BİLHASSA Selçuklu ve Osmanlı devletinin kuruluş
ve yükseliş devrelerinin mayasında, tarikatların birinci derecede rol oynadığını kim inkâr edebilir? Osmanlı askeri dahil, hemen her meslek bir tarikate dayanıyordu. Tophane berduşları bile bir tarikate mensuptu. Ona göre yönlendiriliyor ve zararlı faaliyetleri engelleniyor; cesaret ve güçleri; caydırıcı bir güç olarak zalim ve haksızlara yönlendiriliyordu. Ancak, 18. asrın ilk yarısından sonra, sanayi devriyle palazlanan materyalist, pozitivist, sekülarist ve benzeri felsefî akımlar mânevî hayatı zedeledi. O devrede Kur’ân etrafındaki surlar da yıkıldı. Medrese, tekye ve zaviyeler de birer surdu. Kendilerini yenileyemediğinden fonksiyonlarını kaybetmişti. Eski zamanın ilmî ve fikrî malzemesiyle tanzim edilen tasavvuf ve tarikat yolu da kendilerini yenileyemedi. Dolayısıyla fonksiyonunu icra edemedi.
Bu gelişmeler karşısında Bediüzzaman’ın tasavvufa getirdiği çağdaş açılım ile geliştirdiği yeni metotlar tam anlaşılamadığından; bazen de kasten yanlış anlatıldığından bu konu üzerinden biraz durmak istiyoruz. Bediüzzaman “Zaman tarikat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsiz Cennete gidenler çoktur, imansız Cennete giden yoktur” 2 der. Onun bu tesbitinden tasavvuf ve tarikata karşı olduğu zehabına kapılabilir miyiz? Hayır! Öyleyse ne demek istiyor? Tasavvuf ve tarikat için şu tesbitlerde bulunan Bediüzzaman, tarikata karşı olabilir mi:
Tasavvuf, velâyet, seyr ü sülûk namları altında şirin, nurânî, neşeli, ruhanî bir kudsî hakikattir.3 Marifet, yâni, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyıp imân hakikatlerini, Peygamberimizin (asm) Mî’rac mu’cizesinin gölgesi, mânevî gözetimi ve koruması altında, kalb ayağıyla ruhânî bir yolculuk neticesinde, zevkî, hâlî (yaşamaya, iç duyuşa) ve bir derece imân ve Kur’ân hakikatlerine mazhariyettir. 4 İslâmiyetin mükemmelliğini, nuraniyetini gösteren bir sırrı; insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla yükselmesinin madeni ve feyiz kaynağı olan tarikat; dalâletin hücûmu zamanında imânı muhafaza etmiştir. 5 Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. 6 Seyr ü sülûk-i kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin güzellikleri sayılmakla tükenmez…
Birçok âlimin, tarikatların zikir ve virdleri bid’a (sonradan uydurulmuş, İslâma sokulmuş) diye değerlendirdiği halde, Bediüzzaman şu muhteşem ölçüyü getirir ve onları hücumlardan kurtarır:
“Ahkâm-ı ubudiyette (kulluk, ibadete dair hükümlerde) yeni icadlar bid’attır. Bid’atlar ise, ‘Bugün sizin dininizi kemale erdirdim’7 sırrına münafi (aykırı) olduğu için, merduttur, reddedilmiştir. Fakat, tarikatte evrad ve ezkâr (her zaman dilde doşaşan, tekrarlanan duâ ve zikirler) ve meşrepler nev’inden olsa ve asılları Kitap ve Sünnetten ahzedilmek (alınmak) şartıyla, ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı sûrette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esasat (yerleşmiş, karar kılınmış), Sünnet-i Seniyyeye muhalefet ve tağyir etmemek (bozmamak ve değiştirmemek) şartıyla, bid’a değillerdir.” 8
Şu halde, “Zaman tarikat zamanı değil!” derken ona cephe almıyor. Yalnız, seyr-i sülûk-u kalbî ile, tarîkat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkülat bulunmasından; 9 eski zamanda tasnif edilen metot ve yapılanmayla hedefe ulaşılamayacağını vurguluyor.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 73.; 2- Kastamonu Lâhikası, s. 52.; 3- Mektubat, s. 428.; 4- Mektubat, s. 503.; 5- Mektûbât, s. 429-430; 6- Maide: 3.; 7- Lem’alar, s. 61. 8- Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat, s. 505.; 9- Emirdağ Lâhikası-I, s. 237-238.
20.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|