Yahya Kemal, “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiirinde Ramazan hayatının hâkim olduğu yaşantılara ait gözlemlerini oldukça güzel ve ibretli bir üslûpla ifade eder. Şâir iftardan önce gittiği Âtik Valde’yi, önce, “Kaç def’a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine / Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti / Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti” mısralarıyla uhrevî bir hava içinde gözlemler. Onun gözünde, o âlem sanki uhrevî bir köşe olup çıkmıştır. Nitekim, “Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler / Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer / Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları / Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı” mısraları, bizi adım adım bu tablonun içine sürükleyen dümtek sesidir âdeta. Evet bu mısralar, “Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün / Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün / Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri / Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri / Yâ Rab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!” mısralarının birer habercisidir artık.
Şâir bu ferahlı âlemi temaşa eder etmesine; ama bir şey eksiktir kendisinde: Oruç… Dolayısıyla kendisini yalnız ve gurbette kalmış gibi hissederken, “Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz / Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı / Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı” mısraları dökülüverir. Yalnız Yahya Kemal de “devam” fikrinin cemiyete karışmakla ve ana gövdeye iltihakla olabileceğini ve mazi-hal-istikbâl dengesinde insanı boşluktan kurtaracak “devam fikri”nin böyle gerçekleşeceğini bildiğinden, “Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime / Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime / Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür / Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür” mısralarıyla teselliyi bulabilen şahsiyetlerdendir. Bir bakıma, yapmasa da saygı duyan ve cedlerinin dinî inançlarını, vaktiyle kaybettiği kendisinden bir parça olarak görebilenlerden…
Evet, ıztıraplıdır ve kendisi ile ana gövde arasında bir kopukluk yaşandığının farkında; ama karşısında yanan bir kandilin rehberliğinde yürüyen kervanı küçük görmek, yeri geldiğinde hakaret etmek, hatta ve hatta yobaz olarak görmek gibi bir yanlışlığa asla düşmemiş; olabildiğince bu kervanın eteğine tutunmaya çalışmıştır. Zira bilir ki, bu kervan kin, nefret ve karanlıkların kervanı değil; ne olursa olsun insaf ve şefkat kandilinin aydınlattığı bir kervandır. Nitekim Ezansız Semtler’de gittiği bir bayram namazında yaşadıklarını şöyle belirtir: “O sabah o Müslümanlığa az aşina Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. Namazdan çıkarken kapıda âyândan Reşid Akif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: ‘Bu bayram namazında iki defa mes’udum. Hamdolsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhudar ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni mütesellî etti!’ dedi.”
Peki nedir şâiri bu kadar mutlu eden? Ve bulunduğu cemaat içinde kendisine “aynı milletin ruhlu bir cemaati” “cedlerin mağfiret iklimi” fikrini aşılayan sebep ne ola? Çok açık… Âidiyet hissi… Belki de ortak şuurdan kopuşun ortaya çıkaracağı şuursuzluktan kaçış psikolojisi… O yüzdendir ki, Yunus Emre yeni yeni keşfedildiğinde, bir mücevher bulunmuş gibi devrin (bilinçli) aydınları Yunus’a sarılmakta gecikmediler. Çünkü geçmişin uhrevîliğinden kalma sızıntılardı cezbeden onları. O sızıntılar ki, cedlerin mağfiret ikliminden oluşan kendi gökkubbemizden başka bir şey değil…
Ben bunları düşünürken ve Ramazan ayının etkisiyle ebediyet (devam) gibi bir hakikate vasıl olma gayretinin verdiği ürpertiyi iliklerime kadar hissederken, arkadaşlarının tuttuğu orucu hiçe sayıp elindeki suyu midesine lıkır lıkır indiren ve ardından kahkahayı patlatan biri dikkatimi çekiyor. “Kişi kendi günahını yüklenir ve oruç tutup tutmamak gibi bir tercihi var” diyeceğim; ama öte yandan gittikçe aidiyet hissinden yoksun olanların, nurlu ve mübarek bir kandilin izinden asırlardır bir devam hâlinde yürüyen kervanı pervasızca incitmekten duydukları yabanî hazza ne demeli, onu bilemiyorum…
06.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|