Hep yazılır veyahut anlatılır: Fatih Sultan Mehmet döneminde, bir Müslüman günlerce dolaşıp yıllık zekâtını verebileceği fakir birini arayıp bulamaz ve bunun üzerine zekâtının tutarı olan parayı bir keseye koyarak, Cağaloğlu’ndaki bir ağaca asıp üzerine de, “Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekâtımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaçsan, hiç tereddüt etmeden bunu al” diye yazar. Sonuç mu? Bu kesenin ağzı, üç ay kadar o ağaçta asılı kalır ve en sonunda bir fakir tarafından alınır.
İnsan böylesi bir olayın yaşandığını öğre-nince, elinde olmadan yaşadığı zaman ve mekândan uzaklaşma hevesiyle Yahya Kemal misali “Ben hicret edip zamanımızdan yaşadım” düşüncesiyle sözü edilen zamanı yaşama iştiyakı içinde hissediyor kendini. Hele ki, kimsenin kimseye neredeyse güvenmediği bir zaman diliminde yaşıyorsa ve herhangi bir yardım durumunda, “kardeşini nefsine tercih etme” düşüncesinden yoksun kalabalık, bir sel gibi akıyorsa gözlerinin önünden, insan eski zamanı “kaybolan şehir” hülyası içinde özlemesin de ne yapsın? Biliyorum; geçmişe körü körüne bağlılık gelecek adına faydalı değil, ancak attığımız her adımda bizi ensemizden yakalayıveren o devasa ayak izlerinde kaybolmamızın getirdiği utancın verdiği ıztıraptır bize geçmişin eteklerinden tutturan…
İnsanlığa mutluluk, barış ve dahi iyilik namına ne varsa hepsini getirmeye muktedir olduğunu iddia eden hazır medeniyet, kan ve damarlarına bulaştığı cemiyetin hayat damarlarından her birini gün geçtikçe kopma noktasına getirmekte. Bu damarlardan bir tanesi de Ramazan dolayısıyla dikkati çeken yardımlaşma duygusu ve bunun dinî kurumu olan zekât meselesidir. Evet zekât ve yardımlaşma meselesi, önce kendi hayatımız ve sonra da toplum hayatına, “Temizlenmiş servet bereketi de çeker / Veren el, alan elden üstündür demişler” tadında ayrı bir renk ve güzellik katan bir olgudur Müslümanlar için. Ancak Televizyon ekranlarında gördüğümüz iftar çadırları ve belli başlı yardımlar mutluluk hislerimi dalgalandırsa da, komşusunun ne yiyip ne içtiğini sormayan, geçinip geçinmediğini sormaktan çekinen ve verdiği selâma karşılık kendisinden bir şey isteneceği korkusuyla kaçamak cevap veren anlayışın kol gezdiği toplumda hırs duygusu hemen her köşede sırıtmaya devam ediyor.
Evet, dünya hayatının hırsı o kadar işlemiş ki hayatımıza, yanı başımızda perişan duran gönüllere bakmak bile, artık fuzuliyattan sayılır oldu. Belki de “Dünya hayatı ancak oyun ve oyalanmadan ibarettir” âyetinin kulağımızda çınlattığı hakikatten uzaklaşmanın bir sonucudur yaşadığımız. Yoksa zekât gibi dinî bir yardımlaşma kurumu ilâhî bir emir olarak karşımızda dururken, yükümlülükten kurtulmak için, “Bunlar ihtiyaç, şunlar borç, emanet... / Bunlar daha yeni… Be adam insaf et” gibisinden mısraların belirttiği, bin dereden su getirme çabalarının başka bir açıklaması olabilir mi?
Sahi Allah’ın rızık olarak verdiği ve gerçekte bizim olmayan malı biz kimden kaçırma cüretinde bulunuyoruz? Ramazanın son demlerine yaklaştığımız bugünlerde, zekât konusunda hemen herkesin ciddî bir şekilde durmak lâzım. Zira Müslüman bir toplumun refah ve mutluluk sigortalarından biri de zekâttır. Sâdi’nin dediği gibi: Gönlünü ıztırap zincirinden kurtar. Gönlünün perişan olmasını istemiyorsan, perişan olanları gönülden çıkarma…
20.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|