalım.

Milliyet, 4.10.2008

Taha Akyol

05.10.2008


Amerika neyin faturasını ödüyor?

Amerika içine girdiği krizden kolay kolay çıkacağa benzemiyor!

Amerikan yönetiminin krizi önleyebilmek ya da en azından kısmen önüne geçebilmek için almak istediği tedbirler de hayata geçirilemiyor!

Zira Amerikalılar artık ülkelerini yöneten kadrolara güven duymuyorlar.

Bush’u bir türlü kontrol altına alamayan Amerikalılar artık O’nun tarafından gelen tüm talepleri geri çevirerek adeta intikam alıyorlar!

Peki, Amerika neyin faturasını ödüyor?

Afganistan’da yaptığı zulümlerin mi yoksa Irak’ta yaptığı zulümlerin mi?

Durduk yerde böyle bir felakete duçar olmadıkları aşikar!

Kaba tabirle ifade etmek gerekirse ettiklerini buluyorlar!

Kendilerini dünyanın tek gücü olarak görüp, yeryüzünde istedikleri gibi at koşturacaklarını sananlar şimdi baş başa kaldıkları ekonomik krizden çıkabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar ama nafile!

Aldıkları hiçbir önlem krizi önlemeye yetmiyor!

Bankaları peş peşe batıyor!

İşyerleri birbiri ardına ya kapanıyor ya işçi çıkarmak zorunda kalıyor!

Kriz adeta deprem gibi, sel gibi, yangın gibi, tsunami gibi vuruyor!

Tabii afet gibi Amerika’yı sallıyor!

Krizin sadece Amerika’yı sallamak ile kalacağını sananlar ise kesinkes yanıldıklarını görmüş olmalılar!

Çünkü kriz Amerika’yı sallamakla kalmayıp Avrupa’yı da etkisi altına almakta gecikmedi!

Dün Amerika’da yaşananlar bugün Avrupa’da yaşanıyor!

Avrupa’da da bankalara el konulmaya başlanması krizin okyanusu aşarak burnumuzun dibine geldiğinin en açık göstergesi değil mi?

Aylar öncesinden konuşulmaya başlanan bu kriz belki de yeryüzünde önemli gelişmelere yol açacak özellikler taşıyor!

Kriz sonrasında dünyanın haritası ne kadar değişir şimdiden kestirmek çok zor! Ama şurası açık ki, kriz sonrasında kimse bugünkü pozisyonunda olamayacak!

Yani Amerika yine dünyanın efendisi benim edası içine giremeyecek!

Bırakın dünyanın efendisi olmayı kendi kendilerinin efendisi olmakta bile güçlük çekecekleri açık!

Sahi, bu felaket Amerika’nın başına niye geldi?

Amerika neyin faturasını ödüyor?

Şu anda Amerikalıların böyle bir nefs muhasebesi yapacak halleri yok ama aynı muhasebeyi bizdeki ABD hayranları pek ala yapabilirler.

“Ne oldu da ABD bu hallere düştü” diye kafa yorabilirler.

Onlara yardımcı olmak için Amerika’nın tüm yeryüzünde altına imza attığı zulümleri hatırlatmak isteriz.

Yeryüzünü kana boğanların, tavuk boğazlar gibi insan öldürenlerin, camilerdeki masum insanları kurşuna dizenlerin başına elbette büyük bir felaket gelecekti! Elbette yaptıkları zulüm karşılıksız kalmayacaktı!

Şimdilerde yaptıkları zulmün cezasını ödüyor olmalılar.

Millî Gazete, 4.10.2008

Zeki Ceyhan

05.10.2008


Üniversite ve demokrasi

Üniversite fikirlerin özgürce ifade edilip geliştirildiği ortamlardır.

Bu en azından özgür üniversite fikrinin geliştiği ülkeler için geçerlidir.

O nedenledir ki, büyük bir imparatorluk mirasçısı olmasına rağmen bu topraklar dünya çapında bir bilim veya sanat adamı yetiştirmekte zorlanmıştır.

Tek tip bilim anlayışı, tek tip bilim adamı ve tek tip öğrenciyle noktalanmıştır. Bu, her türlü renk farkını reddeden, tonları görmezden gelen bir anlayışla sonuçlanmıştır.

Gelinen nokta, son kertede devletten veya onun temsil ettiği anlayıştan yana olma veya onun karşısında olma durumudur.

Siyah veya beyazın egemen olduğu, bırakın sarıyı maviyi, grinin bile kendisine yer bulmakta zorluk çektiği bir atmosferde demokratik düşünce geleneğinin gelişip kök salması imkânsız değilse bile çok güçtür.

Bu, Türkiye’nin kendisine aydın diyen kesiminin gerçeği veya doğruyu bulmaktan çok, devleti kurtarmayı misyon edinmesinin doğal sonuçlarından biridir.

Bu anlayışın bir çarpık sonucu da, belirli ölçüde karşıtının düşünce çerçevesini belirlemesinde yatmaktadır.

Bu düşüncenin karşısında olanlar da doğrunun veya gerçeğin peşinde olmaktan çok, kendi haklılarını kanıtlamakla uğraşmaktadır.

Böyle bir ortamda. Anayasa Mahkemesi raportörü Doçent Dr. Osman Can’ın görevine son verilmesi üniversitenin düşünce özgürlüğüne indirilmiş faşizan bir darbe olarak görülmemektedir.

Tıpkı Boğaziçi Üniversitesi’nin yeni rektörünün bilim adamı değil de, memur anlayışıyla davranıp bu köklü eğitim kuruluşunun özgürlükçü ve demokrat geçmişini reddetmesi gibi.

Bir ülkede herkesin barışçıl fikirlerini, bilimsel düşüncesini özgürce ifade ettiği, kurulu düzen hakkındaki fikirlerini ifade etme hakkı olduğu bir üniversite ortamı oluşturulmadan, gerçek demokrasi kurulmaz.

İster 10, ister 30 partiniz olsun.

Tek sesli 30 partiyle hep aynı türküyü söylersiniz unutmayın.

Sabah, 4.10.2008

Ergun Babahan

05.10.2008


Ahireti, ahirete bıraktık...

Size de öyle oluyor mu ara sıra? Kur’ân-ı Kerim’i “yüzünden” okurken bilemediğiniz ayetlere rastlayınca içiniz cızz eder hani...

Veya meal ve tefsir okurken de yaşarsınız, bunun bir de orijinalini okusam diye... Benim her seferinde kalbim bölünür, birini okurken diğerini ihmal mi ediyorum diye geçer içimden. Ah şu yabancılık!..

Az evvel Rahman Sûresini okurken de allak bullak oldum. Yüzünden okurken, Arapça bazı ayetleri çıkaramadım, anlamlarını hatırlayamadım. Vicdan azabıyla kıvranarak hemen meallerine göz attım... Böyle oluyor. Kur’ân-ı Kerimin içiyle dışını, yüzüyle anlamını karşılıklı okumayı ihmal ederseniz, içinizdeki odaların ışığı kapanıyor. Rahman Sûresi üzerinden yaşadığım bu tecrübe, yaklaşık 1 yılımı gözden geçirmeme sebep oldu. Zira son 1 yıldır Kitabı “yüzünden” ziyade “anlamıyla” çalışmıştım. Yüzünü, yani Arapça orijinaliyle okumayı sanırım ihmal etmişim, oysa her gün Kur’ân-ı Kerimin anlamı ve tefsirleri üzerinden çalışıyorum. Hayret ettim, esef ettim bu ihmale, bu nasıl bir bölünme, bu nasıl bir yabancılaşma... Aslında her “yabancı’nın da kolayca içine düşeceği bir yanılsama olsa gerekti bu... Allah; Kur’ân, yani Söz’üne yabancı kalanlardan etmesin. İşittik ve iman ettik diyenlerden eylesin... Dillerimiz ve kulaklarımız açık olmalı o öz dile... O öz dil ki; Rahmanın “son sözü”dür. Yani demem o ki; Kur’ân-ı Kerim’i hem yüzünden, hem de içinden birlikte okumak en güzelidir... Şayet birini daha zayıf bırakırsanız diğeri küsüyor. Çift kanadıyla uçan bir kuş gibi düşünürsek anlama girişimlerimizi... Tek kanatla uçulmuyor...

Malûm Cuma vakitlerinde adettendir; mahallelerde, evlerinde kadınlarımız Kur’ân-ı Kerim okurlar. Benim böylesi bir çevrem olmadı, olamadı hiç. Allah’tan son üç yıldır, sekiz kişilik bir grubumuz var, birlikte okuyoruz Kur’ân-ı Kerim’i. Ama bu kez bahsettiğim başka bir şey. Yani mahalle aralarında rutin olarak kadınların toplaşıp Cuma vakitlerinde okuduğu cüzlerden, Yasinlerden bahsediyorum. Gençken bu adetleri pek ciddiye almazdım, alışkanlığa, geleneğe bir tür uyuşukluk hatta bilinçsizlik gözüyle bakardım. Okuduklarını anlamıyorlar diye düşünürdüm. Oyum hep hareketten, devinimden, bilinçten ve itirazlardan yanaydı. Hâlâ da öyledir. Ama yaşlandıkça insan, geleneklerle ve alışkanlıklarla, kısmen barışıyor. Yani “üşüyorsunuz” diyelim. Ben üşüyorum en azından... Bir hırka, bir örtü, bir yaygı, bir yatıştırıcı, bir güçlendirici, bir durultucu, bir sabır, bir iyilik bekliyor insanın içi... Cuma vakitlerinde Yasinler, Tebarekeler okuduktan sonra “Ya Rabbi imandan Kur’ân’dan ayırma bizi” diye dua eden o tertemiz annelerin, teyzelerin arasında iyileşirken buluyorsunuz kendinizi. Tüm politik ve kısır kavgaların içinden, popüler zamanlara has bunaltıları hiç de kale almadan devam edegelen bu dua saatinin, bir kalp gibi hayatın içinde pıt pıt diye, nasıl da attığını duyuyorsunuz. Alçak gönüllü, utangaç bir alışkanlıktır bu. Masum ve temizdir... İddiası yoktur o kadınların. İşlerini güçlerini bırakıp Cuma vakti hiç tanımadıkları insanlar için dua ederler, ölümü hatırlayıp, cennet ve cehennemi düşünürler... Yani Ahiret’i.. . Altın vuruşu yapalım hadi: En son ne zaman cennet ve cehennem hakkında düşündünüz?..

İslamcı düşünce hareketi içinde bilinçsel devinim ve eylem, bizlerin her zaman öncelediği kavramlar olageldi. Bağımsızlık, bağlantısızlık ve tevhi-dî düşüncenin gerektirdiği reddiye hep başlangıcımız oldu. Temel hareketin ilk bahsi, hakimiyet algısı üzerinden geliştirdi kendini. Müslüman, Allah’ın dışında kimseye boyun eğmeyendir ki; “La ilahe İllallah”ın en kısa tercümesidir bu. Sıkı, ciddi bir meydan okumayla girer her girişimci konuşma alanına. Bu ilk basamak, hemen her bağlantı ye alışkanlık üzerine ciddi özeleştiriyi de getirir ardından. Bu bağlamda İslamcı düşüncenin salt anti-İslâmist düşünceye meydan okuduğunu söylersek, onu daraltmış oluruz. Aslında İslamcı düşünce karşısında gelenek, en az İslâm dışı düşünceler kadar, hatta onlardan daha çok ve ciddi eleştiriler alır... En azından ben ve kuşağım, bu şekilde refleksler üzerinden yetiştik...

Kimseyi tenkit etmek değil niyetim, kendi üzerimden gidecek olursam, bu eleştirel İslamcı bağlantısızlığı, o çok şikâyet etmekte olduğum “dünya” vurgusu üzerinden kurguladığımı fark ediyorum... Hakimiyet kaygısı üzerinden geliştirdiğimiz “güç ve iktidar” eleştirisinin, tersinden bir vakumla beni o çok eleştirdiğim dünyaya çivilediğini, adeta mıhladığını görüyorum... Dünyayı kurtarmak, dünyayı aydınlatmak, dünyaya adalet getirmek gibi tertemiz ve yüksek ideallerimizin “dünya-sonrası”, “dünya-ötesi” gibi Ahiret’e has kavramları, ne yazık ki zaman zaman (aslında çoğu kez) ıskaladığını düşünüyorum. En azından kendim için...

Rahman Sûresi’ni yüzünden ve içinden okuduktan sonra sarsıldıysan bundandır. Çünkü bu sûrede Rabb, dünya ve Ahiret’i birleştirerek anlatıyor; daha doğrusu O, ilahlığı kesintisiz bir Allah’tır, bundan bahsediyor ayetler. Oysa ne ben, ne de arkadaşlarım, Cennet’ten, Cehennem’den, Ahiret’ten bahsetmiyoruz. Sanki seküler gizli bir paylaşıma razı olmuşuz gibi; dünya bizim uğraşlarımızdan ibaret, Ahiret ise yekpare O’nun. Böylesi korkutucu bir bölünme, farkında olmadan yapılagelen düalist bir güç paylaşım algısı... ABD’deki finans sektörlerinin iflas edişi, DTP’nin kapatılma davası, İran’daki nükleer enerji santralleri, başörtü davaları, işgal, savaş, yoksulluk, açlık derken... Aramızdan bir kişi çıkıp da ölüm ve sonrasından, Cennet ve Cehennem’den bahsetmiyor. Ölümden, hesap veriş gününden, Ahiret’ten söz açılmıyor. Bunları çocuklarla, yaşlılara bıraktık. Birde mahalle aralarında Cuma vakitlerinde, insanların hayır ve selameti için dua eden iyi yürekli kadınlar var Allah’tan...

Düşünce dilimize yerleşmiş bu ciddi dünyevileşme, petrol fiyatlarındaki artıştan çok daha önemlidir. Ben korkuyorum sevgili arkadaşlar! Dilinden ve sözlüğünden Ahiret’i çıkarmış bir söylem beni korkutuyor...

Vakit, 4.10.2008

Sibel Eraslan

05.10.2008


Aşırı güven tehlikeli değil mi?

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının geleceğini ve kaderini, her şeyden daha çok global krizin Türkiye’ye yansımaları ve etkileri belirleyecektir.

Krizin ayak seslerinin duyulduğu ilk günden beri iktidar partisinin ekonomi yönetimi olağanın ötesinde bir tepki vermedi. Durum her ne olursa olsun “çok aşırı güven duygusu” tehlikeli değil midir?

Ekonomide nicedir adeta “otomatik pilot” devredeydi. Yeni dönem gündeminin şifresini veren ilk fotoğraf karesi Başbakan Erdoğan’ın ekonomiden sorumlu bakanlarla peş peşe küresel dalgalanmayı konuşmasıydı. Her hafta Bakanlar Kurulu’nda birinci gündem maddesinin ekonomi olduğunu biliyoruz. Ancak nedense ABD ve Avrupa başta olmak üzere bütün dünyada sert rüzgârlar estiren krizi bizimkiler sanki çok da umursamadılar. Ancak Perşembe günü yapılan toplantılar “acil durum sinyali” niteliğindeki ilk adımlardı. Maliye Bakanı Unakıtan ve Hazine’den Sorumlu Devlet Bakanı Şimşek’in Meclis’te kameralara yakalanan uzun ve hararetli tartışmaları da aynı tabloya eklenmesi gereken karelerdi. Anlaşılan, en sonunda Ankara “gerçek gündem ekonomi” demeye başladı. Hiç kuşkunuz olmasın 2009 yılı boyunca kimse ekonominin önüne başka bir konuyu yerleştiremeyecektir. Hayatın şartları kendisini siyasilere de dayatacaktır.

Akşam, 4.10.2008

İsmail Küçükkaya

05.10.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır