Yazımızın başlığı iki kelimeden ibarettir, ama bu iki kelimenin içini doldurmak oldukça zordur, hatta biraz da imkânsızdır. Zira “zengin” dendiği zaman ardı arkası kesilmeyen bir dizi soru onu takip edebilir. Hangi alanda, ne kadar, nasıl, kime göre, maddî mi, manevî mi, dünyevî mi, uhrevî mi? Vesaire.. Aynı şekilde, “fakir” dendiğinde de peşinden aynı sorular gelebilir..
Şahıslar bazında bu böyle olduğu gibi, ülkeler bazında da kaide değişmez. Yani “zengin” olarak tanınan şahısların sayısız fakirlikleri olduğu gibi, “fakir” olarak bilinen şahısların da sayısız zenginlikleri vardır. Türkiye zenginlerinden merhum Sakıp Sabancı’nın ibret verici bir ifadesi vardı: “Param var, servetim var, fabrikalarım var, ama çocuğuma (sakat olduğu için) bir ayakkabı alamıyorum.” Yine merhum Vehbi Koç, mide ve çeşitli hastalıklarından dolayı, iştahla soğan ekmek yiyen işçilerini adeta kıskanırmış..
Ülkeler ve milletler bazında da aynı paradokslar mevcuttur. Nice zengin ülkeler ve milletler var ki, fakir olarak bilinen milletlerin fakir ülkelerindeki bazı güzellikleri ve zenginlikleri adeta ağız suyu akıtarak, imrenerek seyrederler, konuşurlar..
Aslında zengin ve fakir ülkelerin yöneticilerini birbirleriyle karşılaştırdığınızda aralarında önemli bir fark bulamazsınız. Gerçi ülkeyi iyi veya kötü yönetmek belirleyici bir faktördür, ama her şey tamamen buna bağlı da değildir. Irk ve deri rengi de önemli değildir. Kendi ülkelerinde tembel olarak tanınan işçiler aslında zengin Avrupa ülkelerinin arkasındaki ana üretici güçtür. Peki, o zaman aradaki fark nereden gelmektedir?
Uzmanlar diyorlar ki:
Fark uzun yıllardır kültür ve eğitim ile içlerine işlenen değişik bakış açısıdır. Zengin ve kalkınmış ülke insanlarının davranışlarını incelediğimizde, büyük bir çoğunluğun şu prensiplere kalben inandığı görülür:
“1. Temel ahlâk kuralları. 2. Dürüstlük. 3. Sorumluluk. 4. Kanun ve kurallara saygı. 5. Başkalarının hakkına saygı. 6. Çalışkanlık. 7. Tasarruf ve yatırıma inanç. 8. İrade. 9. Dakiklik.
“Biz doğru bakış açısına sahip olamadığımız için fakiriz.”
“Zengin ve kalkınmış ülkeleri o noktaya getiren prensiplere uymak ve bunları çocuklarımıza öğretmek azmimiz olmadığı için hâlâ fakiriz.”
“Biz; tabiî kaynaklarımız olmadığından fakir değiliz. Kader bizi fakirliğe mahkûm etmiş de değildir. Bizim muhtaç olduğumuz şey doğru bakış açısıdır.”
“Zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark ülkelerin yaşı değildir. Meselâ Hindistan ve Mısır gibi ülkelerin iki bin yıldan fazla geçmişi vardır ve fakirdirler. Öbür taraftan Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi 150 sene önce isimleri bilinmeyen ülkeler kalkınmış ve zengin ülkelerdir.”
“Doğal kaynakların var olup olmaması da zenginlik ve fakirlik ölçüsü olmuyor. Japonya ufacık bir adaya sıkışmış, yüzde 80 arazisi tarıma ve hayvancılığa uygun olmayan bir ülkedir, ama zengindir. Ülke dev bir yüzer fabrika gibidir, bütün dünyadan hammadde ithal eder, sonra da bütün dünyaya hazır ürün ihraç eder.”
“Kakao yetiştirmeyen, ancak dünyanın en kaliteli çikolatasını üreten ülke İsviçre’dir. Kısa süren yaz döneminde toprağı da ekerler, hayvancılık da yaparlar. Ürettikleri süt ürünleri en iyi kalitededir. Bu ufak ülke yansıttığı güvenli, düzenli ve çalışkan ülke imajı sayesinde dünyanın para kasası olmayı da başarmıştır.”
Evet, uzmanlarımız böyle tesbitler yaparken, biz de cehaleti, zarureti (fakirliği) ve ihtilâfı düşman olarak vasıflandırıp, bunlara karşı marifet, san’at ve ittifak çarelerini tavsiye eden Bediüzzaman’dan bir anekdotla yazımızı noktalayalım:
“Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin, oranın müftüsü birkaç defa bana dedi: ‘Ahalimiz fakirdir.’ Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. ‘Fesübhânallah,’ dedim. ‘Bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir.’ Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle beraber, o merhum müftü ‘Ahalimiz fakirdir’ diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıat vardır.” (İktisat Risâlesi, Yedinci Nükte)
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|