“İslâmiyet”; teslimiyettir, sıdktır, doğruluktur, sabırdır, istikamettir, tahammüldür, nezakettir, katlanmaktır.
“Zaman-ı Saadet’te Kur’ân’dan neş’et eden (çıkan) İslâmiyet, sanki bir şeceredir (ağaçtır). Kökü zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve mânevî semereleri yetiştiriyor.” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 52)
Evet, asrın imamının ifadesiyle: “Kur’ân’dan neş’et eden (çıkan) İslâmiyet, sanki bir şeceredir (ağaçtır).”
Nefislerin arzu ve isteklerinden çıkan veya ona uyan İslâmiyet değil, “Kur’ân’dan çıkan İslâmiyete” uyabilme, onu bire bir yaşayabilme, onu kabullenebilme dâvâsıdır esas olan.
Bugün mü’minler olarak, mânevî hayatımızda, iç dünyamızda, İslâmî yaşantımızda en büyük handikabımız, imtihanımız, zorlandığımız konuların en başında bu gelse gerek: İslâmiyeti bire bir yaşayamamak, tatbik edememek... Nefislerimizin ve hislerimizin esiri olmak... Dünyanın, felsefik düşüncelerin ve başkalarının tasallut ve söylemlerinin çekim sahasına girmek...
İnsanlığın ve kâinatın en büyük önderi, rehberi ve bütün zamanların en büyük lider ve eğitimcisi gerçek mânâda bir “emanetçiydi” o (asm). Elçiliğini yaptığı Zât-ı Zülcelâl’in emir ve iradesi dışında hiçbir şeye tâbî olmamış ve o kanun ve düsturlardan da sapmamıştı. Hak mesleğinde başkalarını dinlememiş, ama başkalarına önder olmuştu. Tıpkı yolunda giden, kendisinden sonra gelen diğer varisleri gibi.
Onun içindir ki, getirdiği din doğu ve batıyı, geçmiş ve geleceği o muazzam basiret, dirayet ve ufukla kucaklamıştı. Bugün dünya üzerindeki “Müslümanlar” olarak bütün tembelliğimize, aymazlığımıza ve umursamazlığımıza rağmen, hak din İslâmiyetin durdurulamaz yükselişi, Kur’ân’ın mû’cizeliği ve onun mübelliği olan sevgili Resûlün (asm) insanlığa rehber ve rahmeti olan Sünnetinin bütün insanlık tarafından “kabul görmesinin” sırrı burada yatmaktadır.
İSLÂMİYET "HİCRETTİR."
O’nun emri uğruna, İslâmiyet namına, vatandan cüdaya katlanmak, kâinatın kalbi olan Mekke-i Mükerreme’yi, Kâbe-i Muazzama’yı, Hacerü’l-Esved’i geride bırakmak...
Nefsin isteklerinden, arzularından, dünyanın zevklerinden, lezzetlerinden “hicrete” tahammülümüz var mı?
İnançlarımızı ne kadar ve ne ölçüde yaşayabildiğimiz konusunda gerçek mânâda bir nefis muhasebemiz ve iç hesaplaşmamız var mı?
Mevcut yaşantımız aslında her şeyi ortaya koyar ve net fotoğrafı bize gösterir.
“Mimsiz Medeniyetin” başımıza açtığı gaile ve belâları sade bir duygu, hakperest ve insaflı bir muhasebe ile ciddî bir değerlendirmeye tabi tutabildiğimizden emin miyiz? Önceliklerimizin ‘semavî’ mi, ‘arzî’ mi olduğu, manevî hayatımız ve kurtuluş reçetemiz için çok önemli.
Nurun hadimliği dâvâsında bulunan, Kur’ân’dan ilham alan, eşsiz rehberliğin güzel örnekleriyle mücehhez “Külliyat” elinde olan dâvâ adamına yakışan, dâvâsı uğruna, şahs-ı mânevî namına, kaderin çizgisi hakkına:
Nereden ve kimden gelirse gelsin her türlü çileye katlanmaktır.
Her çeşit hakaret, horlanma, dışlanmanın, zıddına hareket etmeyi gündeminden çıkarmaktır.
Katlanmaya, sabra ve tevekküle devam etmektir. Kaderi tenkide cüretten vazgeçmektir.
Dâvâsı uğruna haksızlığa tahammül göstermektir. Mukaddesâtı namına sabırda devam etmektir. Her hal ve şarta rağmen istikametini bozmamaktır.
Mü’min kardeşlerinin selâmeti ve dâvâsı uğruna içten ve dıştan gelebilecek her türlü olumsuzluklara karşı fedakârlık göstermektir.
Yanlışı ‘karşıda’ aramak değil, ‘kendinde’ aramak ve ‘kendinden’ bilmektir. Suçlu aramak değil yerine göre—yine dâvâsı uğruna—suçu kabullenmektir.
Başını “örse” vurmamak için “kaderin” çizgileri içinde kalmak, Mahkeme-i Kübranın her şeyi halledeceği tevekkülünü hatırdan uzak tutmamaktır.
İmanlı olmanın, inancı bağrında taşımanın, hele de bu asırda dâvâ sahibi olmanın bir büyük imtihan ve bir büyük bedel istediğinin muhakkak farkında olabilmektir.
Bütün bu serdedilen hakikatlerin kaynağı, erbabının malûmu olduğu üzere Kur’ân’dır, sünnettir, Külliyattır.
Bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm), Hâtemü’l-Enbiyanın (asm) ve onun (asm) yolundan giden evliya, asfiya ve ulemânın hayatları hep iç ve dıştan gelen sadmeler, gürültüler, dertlerle doludur. Çünkü bu, fani ve geçici dünyanın imtihanı, bir bakıma ölçüsü, bedelidir. Bu imtihanı kaybetmek veya kazanmak elimizdedir.
Her şey bir bedel istediği gibi hele de bu asırda inançlı olmak, dâvâ sahibi olmak çok büyük bir bedel istemektedir. Umalım ki biz bu bedeli nefsimizin, şeytanımızın, hislerimizin ve başkalarının telkin, yaşantı ve özentileriyle değil de, “Hakkın” emir ve değerleriyle kazanalım. Dinimizin emirleri doğrultusunda yaşamanın huzur ve mutluluğunu bulalım. Bunun tek yolu da, bire bir İslâmı her yönüyle ve her şartta yaşamaktan geçer.
Cenâb-ı Hakk’ın, bu mübarek günler hürmetine İslâmı gerçek mânâda yaşamayı bizlere nasip etmesi dilek ve temennisiyle.
NOT: Çok değerli dostum ve dâvâ arkadaşım, kıymetli insan Prof. Dr. Nureddin Abut’un değerli eşi Nurcan Abut’un Rahmet-i Rahmana kavuştuğunu teessürle öğrendim. Merhumeye Allah’tan rahmet, Nureddin Bey dostuma ve diğer akraba ve ahbaplarına başsağlığı ve Cenâb-ı Hak’tan sabr-ı cemil niyaz ederim. N.E
05.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|