En son ne zaman bir mezarlıktan geçti yolunuz ya da en son ne zaman bir mevtânın gömülmesine şahit oldunuz? Çoğu insan korkar mezarlıklardan. Oysa mezarlıklar, gören insanlar için ibretlerle doludur. Onlar insana zarar vermezler, yalan söylemezler, iftira atmazlar. Okunmayı bekleyen sessiz bir kitap gibi, görebilen insanlara yüzyıllardır ibret dolu derslerini anlatırlar.
Karacaahmet mezarlığını duymuşsunuzdur sanırım. İstanbul’un ve hatta Türkiye’nin en büyük mezarlığı yani. Kimbilir kaç İstanbul yatıyor Karacahmet’te… İstanbul’un bazı semtleri belli özellikleriyle ön plana çıkmıştır. Meselâ Beyoğlu dünyevî bir hayatı çağrıştırırken, Üsküdar daha çok uhrevî bir mânâyla gelir aklımıza. Bu mânâyı oluşturmada Karacaahmet mezarlığının önemli bir payı vardır sanırım. Zira orada farklı bir hissiyâta bürünür insan. Her mezarlık muhakkak düşündürür insanı ama Karacaahmet daha bir başkadır. Oradaki servi ağaçları, ölüme karşı farklı bir huzur verir insana... Dışarıdaki koşuşturmaya nazaran sükûnet ve huzur havasını hissedersiniz Karacaahmet’te. Nitekim Fransız şair Theophlle Gautler 1852 yılında Karacaahmet mezarlığına yaptığı ziyaretindeki hissiyâtını şöyle anlatır: “Müslüman mezarları; gerek taşları, gerekse altın renkleriyle yattığı servi ağaçlarının gölgesinde, bir ölü mekânından çok, âdeta ebedî istirahatın birer köşkü gibidir. Orada geçirdiğim saatler esnasında, içimde tatlı bir hayâle dalmaktan başka hisler uyanmadı. Karacaahmet’te ölüm korkusunu unuttum.”
Eski Mısır’da firavunlar eşyalarıyla gömülürmüş. Günümüz insanıysa yaşarken eşyalara gömülüyor. Fani bir hayatta ebedî yaşayacakmış gibi davranan insan için ölüm o kadar da sevimli birşey olmuyor. Oysa Karacaahmet’te ölümle hayatın çok yakın komşu olduğu hatıra geliyor. Özellikle mezarlığın doğum hastanesiyle karşılıklı olması bu mânâyı tamamlayan bir manzara oluşturuyor. Zira yolun bir tarafında Zeynep Kâmil Doğum Hastanesinde yeni hayatlar dünyaya gelirken, yolun diğer tarafında Karacahmet’te, biten hayatlar toprağa veriliyor. Aradan geçen yol da doğumla ölüm arasındaki kısacık hayatımızı temsil ediyor sanki. Bir anlamda Peygamber Efendimiz’in (asm) “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yaparsınız” hadisini tasdik edercesine, her yeni doğan bebeğe ölümlü olduğunu ihtar ediyor Karacaahmet.
Büyük zâtlardan Cüneyd-i Bağdâdî’nin ölmeden önceki son sözü ‘Bismillah’ olmuş. Ne kadar güzel bir baslangıç. Bismillah her hayrın başı olduğuna göre, ebedî hayatın başlangıcı da Bismillah ile olmalıdır değil mi? Yine Mevlânâ’nın ölüm gününü düğün günü olarak tanımlaması dikkate değerdir. Ölümü bir son değil de, ebedî hayatın başlangıcı olarak görebilenler, ölüme korkmadan bakabilenler onu Bismillah ile karşılayıp düğün günü ilân edebilmişlerdir.
Merhum Necip Fazıl, İstanbul şiirinde şöyle der:
“Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...”
Mezarlıklar da bizler gibi ağlar mı acaba? Meselâ bir bebeğin ölümüne ağlar mı mezarlıklar? Münker Nekir’in suâllerini cevaplayamayanların haline ağlar mı? Ya da bir ehl-i imanı kucakladığında sevinir mi? Bediüzzaman, fedakâr talebesi Hafız Ali’nin vefatının ardından şöyle demişti: “Ben hem kendimi, hem sizi, Risâle-i Nur’u tâziye ve merhum Hâfız Ali’yi ve Denizli Mezaristanını tebrik ediyorum. Meyve Risâlesinin hakikatini ilmelyakîn ile bilen bu kahraman kardeşimiz, aynelyakîn ve hakkalyakîn makamına çıkmak için, kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda âlem-i ervahta seyahate gitti ve tam vazifesini yapıp terhisle istirahate çekildi.” Hafız Ali’yi misafir ettiği için Denizli Mezaristanı’nın tebrik edilmesi çok manidardır.
Ölümü Bismillah ile karşılayabilmek için, hayatımızda Bismillahı yaşamamız gerekiyor sanırım.
Fani dünyanın kasvetli havasından kurtulmak için huzur ve sükûn mekânı mezarlıkları ziyaret etmemiz gerektiği gibi... Ne mutlu ölümün hakikatını anlayabilenlere... Selâm olsun, öldüğünde, ardındakiler ağlarken, mezarlığını güldürebilenlere...
23.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|