Son yıllarda dindarları saran dünyevîleşme hastalığından çok şikâyet ediyoruz. Özellikle iktidar siyasetinin getirdiği hızlı zenginleşme furyasının farklı alanlarda ne gibi sancılar getirdiğini de görüyoruz.
Bu yönelişin insanı sürüklediği uçurumların farkına varanlarca yapılan ikazların, “Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz?” sorgulamalarının son derece hayatî öneme sahip olduğu bir süreçteyiz.
Hastalık ve kaynağı isabetli teşhis edilecek ki, çare ve tedavi arayışı aşamasına geçilebilsin...
Ancak işi sadece teşhis aşamasında bırakıp, çözüm bahsini muallâkta tutmak da çok yanlış.
Sürekli yakınmak ve eleştirmek yerine, çözüm üretmek, yani girilen sath-ı mailde dünyevî cazibelere kapılan nazarları uhrevî hedeflere, kabirden sonraki ebedî hayata, iman kurtarma dâvâsına, rıza-yı İlâhîyi kazanma idealine çevirmek için çok yoğun şekilde çalışmak gerekiyor.
Bunun yolu da, şevk ve heyecanla yapılan iman derslerinin canlandırılmasından ve ibadet iştiyakını nefsanî eğilimlere baskın kılacak bir manevî “sinerji”nin kazanılmasından geçmekte.
Bu psikolojiyi yakalamanın eşsiz fırsatlarıyla dolu bir “manevî ve uhrevî ticaret mevsimi” olan Ramazan’ın sonlarına doğru yaklaşıyoruz.
Manevî kazanç vesilesi olan amel ve ibadetlerin bire bin semere verdiği Ramazan’ın özellikle son on gününde bu “tempo”nun giderek yükselen bir seyir içine girdiği, dolayısıyla içinde Kadir Gecesini saklama ihtimali daha da kuvvetli olan bu on günün diğer günlerden farklı bir hassasiyetle değerlendirilmesi tavsiyesi, hadis-i şeriflerle bizlere verilen çok önemli bir mesaj.
Bayram Yüksel’in anlattığına göre, Bediüzzaman Hazretleri, Peygamber Sünnetinin de çağımızdaki en önemli takipçisi olarak, bu on güne girildiğinde bir manevî seferberlik başlatır; talebelerini geceleri uyutmayıp, ibadet, kıraat, tefekkür, tezekkürle geçirmeleri için teşvik edermiş.
Her halde bizim de bu manevî kazançlardan hissemizi alabilmek için benzer bir gayret içinde olmamız; bu gün ve geceleri, fâni ömür dakikalarını bâkileştirme, dünyevîleşme hastalığının getirdiği tortu ve ârazlardan olabildiğince arınıp uhrevîleşmeye yönelme fırsatı olarak en iyi şekilde değerlendirmeye çalışmamız gerekiyor.
Tabiî, uhrevîleşme deyince, bundan, dünyayı ve dünyevî işleri tamamen terk edip, uzlete çekilmiş bir derviş hayatını anlamamak lâzım. Üstadın verdiği “dünyayı kesben değil, kalben terk” ölçüsü, böyle bir yoruma imkân vermiyor.
Sahabe mesleği de o değil. Sahabe, dünyayı kesben terk etmemiş. Hattâ bazı Sahabîler, dönemin “medenî”lerinden daha ileri gidip, dünyaya medeniyet dersi veren öncüler olmuşlar.
Ama bunu yaparken, Kur’ân’ın ve Peygamber tebliğinin saff-ı evvel muhatapları olarak, kalben hiçbir zaman dünyaya bağlanmamış, hep rıza-yı İlâhî ve ebedî hayatı esas ittihaz etmişler.
Sahabe mesleğinin ahirzamandaki takipçileri de hayatlarını bu anlayışla tanzim etmek durumundalar ve o gayretle yola devam ediyorlar.
Zamanın şartlarının ağırlığına merhameten İlâhî bir lütuf ve ikram olarak bahşedilen “şirket-i maneviye-i uhreviye” sistemi, bu hassas ve zor vazifenin ifasını kolaylaştıran bir mazhariyet.
Ne mutlu bu şirketin mensubu olanlara ve ihlâs, sebat, sadakat ve takvadaki derecesine göre buradaki ortaklık hissesini arttırabilenlere.
Gerçek şu ki, astronomik fiyatlarla ve sınırsız yiyecek-içecek vaadleriyle kurulan gösterişli iftar ve sahur sofralarının reklam edilmesi; ekranlardaki Ramazan programlarında tesettür ölçülerini kaale almayan karma ilâhi gruplarının boy göstermesi; bazı belediyelerin şenlik adı altında Ramazan’la hiç bağdaşmayan etkinlikleri gibi “bid’at”larda görüldüğü üzere, bizatihî Ramazan’ın dahi dindarları dünyevîleştirmek için kullanılmak istendiği dehşetli bir zamanda böyle bir manevî dayanağın önemi daha da artıyor.
Kadir Geceniz şimdiden mübarek olsun...
21.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|