|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Hayat üç gündür |
|
“Allahım! Bu günün bereketinden nasibimi bol eyle.
Hayırlara ulaşma yolunu kolaylaştır.
İyi amellerimin kabulünden beni mahrum bırakma.”
Hz. Peygamber Efendimiz (asm)
Şu sıralar sık sık uykularım kaçar oldu. Hamdolsun, şikâyetçi değilim. Vakit yetmiyor derdinden kurtuldum. Yapılacak o kadar iş var ki!.. En başta, güne duâyla başlamak... Ruhu arıtıyor, kalbi dinlendiriyor. Ve ardından salâvatlar. Derin bir nefes aldırıyor insana.
Rahmetin nasıl lâtif bir hava gibi yayıldığını, her şeyi kapladığını o an hissediyorsunuz. İçinize huzur doluyor. Bir başka gün doğuyor ömrünüze. Ne mutlu size.
Belki de en uzun bir gün olacak bu. Belki de bu günle beraber yeniden doğacaksınız. Ne mutlu. Gözünüz ve gönlünüz aydın olsun. Yeniden hayata “Bismillah” ile başlamak; yüreğinizde bir beyazlık, içinizde bir hafiflik duymak ne güzel. Şimdi gözünüzü gezdirdiğiniz yerlerdesiniz. Sevinçten uçacak gibisiniz. Sanki affedilmiş, bütün günahlarınızın ağırlığından kurtulmuşsunuz. Ve bırakıyorsunuz kendinizi Ziya Osman Saba’nın mısralarına:
“Şu güzel gün, şu çocuk, yanı başındaki anne... / Sen koymuşsun, Allahım, her şeyi bu düzene! / Şu günü göstermiş, geceyi bitirmişsin, / Hasret kavuşturmuş, gözyaşı dindirmişsin, / Garip gönlümü almış, beni sevindirmişsin... / Kavuşmuş dünyasına herkes, uyumuş uykusunu. / Esen rüzgâr iletiyor / Bembeyaz bulutların kokusunu... / Bir nurdur dökülüyor doğan günden yüzüme, / Bakıyorum, şu âlem görünüyor gözüme...”
Dil kalbin elçisi, kalbi temiz olanın, dili de temiz oluyor.
Söz veriyorsunuz. Bugün kimseye üstten bakmamaya ve kalbinize bir kir, bir çamur sıçratmamaya. Bir hatayı tekrarlamamaya. Dilinizi boş sözden, kalbinizi kötü zandan korumaya. Söz veriyorsunuz arınmaya. Gözyaşlarınız şahidiniz.
Belki de akşama varamadan. Son bir gün olabilir bugün. Ne olur, ne olmaz diyorsunuz. Dikkatli yaşamaya, Allah (cc) ile olmaya söz veriyorsunuz. Korku ve keder bulutları dağılıyor. Allahım ne günlerin varmış. Ne kadar da gafletteymişim meğer deyip, hayıflanıyorsunuz...
Evet, böyle bir günden mahrum kalan, bir aydan da, bir yıldan da mahrum kalabilir. Günü yakalamak isteyen, sabah erken kalkmalı. Elde fırsat varken, uyanmalı ve o günü yakalamalı. Ha gayret... Dert çekmeyen rahatlığı bilmez. Yeşim taşı da topraktan çıkar ama, işlenmeyince mücevher olmaz. Ha gayret... Güzel bir günün, güzel bir ömrün kuyumcusu olalım. Biraz dikkat, biraz da sabırla. Az daha derin yaşayalım, az daha derin kazalım hayatı şu öyküdeki gibi. Hepsi bu...
Amerika’da altın arama çılgınlığının yaşandığı günlerdi. Kaliforniya’da altın arayan iki kardeş vardı. Ellerinde avuçlarında ne varsa satmış ve bir altın madeni satın almışlardı.
Bütün işaretler, sahip oldukları madende büyük bir altın damarının olduğu yönündeydi. Ancak, ne kadar kazdılarsa da bir türlü altına ulaşamadılar. Sonunda sabırları da, paraları gibi bitti ve madeni birkaç yüz dolara bir başkasına sattılar.
Madeni satın alan adam ilk iş olarak kendisine bir maden mühendisi tuttu ve araziyi inceletti.
Mühendis yaptığı araştırmalar sonucunda, iki kardeşin kazı yaptığı yerde kazı yapmaya devam etmenin en akıllıca fikir olduğunu söyledi.
Kazıya iki kardeşin bıraktığı yerden devam eden adam, yaklaşık bir metre daha kazdıktan sonra büyük altın damarını buldu ve büyük bir servete kavuştu.
Eğer o iki kardeş, biraz daha sabırlı olsalardı, bu büyük servet onların olacaktı.
...
Yatakta geçen güne, sakın ömürdendir deme. Küçük vesveseleri, küçük kederleri boş ver. Biraz kıpırdanınca onlar hemen giderler. Bir çuval cevize, yumruk kadar taş yeter. Koz vermeyelim nefsimize. Sözüne uymayalım. Bilmediğimiz yola sapmayalım. Bilinmeyen yolun çukuru çok olur. Üste başa bulaşan çamurlar yıkanır, çıkar, ama kalbe bulaşan kirler tövbesiz çıkmaz.
İnsan bir nimeti kaybetmeden anlayamıyor. Bazen oluyor ki, bir dakikayı arıyoruz. Öyle bir zaman gelecek ki, bu günü çok arayacağız. Hayat üç gün derler, ama geçmiş ve gelecek günlerin bize bir faydası yok. Geriye sadece bir gün kalıyor. Öyle ise soralım bir hayat kaç gün? Hayat bir gündür. O da belki bu gündür.
Geçiyor hayat, bitiyor ömür. “Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.” (Bediüzzaman)
Bin rüya, bin uyku, bir hayırlı uyanışa, bir hayırlı kalkışa değmiyor. Rüyada yiyen adam, doydum sanır, ama uyanınca anlar ki, midesi boştur ve açtır. Hayat denilen uykuda doydum sananları, gerçekten uyanacakları ahiret hayatında sahici bir açlık bekliyor. Rabbim muhafaza eylesin. Âmin.
...
Bir bakalım. Bizden öncekiler nerede? Dünya bu işte. Niceleri gelip neler istediler, sonunda bu dünyayı bırakıp gitmediler mi? Biz hiç gitmeyecek gibiyiz sanki. İnanın o gidenler de hep bizim gibiydiler. Bu oyuna bari biz bir son verelim. Elveda aldanış, elveda boş yıllar, deyip uyanalım.
Merhaba taze gün, merhaba yeni hayat, merhaba doğan gün. Annemden doğduğum gibi tertemiz gün merhaba. Hayatımın ilk gününe, belki de son gününe merhaba. Hz. Peygamber (asm), “Akıllı insan kendini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır” buyuruyor. İnce bir hesaba ne dersiniz?..
...
İki dost, hayat üzerine konuşuyorlardı. Biri, “Ben kendime hep şunu derim; ‘Her gününü, o gün hayattaki son gününmüş gibi yaşa’” dedi.
Diğeri, “Çok güzel. Buna bir ilâvem olacak. Karşılaştığın her insana, o insan, dünyada son gününü yaşıyormuş gibi davran” dedi.
Ders alalım bu konuşmadan. Hayalim beni Bediüzzaman Hazretlerinin Eyüp Sultan Kabristanı ve Camii’nde yaşadığı bir hatıraya götürdü. Rahmet duâsı ve şefaatçimiz olması dileğiyle. Ne diyordu hatırlayalım:
“Kalbime ihtar edildi ki:
“Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul, içinde vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul’un halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîr’in hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın; sen de gideceksin.
“Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüp Camiinin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul’da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul’dan da çıkacağım, diğer bir gün de dünyadan çıkacağım.
“(...) Ara sıra sinemaya ibret için gittiğimden, bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada, sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer sûretinde gösterdikleri gibi, aynen ben de, o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı, sinemada, gezer gibi görülüyor; ileride kat'iyyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör. Onlar da cenazelerdir, geziyorlar.” (Lem’alar, s. 295)
...
Gördüğü hayal değil hakikat olunca, her bir sözü de ruhta iz bırakıyor. Hayatı ve ölümü bu kadar ciddiye alan ve ince eleyip sık dokuyan ne bir esere, ne de bir insana rastlamadım. 1960 yılının 23 Mart’ında, yine böyle mübarek bir Ramazan ayında vefat eden Üstadımızdan Rabbim razı olsun, mekânını cennet eylesin. Şefaatçimiz olsun İnşaallah.
...
Son söz:
Benim dilimde aileme karşı bir sivrilik vardı ve bundan kurtulamıyordum. Bu durumu Resulullah’a (asm) anlattım, buyurdular ki:
“İstiğfar nerede kaldı ey Huzeyfe? Ben her gün yüz defa Allah’a istiğfar ediyorum.” (Ahmed, El Müsned, 5/396-397)
Ebû Musa da (ra) Resûlullah’ın (asm) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Ben günde yüz defa Allah’tan istiğfar diliyor ve O’na tövbe ediyorum.” (Taberani, ed-Duâ, nr. 1810)
Nesâî, Ebû Musa’dan rivayet eder:
“Bizler otururken Resulullah (asm) geldi ve buyurdu ki: Sabahladığım her günde mutlaka Allah’tan yüz defa istiğfar dilerim.” (Nesai, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle, nr. 441)
...
İmam Ahmed, Ebû Davud, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce, İbni Ömer’den (r.a) şöyle rivayet eder:
“Bizler bir tek mecliste Resulullah’ın (asm) yüz defa, ‘Allahım! Beni bağışla ve tövbemi kabul et. Muhakkak ki sen tövbeleri kabul eden ve çok merhametli olansın!’ dediğini sayardık.”
Nesâî, Ebû Hüreyre’den (r.a) şöyle rivayet eder:
“Ben, Resulûllah’tan daha fazla, ‘Allah’tan bağışlanmamı diler ve O'na tövbe ederim!’ sözünü söyleyen birini görmedim.”
İmam Ahmed, Hz. Âişe (r.anhâ) validemizden şöyle rivayet eder:
“Resulullah (asm) şöyle derdi: Allahım! Beni, iyilik yaptıkları zaman müjdelenen ve kötülük yaptıklarında da istiğfar edenlerden eyle!”
...
Bir hadis-i şerifte Resulullah (a.s.m) şöyle buyurur:
Bir kul günah işler ve, “Yâ Rabbi, bir günah işledim, sen beni mağfiret et!” der. Cenâb-ı Hak da, “Kulum, günahları bağışlayan ve ondan dolayı hesaba çeken bir Rabbi bulunduğunu bildi, ben de kulumu bağışladım!” buyurur. (Buhari, nr. 7507; Müslim, Tevbe, 29)
...
Allahım, mübarek Ramazan hürmetine, Kadir Gecesi hürmetine affeyle. Yazdıklarımızı, okuduklarımızı, söylediklerimizi ve dinlediklerimizi ihlâsla yapılmış ameller arasına dahil eyle. Hz. Peygamberimize sonsuza kadar salât-ü selâm olsun.
Hz. Aişe (r.a.) validemiz: “Yâ Resulallah! Bir gecenin Kadir Gecesi olduğunu anlarsam, o gece ne diyeyim?” diye sordu.
Hz. Peygamberimiz (asm), “Allahım! Sen affedicisin, affı seversin, günahları bağışlamayı seversin, benim günahlarımı da bağışla,” diye duâ etmesini buyurdu.
Ne demişler, her geleni Hızır, her geceyi Kadir bil. Duâmızı unutmayalım. Hayat üç gündür. Ama siz hayatı bu günden ibaret bilin. Yeniden doğmaya, yeniden yaşamaya hazırlanın İnşaallah. Belki de başka bir gün hiç olmayacaktır.
Not: Rıfat Bulut Amcamızın vefatını geç öğrendik. Rabbimiz, kendisinden ve hizmetlerinden razı olsun. Ruhuna binler Fatihalarla...
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Adab ve ahlâk |
|
Eyüp Bey: “Âdâb-ı muâşeret nedir? Ne değildir?”
Günümüzde kısaca “görgü” de denen “âdâb-ı muaşeret”, sınırları vahy-i İlâhî tarafından tesbit edilen davranış kurallarından ibarettir. Başka bir ifadeyle, Allah’ın razı olabileceği ölçülerde davranış sergilemektir. Davranışlarımızda Allah’ın razı olabileceği ölçüleri ise Sünnet-i Seniyyeden alıyoruz. Bu durumda âdâb-ı muâşeret için, Sünnet-i Seniyyeye uygun davranışlar şeklinde bir tarif getirmemiz de mümkün. Böyle olunca Sünnet-i Seniyyeye uymayan veya Sünnet-i Seniyyeden alınmayan davranışlara ne âdâb, ne de görgü diyemeyiz. Başka bir ifadeyle “Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen” Allah Resûlü (asm), âdâb-ı muâşeret olarak nitelediğimiz “güzel davranışlar” serisini ya bizzat göstermiş, ya da bize ışık tutacak temel ölçüler ve ana kriterler koymuştur. “Beni Rabbim edeplendirdi! Edebimi ne güzel yaptı!” 1 buyuran Allah Resûlü’nün (asm) tasvip etmediği davranışları ise “güzel davranışlar” silsilesinde zikretmemiz mümkün değildir. Böyle olunca da meselâ erkekle kadının tokalaşmasını veya bir meselede Allah’ın merhametinden fazla merhamet göstermeye çalışmayı “âdâb-ı muaşeret”ten saymamıza imkân yoktur.
Hazret-i Muâz (ra) anlatıyor: “Allah Resûlü (asm) bana şöyle tavsiyede bulundu: ‘Ya Muâz! Allah’tan kork! Doğru sözlü ol! Verdiğin sözde dur! Emanete riâyet et! Hıyanet etme! Komşu hakkını koru! Öksüze merhamet et! Tatlı sözlü ol! Herkese selâm ver! Amelini güzel yap! Emelini kısa tut! Uzun kuruntulardan vazgeç! İmanını koru! Kur’ân’ı anla! Âhireti sev! Hesabı düşün! Herkese şefkat kanatlarını ger! İlim ve hikmet sahiplerine kötü söz söyleme! Doğruyu yalanlama! Günahkâra itaat etme! Âdil devlet başkanına isyan etme! Yeryüzünde bozgunculuk çıkarma! Nerede olursan ol; takva üzere ol ve Allah’tan kork! Her günahın akabinde tevbe et! Gizli günah işledinse gizli; açık günah işledinse açık tevbe et!” 2
Sa’d b. Hişam (ra) anlatıyor: Bir gün Hazret-i Âişe’nin (ra) huzuruna girdim ve Resûl-i Ekrem’in (asm) ahlâkından sordum. Bana:
“Kur’ân okumuyor musun?” dedi.
“Evet; okuyorum!” dedim.
“Resûlullah’ın (asm) ahlâkı Kur’ân’dan ibarettir!” dedi. 3
Kur’ân-ı Mû’cizü’l-Beyan, Resûl-i Ekrem’in (asm) büyük bir ahlâk üzere olduğunu 4 ; ümmetine düşkün ve merhametli bulunduğunu 5 ; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Resûlullah’ın (asm) en güzel bir örnek teşkil ettiğini 6 ; Allah’ı sevenin, bu sevgisini ancak Resûlullah’a (asm) ittibâ ile gösterebileceğini 7 beyan eder ve mü’minleri Allah’a ve Allah’ın Resûlüne (asm) itaat etmeye çağırır.
Abdullah b. Mes’ud’un rivayet ettiği bir hadîs-i şerife göre ise; Kur’ân Allah’ın edep sofrasıdır; mü’minler güçlerinin yettiğince Allah’ın edep sofrasından bilgi ve hikmet toplamalıdır.
Bu durumda bir Müslümanın, davranışlarını Allah’ın razı olabileceği ölçülere göre tanzim etmesi, yani gücünün yettiğince Sünnet-i Seniyyeyi yaşaması en öncelikli görevleri arasındadır. Sünnet-i Seniyye dediğimiz davranış örnekleri, bir Müslüman için âdâb-ı muâşeretten başka bir şey değildir. Ya da bir Müslümanın âdâb-ı muaşereti, Sünnet-i Seniyyeden başka bir şey değildir. Esasında sünnet-i seniyye, yeryüzündeki bütün insanlar için de en güzel görgü kurallarını ihtivâ etmektedir. Zira Hz. Peygamber’in sünnet-i seniyyesi, tâbir-i diğerle getirdiği İslâmiyet, beşerin ‘din-i fıtrîsi’dir, yani insan yaratılışına en uygun dindir.
Bu durumda görgülü olmanın ve bir Müslümanın âdetini ibadete çevirmesinin yolu da, Sünnet-i Seniyyeye ittibadan geçmektedir. 8
Dipnotlar:
1- Keşfü'l-Hafâ,1:70;
2- Beyhakî, Şuâb’ül-Îman
3- Müslim, Salâtü’l-Misâfirîn, 139
4- Kalem Sûresi, Âyet:4
5- Tevbe Sûresi, Âyet:128
6- Ahzâb Sûresi, Âyet:21
7- Âl-i İmran Sûresi, Âyet:31
8- Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 58
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kabirde Cennet hayatı yaşamak |
|
Ogün onların ağızlarını mühürleriz; elleri bize onların yaptıklarını anlatır, ayakları kazandıkları günahlara şahitlik eder.” Yasin Sûresi’nin 65. âyetinde böyle buyuruluyor. Ölümden sonraki hayat dünyadakinden farklıdır. Artık imtihan bitmiş, sonuçlar bir bir okunmaya başlanmıştır.
O günler farklı günlerdir. Kabirde, Mahşer gününde insanın bütün uzuvları konuşur. Yerler bile şahitlik eder. İnsan yeryüzünün halifesi olduğu, görevi yerleri, gökleri, bütün mahlûkatı ilgilendirdiği için yeri ve zamanı gelince yer de, gök de dile gelir; bilgi, duygu ve düşüncelerini anlatırlar. Meselâ yaratılışlarını, sayısız incelik ve hikmetlerini kavramaktan âciz bir insanın ölümüyle gökler ağlamazken, hatta sevinirken, yaratılış gayesine uygun tarzda bir ömür süren mü’min için gözyaşı dökerler. Görmesini, okumasını bilenler için her varlık lisan-ı hâl ve kàl ile birşeyler anlatır, mesajlarını sunarlar insanlar için.
Kabrin de hergün “Ben gurbet eviyim. Ben yalnızlık yeriyim. Ben toprak eviyim. Ben kurtlar yuvasıyım” diye seslendiğini bir hadis-i şeriften öğreniyoruz. Az çok düşünen insan, kabrin lisan-ı hâlinden bunu hisseder. Bu mesaj şuurlu mü’minin nazarında o gurbet yuvası, yalnızlık yurdunda yalnız kalmak, yalnızlık hissetmemek için hazırlık yapması gerektiğini hatırlatır. Her şeyin sonuçta ilk geldiği yer olan toprağa gidip çürüyüp gitmeden kurtulabilmek, kurtlara, yılanlara çıyanlara yem olmamak için tedbir alması gerektiğini hissettirir. İman ve onu takviye eden salih amellerin herbiri ona karşı alınabilecek en kestirme çözümlerdir. Meselâ okunan Kur’ân candaş bir arkadaş hâlinde o yalnızlık diyarında bize ses olur, dost alır, sıkıntı ve dertlerimizi giderir.
Kıyamet kopuncaya kadar kalacaktır ölen her kişi kabirde. Ama bu süre bazıları için uzun da olsa kısa gelirken, bazılarına göre ise bitmez, tükenmez olur. Kabri Cennet bahçesine dönmüş salih amel sahibi kişi yaşadığı, müşahede ettiği o güzellikler karşısında öyle mutlu olur ki yılların, hatta asırların dahi nasıl çabuk geçtiğinin farkında bile olamaz. “Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur”1 ihtarı insanın en önemli meselesinin kabrini Cehennem çukuru hâline gelmekten kurtarıp Cennet bahçesi hâline döndürmek olduğunu ihtar eder.
Yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliyanın şehadetiyle kabri Cennet bahçesine çevirmenin yolu gönülden inanmak ve inandığı gibi yaşamaktan geçer. Bir hadis-i şerifte dikkat çekildiği gibi kabrinde bir kapının açılıp sabah akşam Cennet bahçesinin gösterilmesi2 kadar kişiyi orada mutlu edebilecek başka ne olabilir?
Hazırlık noktasında gelecek adına hiç ihmal edilmemesi gereken bir husus değil midir bu?
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Zühd: 4; Neseî, Cenaiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31. 2- Buharî, Rikak: 2; Müslim, Cennet: 65; İbni Mâce, Zühd: 32.
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ramazan programları |
|
Ramazan ayı daha gelmeden, dine en muarız ve dindarları en fazla inciten gazetelerde bile bir "Ramazan furyası"dır başlar; başını alıp gider...
Son yıllarda bu furyaya televizyon kanalları dahil oldu, hatta bir adım öne geçti de denilebilir.
Ara sıra da olsa, bunların bir kısmını takip etmeye çalışıyoruz.
Ne yazık ki, bu programların yarıdan fazlasının Ramazan ayının kudsiyetiyle, mübareketiyle uzaktan yakından bir alâkası yok.
Ramazan, bir mânevî ticaret ayıdır. Bunları yaptığı ise, serapa sazlı–cazlı eğlence, şaklabanlık, İslâmın ruhuna aykırı söz ve davranışlardır.
Ayrıca, bunların temelde maddiyat ve reyting diye bir dertleri vardır ki, sundukları programlar baştan ayağa sululuk, riyâkârlık, münafıklık ve pazarlamacılık kokuyor.
Vakur şahsiyetlerin sundukları edepli programları tenzih ederiz.
Ne var ki, adına "Ramazan programları" denilenlerin ekseriyeti bırakın önünde oturup seyretmeye, bakmaya dahi değmez. Dahası, baktıkça sevaba değil, günaha giriyorsunuz.
İyisi mi, hiç seyretmeyerek, onları ademe mahkûm etmeye çalışmak.
Böylesinin daha sevap olduğuna inanıyoruz.
Evet, günahtan kaçınmak, içinde en büyük sevabı barındıran takvânın bir gereğidir.
Beyaz'ın kara günleri
Kendi kafasından uydurduğu münferit içtihatlarla büyük İslâm âlimlerine ters düşen Prof. Zekeriya Beyaz, şu sıralar en kara günlerini yaşıyor.
Dinin özüne uymayan ve milyonlarca Müslümanı rencide eden konuşmaları sebebiyle Fox tv'den kovulan Beyaz, katılmış olduğu Kanal 1'in "Teke tek" programında da, adeta kafasına balyoz gibi inen sorularla karşılaşarak büsbütün fenalaştı.
Beyaz'ı kızdıran "sevimsiz sorular", program yöneticisi Fatih Altaylı'dan çok katılımcılardan Murat Bardakçı'dan geldi.
Tarihçi Murat Bardakçı "Hocam, sizin titriniz ne? Yani, siz neyin prof'u oldunuz?"
Beyaz Hoca "Din sosyolojisi" diye cevap verince, Bardakçı şu açıklamayı yaptı:
"Hayır, siz ya İlahiyatçısınız, ya da sosyolog. Söyler misiniz, titriniz esas bunlardan hangisi?
Beyaz, "Sosyoloji" deyince, Bardakçı da Beyaz Hocayı küplere bindiren ve yerinden hop oturtup hop kaldırtan şu sözleri sarf etti:
"Hocam, buna göre siz sosyoloji profesörüsünüz. İlâhiyat ise, sizin hobiniz."
Kızgınlığından kelimeleri birbirine karıştıran Beyaz Hoca için, böylece bir kara sayfa daha açılmış oldu.
Biz de araştırdık, meğerse o gerçekten de İlâhiyat prof'u değilmiş.
Tarihin yorumu = 20 Eylül 1943
Kastamonu'dan Denizli'ye sevkiyat
Sekiz yıldır Kastamonu'da mecburi ikamete (sürgün) tabi tutulan Bediüzzaman Said Nursî, Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilmek üzere Ankara'ya gönderildi.
Güvenlik kuvvetlerinin nezaretinde Ankara'ya getirtilen Bediüzzaman, doğruca vali Nevzat Tandoğan'ın makamına çıkartıldı.
Valilik makamına çıkarılma hadisesi, Tandoğan'ın keyfi isteği ile gerçekleştirildi.
Ceberrut vali Tandoğan, Kastamonu valisi Mithat Altıok'un muvaffak olamadığı bir zulmü kendi elleriyle tatbik etmek istiyordu.
Tandoğan, inat ve ısrarla, Üstad Bediüzzaman'ın başındaki sarığı alıp yerine fötr şapkayı koymaya çalıştı; ancak, böyle bir şeye o da muvaffak olamadı. Üstelik, elindeki fötr şapkayı da kendisine "Bu sarık bu başla beraber çıkar. Ben ecdadınızı temsil ediyorum. Başından bulasın Nevzat!" diye bağıran Said Nursî'ye kaptırdı.
Üstad Bediüzzaman, orada valinin elinden çekerek almış olduğu bu fötr şapkayı tâ Denizli'ye kadar götürdü. Hatta, mahkemeye bile onunla çıktı. Ancak, onu haşa ki başına koymak için değil, iskemleye otururken minder olarak kullanmak için...
Bu hadisenin görgü şahidi ve kendisinden bizzat dinlediğimiz kişi, mahkemedeki mazlumlardan İnebolu'lu İbrahim Fakazlı'dır.
Ayetü'l–Kübrâ'nın neşri
Üstad Bediüzzaman ile yüz yirmiden fazla talebesinin Denizli Mahkemesine sevk edilmelerinin zahirî sebebi, Ayetü'l–Kübrâ isimli eserin İstanbul'da gizlice tabedilmesiydi.
Pekçok fütûhata yol açan bu harikulâde eseri tenkit niyetiyle okuyanların, içinde kànuna aykırı bir tek madde bulamamaları, üstelik imanlarını kurtarmaları, devrin hükûmetini hiddete getirdi.
İşte, Kastamonu'dan Denizli'yi sevkiyatın arka planında bu şiddetli hiddetin eseri vardı.
Buna mukabil, Denizli'nin âdil hakimleri, dokuz aylık sorgulamanın ardından, maznunlar hakkında oy birliğiyle beraat kararı vererek, Ayetü'l–Kübrâ'nın mânevî fütûhatını ayrıca tescil etmiş oldular.
Zorba vali Tandoğan ise, beraat kararından tam iki sene sonra, bir cinayet hadisesini kasten örtbas ettiğinin anlaşılması üzerine bunalıma girdi ve kendi silâhıyla kafasına kurşun sıkarak intihar etti.
* * *
Garip bir tecellidir ki, Bediüzzaman Hazretlerinin Afyon Hapishanesinden tahliyesi de, yine böyle bir 20 Eylül gününe (1949) rastlamıştı.
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Tarikat zamanı değil!” derken |
|
BİLHASSA Selçuklu ve Osmanlı devletinin kuruluş
ve yükseliş devrelerinin mayasında, tarikatların birinci derecede rol oynadığını kim inkâr edebilir? Osmanlı askeri dahil, hemen her meslek bir tarikate dayanıyordu. Tophane berduşları bile bir tarikate mensuptu. Ona göre yönlendiriliyor ve zararlı faaliyetleri engelleniyor; cesaret ve güçleri; caydırıcı bir güç olarak zalim ve haksızlara yönlendiriliyordu. Ancak, 18. asrın ilk yarısından sonra, sanayi devriyle palazlanan materyalist, pozitivist, sekülarist ve benzeri felsefî akımlar mânevî hayatı zedeledi. O devrede Kur’ân etrafındaki surlar da yıkıldı. Medrese, tekye ve zaviyeler de birer surdu. Kendilerini yenileyemediğinden fonksiyonlarını kaybetmişti. Eski zamanın ilmî ve fikrî malzemesiyle tanzim edilen tasavvuf ve tarikat yolu da kendilerini yenileyemedi. Dolayısıyla fonksiyonunu icra edemedi.
Bu gelişmeler karşısında Bediüzzaman’ın tasavvufa getirdiği çağdaş açılım ile geliştirdiği yeni metotlar tam anlaşılamadığından; bazen de kasten yanlış anlatıldığından bu konu üzerinden biraz durmak istiyoruz. Bediüzzaman “Zaman tarikat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsiz Cennete gidenler çoktur, imansız Cennete giden yoktur” 2 der. Onun bu tesbitinden tasavvuf ve tarikata karşı olduğu zehabına kapılabilir miyiz? Hayır! Öyleyse ne demek istiyor? Tasavvuf ve tarikat için şu tesbitlerde bulunan Bediüzzaman, tarikata karşı olabilir mi:
Tasavvuf, velâyet, seyr ü sülûk namları altında şirin, nurânî, neşeli, ruhanî bir kudsî hakikattir.3 Marifet, yâni, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyıp imân hakikatlerini, Peygamberimizin (asm) Mî’rac mu’cizesinin gölgesi, mânevî gözetimi ve koruması altında, kalb ayağıyla ruhânî bir yolculuk neticesinde, zevkî, hâlî (yaşamaya, iç duyuşa) ve bir derece imân ve Kur’ân hakikatlerine mazhariyettir. 4 İslâmiyetin mükemmelliğini, nuraniyetini gösteren bir sırrı; insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla yükselmesinin madeni ve feyiz kaynağı olan tarikat; dalâletin hücûmu zamanında imânı muhafaza etmiştir. 5 Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. 6 Seyr ü sülûk-i kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin güzellikleri sayılmakla tükenmez…
Birçok âlimin, tarikatların zikir ve virdleri bid’a (sonradan uydurulmuş, İslâma sokulmuş) diye değerlendirdiği halde, Bediüzzaman şu muhteşem ölçüyü getirir ve onları hücumlardan kurtarır:
“Ahkâm-ı ubudiyette (kulluk, ibadete dair hükümlerde) yeni icadlar bid’attır. Bid’atlar ise, ‘Bugün sizin dininizi kemale erdirdim’7 sırrına münafi (aykırı) olduğu için, merduttur, reddedilmiştir. Fakat, tarikatte evrad ve ezkâr (her zaman dilde doşaşan, tekrarlanan duâ ve zikirler) ve meşrepler nev’inden olsa ve asılları Kitap ve Sünnetten ahzedilmek (alınmak) şartıyla, ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı sûrette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esasat (yerleşmiş, karar kılınmış), Sünnet-i Seniyyeye muhalefet ve tağyir etmemek (bozmamak ve değiştirmemek) şartıyla, bid’a değillerdir.” 8
Şu halde, “Zaman tarikat zamanı değil!” derken ona cephe almıyor. Yalnız, seyr-i sülûk-u kalbî ile, tarîkat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkülat bulunmasından; 9 eski zamanda tasnif edilen metot ve yapılanmayla hedefe ulaşılamayacağını vurguluyor.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 73.; 2- Kastamonu Lâhikası, s. 52.; 3- Mektubat, s. 428.; 4- Mektubat, s. 503.; 5- Mektûbât, s. 429-430; 6- Maide: 3.; 7- Lem’alar, s. 61. 8- Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat, s. 505.; 9- Emirdağ Lâhikası-I, s. 237-238.
20.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Menhus ve bereketsiz bir para |
|
İnsan hep ‘daha yok mu?’ der
29. Mektup, Altıncı Kısım, Üçüncü Desise-i Şeytaniye tama’ dersini içeriyor. Tama’; aç gözlülük, hırs ve aşırı arzu anlamlarına geliyor. Bir başka tanım da, dünya lezzetlerini haram yollardan aramaktır. Tama’ın en kötüsü de insanlardan beklemektir. Ve daha dersin başında, bu zamanda tama’ ile çoklarının avlandığına dikkatler çekiliyor.
İnsan aşırı duygularının kurbanı oluyor. Zamanla bu duyguların esiri haline geliyor ve insanlıktan çıkıyor. Normalden uzaklaşan bütün duygular, ifrat ve tefrit olarak insanı yiyip bitiriyor. Bu uçlarda yaşayan insan, anormal bir duruma düşüyor ve gülünç hale geliyor.
En kötüsü de, insan aşırı duygular içerisinde Rabbine muhalefet etmeye başlıyor. O’nun verdiklerine rıza göstermemeye, yetinmemeye doğru gidiyor. Böylece haddi aşmış oluyor. Bu haliyle de doyurulması mümkün olmayan hislerin tatminine çabalıyor.
Bilinmesi gereken şu ki, insan, bütün dünya kendisine de verilse, şükür ve rıza yoksa, ‘daha yok mu?’ diyen bir yapıdadır. Yani fıtraten akliye, gadabiye ve şeheviye kuvvelerine bir had konulmamıştır. Dolayısıyla böyle bir yapının doyurulması diye bir şey söz konusu değildir.
İnsanı idare eden bu kuvvelere sadece din bir sınırlandırma getirmiştir. Onun da adı, ‘sıratı müstakim’dir. Onun için insandaki tama’ hissi ancak din ile tamir edilir. O zaman onun da adı, tefviz olmaktadır. Yani, helâl ve faydalı şeyleri kazanmaya çalışıp, sonucu Allah’tan beklemektir. Bu da tevekkül ile şükrün birleşimidir.
Bilerek ve isteyerek yapılan tercihlerden insan mes’ul
İnsan, maddî ve manevî ihtiyaçları olan bir varlıktır. Onun için, madde için mânânın ve mânâ için de maddenin terki tavsiye edilmemektedir. Yani, ‘Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışma’ prensibi uyulması gereken bir ölçüdür.
İnsan, tercihleriyle anlam kazanmaktadır.
İnsan, haram olduğunu bilerek, zarar olduğunu görerek, kaybetmeyi isteyerek attığı adımlarından mes’uldür. Bu akla uygun iş yapmamak olarak sefahet adını alır. Bu, apaçık elması kömüre tercihten başka bir şey değildir. Ama nefis ve şeytan elmasa karşı kömürü insana sevdirmekte ve menhus bir lezzet vermektedir. Bile bile yanlışa, harama düşenlerin ve devam edenlerin, bu haldeki ısrar sebepleri işte bu menhus lezzettir.
İnsan, fıtraten had konulmamış hislerini tatmine kalktığında, helâller ile haramlar birbirine karışmaktadır. Şeriatın tayin ettiği sınır zorlandığında insan çok ağır yüklerle karşı karşıya kalmaktadır. Bunun sonucunda artık iş meşrûluktan çıkıp, gay-i meşrû yollara dönüşmektedir. Bu da, ‘gelsin de nereden gelirse gelsin, nasıl gelirse gelsin’ anlayışını netice vermektedir.
Tabiî gayr-i meşrû yol, akide bozukluğuna da sebep olmaktadır. Bunun sonucunda ‘ben kazanıyorum’, ‘ben bunlara malikim’ cümleleri normalleşiyor. Ve insan, Rabbiyle bağlarını koparıp, her şeyi kendine mal etmeye başlıyor. Böylece aldığı maaşı amirinden, kaybettiklerini veya elde ettiklerini vesilelerden bilmeye başlıyor.
İşte asıl yıkım da budur.
Rızkı celbeden zekâ ve iktidar değil, acz ve
iftikardır
İnsanın anlamakta çok zorlandığı mevzulardan birisidir rızık meselesi.
Hayat sahibi mahlûkatın ve ağaçların rızıkları sahiplerinin peşinde koşarken, rızkının peşinde gece gündüz hırsla koşan bazı hayvanların rızıkları da onlardan kaçmaktadır.
“Nitekim hayvanat nev’înin en aptalı balıklar, iktidarsız ve kum içinde bulundukları halde mükemmel beslenmesi; maymun ve tilki gibi zeki ve muktedir hayvanat su-i maişetinden aliz ve zaif olması, bu hakikate işaret ediyor.”
O zaman denilebilir ki, “Meşrû rızk, iktidar ve ihtiyarın derecesine göre değil; belki acz ve iftikarın nisbetinde geliyor.”
İşte insanın aczi, zaafı, fakrı arttıkça rızkının kendisine ulaşması kolaylaşıyor. Nitekim insanî, hayvanî bütün yavruların güzel bir şekilde maişetlerinin verilmesi ve süt gibi hazine-i rahmetin en lâtif bir hediyesi, umulmadık bir tarzda onlara za’f u aczlerine şefkaten ihsan edilmesi, helâl rızkın acz ve iftikarla olduğuna, zekâ ve iktidar ile olmadığına bir delildir.
“Hem dünyada, milletler içinde şiddet-i hırs ile meşhur olan Yahudi Milletinden daha ziyade rızk peşinde koşan olmuyor. Halbuki zillet ve sefalet içinde en ziyade sû’-i maişete onlar maruz oluyorlar. Onların zenginleri dahi süflî yaşıyorlar. Zâten riba gibi gayr-ı meşrû yollarla kazandıkları mal, rızk-ı helâl değil ki mes’elemizi cerhetsin.”
Çok aptalların servet ve zenginlik içinde olmaları, çok ediplerin ve çok ulemanın da fakirlik hali içerisinde olmaları, rızkı celb eden unsurun zekâ ve iktidar olmadığının apaçık örnekleridir.
O zaman en güzeli, acz ve iftikar ile tevekkülvari bir teslim ve lisan-ı kal ve lisan-ı hal ve lisan-ı fiil içerisinde bir duâ halinde yaşamaktır.
İnsana yakışan da budur.
Mukaddesatı rüşvet verip alınan menhus,
bereketsiz bir mal-ı haram
En tehlikelisi ise, mukaddesatından rüşvet verip, mukabilinde alınan paradır. Bunun için Bediüzzaman, ‘menhus ve bereketsiz bir mal-ı haram’ tabirini kullanıyor. Yani harama bulaşılarak kazanılan para, çirkin olduğu kadar bereketsizdir de. Hasılı böyle kazanç, girdiği yeri kirletmekten başka bir amaca hizmet etmiyor. Dersimizin devamını dinleyelim:
“Madem rızk mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenâb-ı Hak’tır; o hem Rahîm, hem Kerim’dir. O'nun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşrû bir tarzda yüzsuyu dökmekle; vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-i haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir.”
Ahiret dünyaya boğduruluyor
Elde edilenlere mukabil hadsiz bir hayat-ı ebediye zarar görüyorsa, ebedî hayat fani hayata boğduruluyor demektir. Burada büyük İmamın sözü akla geliyor: “Kazanmak için dünyayı verdik dinimizden / din de gitti dünya da gitti elimizden..”
En büyük mûsibet, dine gelen mûsibettir. Ehl-i imanı dinden ve dinin hakikatlerinden ve şeairden uzaklaştıran her şey birer mûsibettir. Bu, evimize giren bir para olabileceği gibi, evlâdımız, eşimiz, akrabalarımız veya başka şeyler, yani televizyon, internet gibi araçlar da olabilir.
Tabiî yaşadığı mûsibeti okuyamamak da apayrı bir vahamettir.
Büyük günahların ne olduğu kendisine sorulan Hazret-i Ali (r.a.); “Kişinin en çok işlediği günah, onun büyük günahıdır.” cevabını verir. Çünkü küçük günahlar işlene işlene büyük günahlara, büyük günahlar işlene işlene de küfre sebebiyet verecektir. Onun için küçük de olsa işlenen günahları ciddiye almak, onları basit görmemek ve onları büyük bir titizlik içerisinde değerlendirmek gerekmektedir.
Her kul, ne ile imtihan olduğunu bilerek, ona göre yaşamak durumundadır. “Evet, ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet; parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrib etmeye bazan vesile olur. O pis hırs ile gazab-ı İlâhîyi kendine celbeder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır.”
Her ay binler maaş verilse yeri doldurulamayacak bir gerçek
Bediüzzaman Said Nursî, rızık konusunda iktisat ve kanaate yoğun vurgu yapmaktadır. Hatta iktisat ve kanaatin maaştan ziyade kişilerin hayatlarını idame ve rızıklarını temin edeceğine işaret etmektedir.
Oysaki ‘gayr-i meşrû gelecek paranın ise, mukabilinde bin kat fazlasını götüreceğine ve her saati ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verebilir’ olduğuna dikkatleri çekerek, ‘bu öyle bir zarar ve boşluktur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz’ denilmektedir.
Konuyu satırlardan dinleyelim: “Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalâletin münafıkları, sizi insaniyetin şu zaîf damarı olan tama’ yüzünden yakalasalar; geçen hakikatı düşünüp, bu fakir kardeşinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki: Kanaat ve iktisad; maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşrû para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki; her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.” (Mektubat, s. 406)
Hasılı, “Aklı başında olan, ne dünya umurunda kazandıklarına mesrur, ve ne de kaybettiklerine mahzun olmaz.” Çünkü, her ikisi de fânîdir. Fânî şeyler de değmiyor âlâka-i kalbe.
Ebedîyi fânîye feda etmek akıl kârı değil.
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hep yazılır veyahut anlatılır: Fatih Sultan Mehmet döneminde, bir Müslüman günlerce dolaşıp yıllık zekâtını verebileceği fakir birini arayıp bulamaz ve bunun üzerine zekâtının tutarı olan parayı bir keseye koyarak, Cağaloğlu’ndaki bir ağaca asıp üzerine de, “Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekâtımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaçsan, hiç tereddüt etmeden bunu al” diye yazar. Sonuç mu? Bu kesenin ağzı, üç ay kadar o ağaçta asılı kalır ve en sonunda bir fakir tarafından alınır.
İnsan böylesi bir olayın yaşandığını öğre-nince, elinde olmadan yaşadığı zaman ve mekândan uzaklaşma hevesiyle Yahya Kemal misali “Ben hicret edip zamanımızdan yaşadım” düşüncesiyle sözü edilen zamanı yaşama iştiyakı içinde hissediyor kendini. Hele ki, kimsenin kimseye neredeyse güvenmediği bir zaman diliminde yaşıyorsa ve herhangi bir yardım durumunda, “kardeşini nefsine tercih etme” düşüncesinden yoksun kalabalık, bir sel gibi akıyorsa gözlerinin önünden, insan eski zamanı “kaybolan şehir” hülyası içinde özlemesin de ne yapsın? Biliyorum; geçmişe körü körüne bağlılık gelecek adına faydalı değil, ancak attığımız her adımda bizi ensemizden yakalayıveren o devasa ayak izlerinde kaybolmamızın getirdiği utancın verdiği ıztıraptır bize geçmişin eteklerinden tutturan…
İnsanlığa mutluluk, barış ve dahi iyilik namına ne varsa hepsini getirmeye muktedir olduğunu iddia eden hazır medeniyet, kan ve damarlarına bulaştığı cemiyetin hayat damarlarından her birini gün geçtikçe kopma noktasına getirmekte. Bu damarlardan bir tanesi de Ramazan dolayısıyla dikkati çeken yardımlaşma duygusu ve bunun dinî kurumu olan zekât meselesidir. Evet zekât ve yardımlaşma meselesi, önce kendi hayatımız ve sonra da toplum hayatına, “Temizlenmiş servet bereketi de çeker / Veren el, alan elden üstündür demişler” tadında ayrı bir renk ve güzellik katan bir olgudur Müslümanlar için. Ancak Televizyon ekranlarında gördüğümüz iftar çadırları ve belli başlı yardımlar mutluluk hislerimi dalgalandırsa da, komşusunun ne yiyip ne içtiğini sormayan, geçinip geçinmediğini sormaktan çekinen ve verdiği selâma karşılık kendisinden bir şey isteneceği korkusuyla kaçamak cevap veren anlayışın kol gezdiği toplumda hırs duygusu hemen her köşede sırıtmaya devam ediyor.
Evet, dünya hayatının hırsı o kadar işlemiş ki hayatımıza, yanı başımızda perişan duran gönüllere bakmak bile, artık fuzuliyattan sayılır oldu. Belki de “Dünya hayatı ancak oyun ve oyalanmadan ibarettir” âyetinin kulağımızda çınlattığı hakikatten uzaklaşmanın bir sonucudur yaşadığımız. Yoksa zekât gibi dinî bir yardımlaşma kurumu ilâhî bir emir olarak karşımızda dururken, yükümlülükten kurtulmak için, “Bunlar ihtiyaç, şunlar borç, emanet... / Bunlar daha yeni… Be adam insaf et” gibisinden mısraların belirttiği, bin dereden su getirme çabalarının başka bir açıklaması olabilir mi?
Sahi Allah’ın rızık olarak verdiği ve gerçekte bizim olmayan malı biz kimden kaçırma cüretinde bulunuyoruz? Ramazanın son demlerine yaklaştığımız bugünlerde, zekât konusunda hemen herkesin ciddî bir şekilde durmak lâzım. Zira Müslüman bir toplumun refah ve mutluluk sigortalarından biri de zekâttır. Sâdi’nin dediği gibi: Gönlünü ıztırap zincirinden kurtar. Gönlünün perişan olmasını istemiyorsan, perişan olanları gönülden çıkarma…
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İmamu’l müttakin |
|
13 EYLÜL ve 13 Ramazan tarihinde El Ahram gazetesi sayfaları arasında gezinirken ve sörf yaparken Sina el Beysi’nin ‘İmamu’l muttakin Ali İbni Ebi Talib’ yazısı dikkatimi çekti. İlk bakışta vefat yıldönümüyle alâkalı bir yazı olduğunu zannettim. Bununla birlikte, Hazreti Ali’nin Cuma gününe denk gelen Ramazan ayının 17’sinde yaralarından müteessir olarak vefat ettiğini biliyoruz. Ancak, Hazreti Ali’nin hayatında hem 13, hem de 17 rakamlarına bakan tevafuklar var. Sözgelimi Bisetten 12 yıl ve hicretten de 23 yıl önce Recep ayının 13’ünde tevellüt ediyor. Vefatı da 17 Ramazan’a denk geliyor. Hicretten 23 yıl önce Mekke’de (Kâbe’de) doğdu. 10 yaşında iken, iman etti. Bütün savaşlarda kahramanlıklar gösterdi. Tebük seferinden başka bütün gazvelere katıldı. Yalnız Uhud Savaşında, 16 yerinden yaralandı. Hayber Kalesindeki yararlılığı ile meşhur olmuştur. Kale kapısını söküp sırtına alarak Müslümanların Hayber’i fethetmelerine önayak olmuştur. Hicrî 35 yılının Zilhicce ayında halîfe oldu. 40. yılın Ramazan ayının 17. Cuma günü sabah namazına giderken, Abdurrahmân İbni Mülcem isminde bir hâricî tarafından kılıçla alnına vurularak şehit edildi. (24 Ocak 661). Dolayısıyla 13 Ramazan her ne kadar vefat yıldönümü değilse de 13 sayısıyla bir irtibatı var. Bizler de ondan bir gün evvel (12 Ramazan 1429) Merhum İhramcizade İsmail Toprak’ın torunu İsmail Hoca’nın iftar konuklarıydık. Mümin Vatansever ve on kadar arkadaşımız daha vardı. Galiba o gece Hazreti Ali’nin ruhaniyeti bize ve bizim ötemizde İstanbul’a tecelli etmişti.
***
Arkadaşlarımızdan birisi (B.A.) daha önce görmüş olduğu İmamu’l muttakin Hazreti Ali ile alâkalı bir rüyasını aktardı. Bu rüya bizimle ve İstanbul’la yakından alâkalı. Rüya sahibi arkadaş İstanbul ortalarında çok büyük bir göçük veya çukur açılmış görüyor. Çukurun dibinde de Hazreti Ali varmış. Ama canlıymış. Bu halde yavaş yavaş kuyunun veya çukurun derinliklerinden yukarıya doğru çıkıyor ve yükseliyormuş. Arkadaşın anlattığına göre sanki görünmez bir halı üzerinde havaya doğru yükseliyor ve insanlar da etrafından tutuyorlar ve yukarıya çekiyorlarmış. Gerçekten de çok anlamlı bir rüya. Öncelikli olarak Hazreti Ali’nin kabrinin İstanbul’da olması onun ahirzamandaki saklı misyonunun yine burada tezahür edeceğini gösteriyor. İmam-ı Ali’nin maddî ve manevî mirası İstanbul’da yatıyor ve zamanı geldikçe canlanacak. Bu, onun misyonunun İstanbul vasıtasıyla tamamlanacağına da bir işarettir. Rüyaya göre, Hazreti Ali canlı olarak çıktığı İstanbul’dan defnedilmek üzere Arabistan’a gidecekmiş. Bu da İstanbul’da başlayacak misyonunun Arabistan’a kadar genişleyeceğini gösteriyor. Ahirzamanda beklenen zatın İbnu’z Zehra olması da Hazreti Ali ile kopmaz bağını ve ona varisiyetini gösteriyor. Bu rüya İstanbul’un misyonuyla Ehl-i Beytin manevî mirasının buluşacağını göstermektedir.
***
Hazreti Peygamber ilim beldesi, Hazreti Ali ise onun kapısıdır. Tarikatların en azından bir kısmının Alevi olması (Kadirilik gibi Hazreti Ali’ye nisbetle) tesadüf değildir. Peygamberimizin ‘akdakum Ali’ ibaresi de sahabiler arasında en muhakemeli insanlardan birisi olduğunu gösterir. Dolayısıyla Hazreti Ali birçok meziyeti üzerinde barındırmış ve toplamıştır. Bunlardan birisi furusiye yani cengaverlik ve şövalyelik yönüdür. Kısaca kahramanlığıdır. Ama o centilmen bir şövalyedir. Yüzüne tüküren veya avret yerlerini açan kimselere vurmaktan imtina etmiştir. Hayası ve nefsine hakim olması yani hakperestliği buna mani olmuştur. Hazreti Fatıma’yı istemeye gelirken de aynı mahcubiyeti üzerindedir. Buğday benizli, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri ve siyah gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı idi. Sakalı sık idi. Son zamanlarında saçı ve sakalı pamuk gibi beyaz olmuştu. Yaşlandıkça saçları dökülmüştü. İri yapılı olduğundan dolayı Emevi ve Abbasi saraylarındaki hecca ve meddahlar efendilerini sevindirmek ve zevzeklik için İmam Ali’nin bu yapısını kendilerine göre alaya almışlardır. Bununla birlikte Peygamberimizle birlikte İbrahim Aleyhisselam gibi putları birlikte kırmışlar ve putları kırmak için İmam-ı Ali Peygamberimizin omuzlarına çıkınca ‘sanki başım göklere değdi’ demiştir. Yüce vasıflarından birisi de tevazusudur. Hane halkı için aldığı eşya ve yiyecekleri bizzat kendisi taşırmış. Kimseye yük olmak istemezmiş. Dünyaya metelik vermezdi ve bundan dolayı at yerine merkebe binerdi. Dünyayı üç talakla boşadığını ifade ederdi. Hazreti Ömer, Hazreti Ali ve Muaz İbni Cebel için şunları söylermiş: “Ali olmasaydı, Muaz olmasaydı, Ömer helak olmuştu.” Zira, Hazreti Ali onun emin ve güvenilir danışmanıdır. Onun görüşlerini almadan karar vermezmiş. Hazreti Ömer: “Hazreti Ali’nin olmadığı bir müşkilden Allah’a sığınırım” dermiş. Muaviye Bin Ebi Süfyan ile Adiy ibni Hatem arasında bir muhavere geçer. Sıffiyn’de Hatem’in üç ciğerparesi ve çocuğu vefat etmiştir. Bunu hatırlatan ve ‘seninkiler gitti onunkiler duruyor’ diyen Muaviye Bin Ebi Süfyan eski rakibinin menakıbını biraz tenkis etmek istemektedir. Oysa Adiy öyle bir mersiye söyler ki; Muaviye Bin Ebi Süfyan bile sonunda rakibinin fazailini sayıp dökmeye mecbur olur. Hatta gözleri yaşarır ve göz yaşlarını gömleğinin yakasıyla siler. Hazreti Ali 4-5 yıllık hilafet öneminde içte büyük gailelerle karşılaşır. Şam ‘Hazreti Ali’nin kanını isteriz’ diye bayrak açar. Iraklılar ise ‘Allah’dan başka hakem yoktur’ diye isyan bayrağını açarlar. Hazreti Ali karşıtlarının dehasıyla taraftarlarının (Hariciler) hamakatı arasında kalır. Bununla birlikte vasatiyeti temsil etmiş ve bundan dolayı Hazreti Peygamber kendisini şöyle müjdelemiştir: “Ben Kur’ân’ın nüzülü sen de tevili için mücadele edeceksin.” Bu da Hariciler gibi fırkalarla karşılaşmasıyla tahakkuk etmiştir.
Hazreti Fatıma evlendiklerinde 18 yaşında idi. Hazreti Peygamberin vefatından 6 ay sonra da vefat etmiştir. Vefat ettiğinde Hazreti Fatıma 26 yaşındadır. Yani evlilikleri 8 yıl sürer. Bu evlilikten Sıbteyn (Hasan, Hüseyin) ve küçükken vefat eden Muhsin, Ümmü Gülsüm ve Zeyneb ve yine küçük yaşta vefat eden Rukiye dünyaya gelmiştir. Hazreti Ali-Fatıma beraberliği model bir evliliktir. Peygamberimiz evlilik öncesi ikisine şöyle tavsiyede bulunmuştur: “Ali sen ona köle ol ki, o da sana cariye olsun…” Evlilik gönüllü bir kölelik müessesesidir. Dolayısıyla iki ayrı insan bu ruhla pişer ve bütünleşebilir ve tek hane olabilirler. Yine peygamberimiz: “Fatıma sen benim için daha sevimli, Ali de daha azizdir’ buyurmuşlardır. Hazreti Fatıma genç yaşında vefat edince Hazreti Ali onu vasiyeti gereği gizli bir şekilde gömer. Nitekim kendisinin gömülmesi de aynı şekilde gizli olmuştur. Hazreti Fatıma’yı ötelere yolcu ederken ağzından gayri ihtiyari şu ayrılık sözleri dökülmüştür:
Lükilli içtimain min halileyni fırkatun ve innellezi dune’l firaki kalilun
Ve inne iftikadi vahiden ba’de vahidin delilun ala ella yedume halilun.
İki dostun (refik ve refika) buluşmasının sonu ayrılıktır, ayrılmayanların oranı azınlıktır.
Dostlarımı birer birer kaybetmem dostluğun kısalığına delildir…
Hazreti Fatıma bu dünyadan gönlü kırık ayrılır.
Bu aşkın geride bıraktığı yalnız ve mükedder eş İmam Ali ise intikam ve ihtiras ateşinin tetiklediği meş’um ve uğursuz bir tutkunun kurbanı olur. İbni’l Mülcem destanımsı Harici güzel Fitam’ın gıramına/tutkusuna yakalanarak başlık parasına mukabil zehirli palasıyla Hazreti Ali’yi şehid eder. Fitam için Fatıma’nın dünyaya küsmüş yaslı eşi İmam Ali’yi şehit eder.
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Akrediteli “iletişim” |
|
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, öteden beri uyguladıkları akreditasyon listesini bir-iki istisna ile koruyarak medya yöneticileriyle yaptığı “iletişim toplantıları”ndan basına yansıyan bilgiler de gündemi epeyce meşgul edecek gibi görünüyor.
Akreditasyon bahsinden başlarsak...
Bu uygulama için “Kurum olarak hakkımız” demiş Başbuğ. Ama kriteri değiştirmiş. Genelkurmay canibinden evvelce yapılan bazı gayriresmî beyanlarda bu konudaki ölçü “Atatürk ilkelerine bağlılık” olarak ifade edilirken, şimdi Başbuğ “Kriterimiz basın meslek ilkeleri” demiş.
Böylece konuyu TSK açısından sıkıntılı bir alana taşımış: Medyanın basın meslek ilkelerine uyup uymadığını artık asker mi denetleyecek?
Başbuğ, haklarındaki yayınlarla ilgili şikâyetlerini bundan böyle Basın Konseyi ile Gazeteciler Cemiyetine ileteceklerini söylemiş; bunlardan sonuç alamazlarsa eski usulleri işleteceklerini ima etmiş. Suç duyurusunda bulunmak, v.s...
Bakalım, uygulama nasıl gelişecek?
Özellikle, askerin akreditasyon uygulamalarını eleştirmesiyle bilinen Basın Konseyi, bu uygulamayla dışlanan kendi üyeleri hakkında Genelkurmay tarafından yapılacak şikâyetlerle ilgili olarak nasıl bir tavır ve yaklaşım sergileyecek?
Başbuğ yeni dönemde basın bildirilerinin azaltılacağını, onun yerine haftalık basın toplantılarının başlatılacağını ve bunlarda da artık savunma muhabirlerinin öne çıkacağını söylemiş.
Bu toplantıların tamamen savunma konularıyla sınırlı kalıp kalmayacağını, Başbuğ’un yakındığı “TSK’yı siyasete ve günlük olaylara çekecek” mesajların sürüp sürmeyeceğini de herhalde uygulamada ve zaman içinde göreceğiz.
İlk toplantıda “TSK’nın 28 Şubat’taki görüşleri ne ise bugün de aynı, hiçbir değişiklik yok” diyen Başbuğ, ikinci gün ise “28 Şubat’ta yapılan bir hata varsa zaman değerlendirir” demiş.
İyi de, hataların kabulü için daha ne kadar beklenecek? Geçen 11 yıllık zaman, o süreçte yapılan birçok şeyin ne denli yanlış olduğunu ve vahim sonuçlar getirdiğini göstermedi mi?
Ki, bunlardan birini bizzat Başbuğ’un kendisi, terörün bilhassa işsiz ve boştaki gençleri avladığını anlatırken, “Keşke meslek liseleri fazlasıyla açılsa da gençleri eğitsek” diyerek ifade etmiş.
İmam hatipleri irtica yuvası olmakla suçlayıp orta kısımlarını kapatır ve liselerine üniversite kapılarını alabildiğine daraltırken, onların narına bilumum meslek liselerine de çok ağır bir darbe vuran sekiz yıllık eğitim “reform”u 28 Şubat’ın başta gelen marifetlerinden biri değil mi?
Keza, askerin bugün hoşlanmıyor göründüğü AKP iktidarı, 28 Şubat’ın topyekûn siyasete yaptığı müdahalenin eseri olarak meydana gelen tablodan istifadeyle sahneye çıkmadı mı?
Ve Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizi olan 2001 kâbusu ile millî gelirin en az üçte birini yutan banka vurgunları, 28 Şubat ürünü bir hükümetin döneminde yaşanmadı mı?
Ya önce Başbakanın söyleyip, ardından Genelkurmay Başkanının tekrarladığı “1999’da 6 bin civarında olan dağdaki terörist sayısı şimdi de aynı” tesbitiyle ifade edilen acı gerçek, 28 Şubat’ın terörle mücadeledeki “başarı” düzeyi hakkında yeterince fikir veren bir ipucu değil mi?
28 Şubat’ın, “varsa” kaydı koyarak hatalarının değerlendirilmesini zamana bırakan Başbuğ, bunlar için “Bizi ilgilendirmiyor” diyebilir mi?
“Niye şehit vermeye devam ediyoruz?” sorularının kendilerini rahatsız ettiğini de söylemiş Başbuğ ve ağır zayiatlı mayın tuzağı, pusu, baskın gibi olaylarla ilgili olarak ucundan kıyısından dile getirilmeye başlanan sorular için “TSK her olayı inceler, eksik varsa tedbirlerini alır” dedikten sonra, “Ama bu incelememizi kimseyle paylaşmak zorunda değiliz” diye kestirip atmış.
Niye? Millete ve o şehitlerin geride kalan gözü yaşlı ailelerine de mi hesap vermeyeceksiniz?
Umarız, yazılanlar o anlama gelmiyordur...
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Haberlere de ‘akredite’ mi uygulansın? |
|
Bazı kurumların medya organlarına karşı sürdürdüğü ‘akredite’ uygulaması, temelli bir tartışma konusu. Zaman zaman daraltılan, zaman zaman da genişletilen ‘liste’ye yeni giren medya organları, ‘dün’ liste dışında olduklarını unutmuş görünüyorlar. Sanki ‘akredite’ uygulamasında yanlış bir şey yokmuş gibi, “Oh, biz listeye girdik, dert bitti” tavrındalar.
Genelkurmay Başkanlığı bir toplantı düzenledi ve bazı gazete ve televizyonları bu toplantıya dâvet etmedi. Elbette, bu uygulama bir ‘ilk’ değil. Bilhassa 28 Şubat sürecinde ‘akredite’ uygulamasının çok daraltıldığını, çok sayıda gazete ve televizyonun toplantılara çağrılmadığına şahit olmuştuk. Bu uygulama aynı zamanda ‘haksız rekabet’e de sebebiyet vermektedir.
Geçmişte bu uygulamayı eleştiren basın meslek kuruluşları da bu defa farklı bir tutum sergiliyor. Basın Konseyi Başkanı, yanlışlığın “telâfi edileceği” umudunda. (19 Eylül 2008)
Akredite uygulamasını eleştirenler de var elbet. Belki de bu uygulamayı eleştirmeden önce, “‘akredite olmayan’ medyaya da görev düşmüyor mu?” diye aklıma geldi. Belki bazıları “Prof. Zihni Sinir” projelerine benzetir, ama aklına gelen çare şu: Akredite olamayan, herhangi bir kurumun basın toplantılarına çağrılmayan medya, o kurumun haberlerini ‘akredite’ görmesin, sayfalarında, bültenlerinde yer vermesin! “Olur mu öyle şey, böyle önemli haberleri okuyucuya ulaştırmamak, okuyucuya haksızlık olur” diye düşünenler olabilir. Belki haklıdırlar, ama onun kabahati de ‘akredite’ uygulayan kurumda olsa gerek. İlişkilerde ‘mutekabiliyet/karşılıklılık” uygulanabildiğine göre, akredite uygulayan kurumların sadece ‘akredite’ uyguladığı toplantının haberlerine böyle bir uygulama yapılsa ne olur?
Geriye dönüp bakıldığında; ‘akredite’ uygulanmayan dönemlerde çok ciddî problemlerin yaşandığını zannetmiyoruz. Meselâ, Doğan Güreş’in Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde, gazete sahipleri ve bazı yazarların dâvet edildiği bir “Güneydoğu gezisi” düzenlenmişti. O geziye, şu anda ‘akretide’ olmayan gazetelerin sahip ve bir kısım yazarları da katılmıştı. Bildiğimiz kadarıyla kıyamet de kopmamıştı. Aksine, hem o günkü komuta kademesi, hem de medya mensupları bu durumdan memnundu. Çünkü insanoğlu konuşa konuşa, tartışa tartışa gerçeklere ulaşır. Aksine, tanımadığı insanlardan, fikirlerden ise ürker..
Maalesef, bazı siyasî iktidarlar da gizli ya da açık ‘akredite’ uygulaması yapıyor. Kim yaparsa yapsın, haber ve yayıncılık konusunda haksız rekabete sebep olan bu uygulama yanlıştır. Kabul edilebilir ölçüler içinde ‘kamu’nun, medyaya açık olması ve tarafsız davranması beklentimizdir.
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Vâhim hata derhal düzeltilmeli… |
|
Türkiye’de garip şeyler oluyor. Başbakan merhum Adnan Menderes ve iki bakanının 17 Eylül’deki idamlarının 47. yıl dönümünde, başta 27 Mayıs olmak üzere darbelerin ders kitaplarında övüldüğünün ortaya çıkması, garip bir “rastlantı”!
Özellikle ilköğretim 8. sınıf “İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” ders kitabında 1960 kanlı darbesinin, “1950’nin ikinci yarısında yaşanan sıkıntılar ve basının baskı altına alınması üzerine yapıldığı” iddiası, Türkiye’nin demokrasi ayıbına yenilerini ekliyor.
Dahası, “Adnan Menderes 27 Mayıs 1960 askerî müdahalesi ile iktidardan indirilmiştir” deniliyor; fakat peşinden Menderes ve arkadaşlarının uyduruk Yassıada Mahkemelerinde bin türlü hakaretlere ve bühtanlara mâruz bırakılıp haksız yere asılmaları cinâyetinden tek kelime bahsedilmiyor.
Ders kitaplarında demokrasiyi katleden darbelere övgüyle kalınmıyor. Bizzat dayatıcıların “postmodern darbe” olarak niteledikleri 28 Şubat için, “bir takım irticaî hareketler için hükümet uyarılmıştır” denilmesi, demokrasi ve inançlara yapılan dayatmaların sıradan bir siyasî süreç gibi gösterilmesi, skandalın vahâmetini ortaya koyuyor.
Darbelerin bozulan siyasî ve sosyal gidişatı düzeltmek ve anarşiyi önlemek için yapıldığı düzmecesi tekrarlanıyor; milletin seçtiği siyasetçiler kötüleniyor, tarih saptırılıyor.
Kısacası, “irtica ile mücadele” bahanesiyle binlerce vatandaşı fişleyen “Batı Çalışma Grubu”nun yaptığı antidemokratik, hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran dayatmalarına benzer bir şekilde, “irticaî unsurların din perdesi altında her alanda Atatürk’e ve onun inkılâplarına saldırısı devam etmektedir” saptırmasında bulunuluyor. Milletin inanç ve mânevî değerlerine bağlılığı “irtica” olarak damgalanıyor.
Tıpkı 28 Şubat sürecindeki “irtica tehdidi” brifingleri ya da iktidar partisini kapatma dâvâsı “iddianâmesi” gibi, “laikliğin her türlü irticaî tehdit karşısında korunması ve kollanması” salık veriliyor…
Ne var ki bütün bunlara karşı Başbakan ve siyasî iktidar, sanki bir şey olmamış gibi AB müzâkere sürecindeki bir ülkede darbelerin medhiyesini âdeta “normal” görüp geçiştiriyor.
“Deniz Feneri” dâvâsının gazetelerde yayınlanıp mevsuk yolsuzlukların partisiyle ilişkilendirilmesi imâsı üzerine bir medya patronuyla arasındaki “ihâle görüşmeleri”ni en ince ayrıntısına kadar deşifre edip feverân eden Başbakan’dan ne yazık ki bu hususta en ufak bir “açıklama” gelmiyor. İktidar partisi sözcüleri, hiçbir “özür” beyânında bulunmuyorlar.
Bir tek Millî Eğitim Bakanı, bu skandal hakkında kanunî işlemlerin derhal başlatılacağını belirtiyor. Bunu kabul edilemez bir zihniyeti ortaya koyan son derece yanlış olarak yorumluyor. Ancak Bakan da açığa çıkan yanlıştan dönmeyi yeni eğitim yılına bırakıyor; “önümüzdeki sezon böyle bir kitap olmayacak” vadiyle kalıyor…
Görünen o ki bu hususta “görülmeyen” bâriz yanlışlığın düzeltilmesi de tıpkı “yeni anayasa” ve diğer demokratikleşme ve özgürlükler gibi yine bir başka bahara bırakılıyor…
Aslında skandalın ortaya çıkması üzerine, Tâlim ve Terbiye Kurulu Başkanının, “darbelerle ilgili kelime ve cümleler seçilirken daha hassas davranılabilirdi” yakınmasıyla “yakın tarihimiz” ünitesinin yeniden gözden geçirileceğini söylemesi, enteresan. Bu durum ister istemez ders kitaplarında “gizli eller” istifhamını verdiriyor.
Doğru; Millî Eğitim Bakanı’nın ifâdesiyle, “kendisinin bütün okul kitaplarını satır satır incelemesi mümkün değil.” Peki, Tâlim ve Terbiye için de aynı şeyi söylemek mümkün mü?
Bu bakımdan Kurul Başkanının, darbeleri öven kitapların, “artık dağıtıldığı için toplatılıp düzeltilmeyeceği” mazeretini ileri sürülmesi, pek inandırıcı gelmiyor. Daha sene başında derhal düzeltilmesi gereken bu “son derece yanlış”ın “bu yıl da böyle geçsin” diye savsaklanması, sözkonusu istifhamı daha da kuvvetlendiriyor. Bakanın, kitapları yazan öğretmenlerin içinden “bu tür antidemokratik yaklaşımlara destek verebilecek zihniyete sahip çıkanlar bulunabiliyor” cümlesi, bunun örtülü ikrarı…
Belli ki bu “kabahat”in işlenmesine bile bile göz yumulmuş. Orta çıkınca da gelecek yıla ertelenip işin içinden çıkılmaya çalışılıyor.
Peki, altı yıldır tek başına iktidarda olan AKP, nasıl olur da birer “insanlık utancı” olan darbeleri övenlere kitap yazdırır? Nasıl olur da Tâlim Terbiye’nin bünyesinde hâlâ darbeci zihniyet barındırılır; bu kabahatin işlenmesine göz göre göre göz yumulur? Nasıl olur da bir demokrasi ve hukuk cinâyeti olan darbelerin cilâlanmasına bu denli bigâne kalınır?
Milyonlarca öğrencinin demokrasiyi katleden, millet irâdesinin temsilcisi Meclisleri lağveden, meşru hükûmetleri deviren darbeleri “haklı” ve “meşru” bellemesinin vebâli düşünüldü mü? Büyük bir iddia ile ortaya attığı “yeni anayasa”dan, demokratikleşme ve özgürlüklerden cayan siyasî iktidar, kendi döneminde bastırılan ders kitaplarındaki bu skandallara neden göz yummakta? Yoksa ders kitaplarını, Millî Eğitimin dışında başka “merciler” mi hazırlamakta?..
Sonra Demokrat Parti Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun dediği gibi, darbeleri bu denli basite alarak bu denli ucuzlaştıran ve rutin bir işmiş gibi telkin edenleri cezalandırmak ve derhal bu hatayı tâmir etmek yerine, oyalanmasının anlamı nedir?
AKP iktidarda; lâkin “muktedir” değilse, çıkıp bunu açıkça söylesin. “Medya – iktidar- ihâle” üçgeninden çıkan nevzuhur tartışmalarla milleti avutmasın…
Vâhim hata derhal düzeltilmelidir. Demokrasi samimiyeti ve millete saygı bunu gerektirir…
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Basının gücü nerede kullanılır? |
|
Türkiye günlerdir Başbakan ile bir medya patronunu kavgası ile meşgul ediliyor. Adeta bir sun'î gündem oluşturuldu, halkın gündemi unutuldu.
Medyanın dördüncü kuvvet olduğunu hep söylenir. Ancak özel televizyonların kurulması ve işadamlarını gazeteciliğe soyunmasından sonra bu, zaman zaman ikinci, üçüncü kuvvet olma durumuna gelmiştir. Tehditlerle, şantajlarla hükümetler yıpratılmış, istedikleri olmayınca da her türlü hile yoluna başvurularak hükümetler yıkılma noktasına gelmiştir.
Bu basının bir yüzü…
Bir de başka bir yüzü var. Bu da milletin değerlerine saygı gösteren, milletin isteklerini sütunlarında yer veren gazetecilik anlayışı vardı. Halkın inançlarına, değerlerine ve menfaatlerine ters bir durum olduğunda ülke idarecilerini en sert şekilde ikaz edilen bu tür gazetecilik anlayışında, milletin hakkını savunmak için yine milletle beraber hareket edilir.
Yeni Asya da ikinci tür gazetecilik anlayışını benimsemiş bir gazetedir. Bunun son örneğini geçtiğimiz bir hafta içinde gördük. İlköğretim 8. sınıf “İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” adlı ders kitabında darbeleri meşrulaştıran bilgilerin yer almasının ortaya çıkmasından sonra konuyu manşet yaparak ilgililerin dikkatini çekmeyi başardı. Eski Millî Eğitim Bakanlarının, eğitim sendikalarına başkanlarının ve parti genel başkanlarının görüşlerini aksettirerek konuyu gündemde tuttu.
Bu konunun bu kadar üstünde durulmasının sebebi de, adı geçen kitapta demokrasiye darbe vuran 27 Mayıs,12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat müdahalelerinin meşru gösterilmesiydi. Kitapta milletin seçtiklerine kötüleyen ifadeler yer alıyordu.
28 Şubat süreciyle ilgili “Laiklik karşıtı söylem ve eylemlerin artması üzerine Millî Güvenlik Kurulu, 28 Şubat 1997’de hükümeti uyardı” ifadesi kullanılırken…
12 Mart muhtırası için “Politikacıların çekişmelerinin toplumsal gerginliği arttırdığı, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin de, ülkedeki çatışma ortamını son erdirmek için hükümete muhtıra verdiği” ifadelerine yer veriliyor.
12 Eylül için ise, “24 Ocak kararları ülkedeki sıkıntıya çözüm olamadı, aksine huzursuzluklara yol açtı. 12 Eylül’de TSK, geçici bir süre için yönetime el koydu” deniliyor!
Başbakan Adnan Menderes hakkında verilen idam kararının infaz edildiği “kara gün”ün yıl dönümünü yaşadığımız şu günlerde, 27 Mayıs 1960 için ihtilâli ilgili kitapta yazılanlara bakınca milletten kopukluk gözler önüne seriliyor.
Bakın 1960 ihtilâli nasıl meşrulaştırılıyor: “1953 yılından itibaren iktidar, CHP’nin mal varlığını gündeme getirerek muhalefetin özellikle hükümetin ekonomik politikalarına yönelik eleştirilerini engellemeye çalıştı. Bu durum ortamı gerdi… Artan ekonomik ve siyasî sıkıntılar 27 Mayıs 1960 tarihinde askerî müdahaleye yol açtı…”
Bu kadar masum yani… Başbakanın ve bakanların idam edilmesi ile ilgili tek satır yer almazken, ne ihtilâl, ne de darbe sözcüğü kullanılmaması ise dikkat çekici...
* * *
İşte bu yanlışları gazetemizle birlikte birkaç gazete dikkat çekince Millî Eğitim Bakanı Başkanı ifadelerin yanlışlığını kabul ederken, darbelerin meşru gösterilmesinin mümkün olmadığını, darbelerin bir insanlık utancı olduğunu söyledi. Bütün kitapları satır satır incelemesinin mümkün olmadığını söyledi. “Bunları yazanlar da öğretmen. Ve maalesef içlerinden bu tür antidemokratik yaklaşımlara destek verebilecek zihniyete sahip olanlar çıkabiliyor” derken büyük bir hatanın olduğunu kabullendi.
Ancak, “yanlışlığın” gelecek yıl düzeltileceğini açıkladı. Bakan Çelik, kitaplardaki ifadelerin düzeltilmesi için Talim ve Terbiye Kurulu ile İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne talimat verirken, kitapta yakın tarihin anlatıldığı ünitenin yeniden ele alınacağını bildirdi.
Peki, burada büyük bir yanlışlık, darbeleri meşrulaştırma varsa, bu sene 8. sınıfta okuyan öğrenciler darbelerle ilgili konuları yanlış mı öğrenecekler? Bu çocukların ilköğretimin son sınıfında olduğunu düşünürsek liseye yanlış bilgilerle mi başlayacaklar? Bakanlığın bu yanlış kitapları basıp dağıtması gerekmez mi? Hadi diyelim bu çok zor. İlgili üniteyi düzelten küçük bir kitapçık gönderemez mi? Veya öğretmenlere yanlışlığını düzelten bir yazı gönderemez mi? Bunlar pekâla çok kolay bir şekilde yapılır. Ancak asıl olan bu yanlışlığın bir yıl beklenmeden düzeltilmesi için ek basım yapılım öğrencilere dağıtılmasıdır.
Son söz: Basın gücünü milletin yarına olan alanlarda göstermelidir. Basın gücünü demokrasinin, insan hak ve hürriyetlerinin gelişmesi için kullanmalıdır. Kendi çıkarı için değil…
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|