|
|
Şükrü BULUT |
Çırpınırdı Karadeniz |
|
Tarihimizde Karadeniz’de kâbus yaşadığımız dönemler az değildir. Karadeniz çırpınırken yüzeyine tarihî hasretler, aşklar, inkisarlar ve ihânetler zaferlerle birlikte vurur. Bolşeviklerin Kuzey Avrupa ve Rusya’yı ele geçirmeleri, hür Batı dünyasının Demirperde ile sınırlarını tarihin en kalın çizgileriyle çizmeleri Karadeniz’in çarpıntı ve çırpıntılarını yarım asra yakın bir zamana kadar teskin etmişti. Barışa dayalı olmasa da, bir sükûnet yaşanmıştı, Karadeniz’de. Karadeniz yeniden çırpınmaya başlıyor. Dev dalgalar, zaman zaman yerli gemilerin boylarını hayli aşıyor. Bu fırtınada heyecanlanmamak, paniğe kapılmamak kolay değil.
Tekrar güzeldir. Bazı hakikatler ancak tekrar ile zihne yerleşiyor. Türkiye’mizi ve dünyamızı alâkadar eden iki önemli ihanetin haritası çıkarılmadan ve mahiyetleri anlaşılmadan ne ülkemiz, ne İslâm âlemi, ne Hıristiyanlık dünyası ve ne de dünyamız şu fitnelerden kurtulmayacak, sulh u sükûnete kavuşamayacaktır kanaatindeyiz. Otuz seneye yakındır ki, 12 Eylül ihanetinin getirdiği insanlık dışı şartlarla boğuşuyor Türkiye... Baş tetikçisinin Marmaris koyunda devletçe beslendiği ve o günkü cuntaların uydurdukları anayasanın vicdanşiken maddelerinin dibacede durduğu bir ülkede, demokrasicilik oyunlarının millete hangi faydayı getireceği daha çok tartışılacaktır. 12 Eylül düzeninin hâlâ günümüzün seçilmiş mebuslarınca devam ettirildiği bir zamanda, millet iradesinden veya Meclis iradesinden dem vuranların; hem kendileriyle ve hem de Millet Meclisiyle tenakuz teşkil ettiklerini düşünüyorum. Halktan aldığı büyük desteğe rağmen 12 Eylül düzenini değiştiremeyen, ihtilâl anayasasına dokunamayan ve dolayısıyla o sisteme boyun eğen bir hükümet, Rusya’ya başkaldırmış. Rusya’ya baş kaldırmak yanlış mıdır? Düne kadar Moskof’a sövmeyi fazilet olarak kabul etmiş bir millet için elbette ki yanlış değildir. Burada bilinmeyen husus, Moskova’yı kızıla boyayan ruhun Batıdan yeniden hortlamasıdır. Neoliberal maskesi altında Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’ın boyandıkları renkler “kızıl” değil mi? George Soros’un şimdilik temsil ettiği yeni liberallerle, Troçkici Neocon’ların ilham aldıkları kaynakları da Freud, Karl Marks ve Wilhelm Reich gibi saldırgan dinsizler boy göstermiyorlar mı? Küçücük bir şaşırtmaca var. Kızıl Kuvvetler bu defa Karadeniz’e güneyden saldırıyorlar. Tıpkı, Basra ve Bağdat’a güneyden girdikleri gibi...
12 Eylül’lü Türkiye’de, Türk milletinin iradesinden bahsedemeyeceğiniz gibi, 11 Eylül’lü Amerika ve Avrupa’da da Hıristiyan Batı iradesinden, Amerika ve Almanya iradesinden bahsedemezsiniz. Evvelâ Amerikan istihbaratının bilgisi dahilinde işlenmiş New York İkiz Kuleler cinayetinin ve daha sonra Bağdat ve Kâbil katliâmlarının mahiyetlerini öğrenelim. Ergenekon’u Ankara’da arama belâhatına kapılmışların hatasına, globalde de düşüyoruz galiba... AB’nin neoconcu Sarkozy ile Merkel’in güdümünde hareket etmeyeceğini umuyoruz. Bunca ihanet, cinayet ve kaosa AB demokrasisi müsaade etmez, diyoruz.
Tekrar güzeldir. Bediüzzaman Hazretleri, devletler ve milletler sıcak savaşlarının, sınıf ve grup savaşlarına yerini terk ettiğini söylüyor. AKP hükümetinin engelleyemediği gemiler Karadeniz’e, Prag’ı, Berlin’i, Varşova ve Kırım’ı vuran dünkü Bolşeviklerin silâhlarını taşıyorlar. Müttefikimiz Amerika’nın kontrolündeki Ergenekoncuları teşhis ederek ABD ve AB’ye bilgi verme vazifesi bize ait. Zira Karadeniz çırpınırken Türkiye’nin de yüreği çarpıyor. Buradaki çatışmada, Irak’taki çatışmadan yüz defa daha zararlı çıkarız. Karadeniz’e çıkan gemiler müttefiklerimize ait değil. Neocon Sarkozy, Merkel ve Bush’un avanelerine ait. Zaten bu bölgeyi, sivil teşebbüsleriyle Turuncucu Soros önceden kevgire çevirmişti. Troçki’den Freud’den, Lenin ve Karl Marks’tan bir hayır bekliyorsanız, girdikleri yeri “çekirge tufanına” çeviren neocon ve neoliberallerle ittifaklara gidebilirsiniz. Fakat unutmuyorsunuzdur: Devrimler evvelâ uşaklarını, çocuklarını ve yardımcılarını yerler. Bu mânâda Cengiz ve Hülâgu devrimlerini de düşünebilirsiniz.
Not: Rabbimiz şu mübarek Ramazan hürmetine vatanımızı ve milletimizi her türlü fitneden korusun.
05.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Biri ablamız, biri bacımız |
|
Evvelâ yaş ve hizmet bakımından çok önde olan, saff-ı evvel makamında, bizlerin üzerinde hakkı olan ve Hz. Bediüzzaman’a mektuplar yazan merhume ablamız “Nuran Gecegezen”den bahsetmek istiyorum. Elbette bunları anlatırken, yazarken, pek çok okuyucunun, bilhassa 1960’lardan sonra doğanların, Türkiye’nin dünü ile bugününü kıyas ederek hizmet yapmaları ve bu mercekle mazideki şahsiyetleri değerlendirmeleri lâzımdır. Yoksa hizmetlerin zarfında kalırlar, mazrufuna inemezler.
Merhume Nuran Gecegezen Ablamız ile tanışmamız, Risâle-i Nurlarla koşuşturmaya başladığımız küçük yaşlarımıza ve gençlik yıllarına rastlar. Nasıl rastlar? Çünkü o tarihlerde Konya’dayız ve Konya’da hizmetin öncülerinden, askerliğini yedek subay olarak yapan ve daima Hz. Bediüzzaman’a gidip görüşen ve hâlen hayatta bulunan muhterem ağabeyimiz Said Gecegezen’in eşi idi.
Hz. Bediüzzaman’a selâm veren ve elini öpenlerin gözaltına alındığı ve Türkiye’de daimî sûrette Nur derslerinden dolayı vatandaşların takibâta uğradığı ve akıl almaz muâmelelere maruz kaldıkları dönemlerde, Gecegezen Ağabeyimiz, Kur’ân ve Nur dâvâsı için maddî ve mânevî bütün servetini ortaya koymuştur. Hatta o tarihlerde Risâle-i Nur aleyhinde beyânât verenlere, etiketleri bizde mahfuz olan kişilere gönderdiği ve Konya PTT’sinin korkudan teslim alamadığı telgraflarının altına “Ebedî Nurcu” imzâsını atmıştır.
Bu mücahit ve büyük kahraman ağabeyimizle 1966 yıllarında Konya Medrese-i Yusufiyesinde kaldığımız ve işkencelere maruz bırakıldığımız acılı günlerde, merhume Nuran Ablamızın başka bir yönünü tanıdım. Nasıl tanıdım? Gecegezen Ağabeyimiz nasıl bir kahramansa, eşi de onun arkasında, dâvâsına sahip çıkan bir kahramandı. En büyük destekçisi o idi, fedakârdı, cesurdu, gıybet etmezdi, sû-i zân etmezdi, gösterişten fantaziden kaçardı. Yani bir Osmanlı Hanımefendisiydi. Çocukları yoktu, biz onların küçük kardeşleri idik.
Nurun mümtaz talebelerinin kaldığı, uğradığı, hatıralarını anlattığı ve nur derslerinin yapıldığı yerler “Gecegezen” ailesinin evleri idi. Hiçbir gün bu ablamızdan şikâyet duymadım. Ne metanetti! Ne fedakârlıktı! Şimdikiler, o elem verici ve daimî takip ve tevkiflerin olduğu dönemde hizmeti her şekliyle kucaklayan Nuran Ablalara yetişebilirler mi?
Merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey başta olmak üzere diğer muhterem zevâtın uğradıkları mekân, onların evleri idi. Konya’nın en büyük turizm firmasının bir “fayton arabası” varken, Gecegezen Ağabeyin şehirler arası otobüsü vardı. Bu aile bütün servetini Risâle-i Nur hizmetine verdi. Nuran Ablamızı Konya Üçler Mezarlığı’na defnederken bu cihetleri temâşâ ederek gözyaşlarımı tutamadım.
Diğer bacımız; üç kız çocuğunu bırakarak vatan-ı aslîsine giden ve yakalandığı hastalığı ile bir şehid-i mânevî makamına çıkan 38 yaşındaki Nurcan Abut Hanımefendi. Eşleri Nureddin Bey ve kendileriyle ailece tanışırız. O bacımız da son dönemin fedakârlarından, çekirdekten bir dâvâ hanımefendisi idi. Onun safiyeti, onu bu makamlara çıkardı. Gıpta ettiğim bir aile idi. Eşi Nureddin Beyi ortaokul çağlarında serhad şehri Van’ımızda hizmetlerden tanırım. Çok metanetli, çok sabırlı kardeşimdir.
Bu aileyi daima murakabe ediyordum. Bacımızın hastalığını daima soruyordum ve nihayet geçtiğimiz günlerde Hakka vuslat etti. Eşi Nureddin Beye sordum, cevabı şu oldu: “O çok sevdiği Üstadın meclis-i nurânisine kavuştu.” Bundan daha tesellici söz olur mu? Gerek Nuran Ablamız ve gerekse Nurcan Kardeşim için inancım odur ki; sorgu meleklerine Risâle-i Nur’un sahifelerinden derslerle cevap vermişlerdir. Pek çok hanıma bunların yaşantısı ders-i ibrettir. Son söz olarak özetle ârif olanlara diyorum ki; bu her iki hanımefendinin iki ‘gözü’ vardı. Bir gözleri daima Kur’ân hizmetinde idi, diğer gözleri de eşlerinde… Maddeye esir olmadılar, makamlara talip olmadılar, melek gibi geldiler melek gibi gittiler. Ruhları şâd olsun...
05.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Gerçek İslâmı nefislerimizde bire bir yaşamak |
|
“İslâmiyet”; teslimiyettir, sıdktır, doğruluktur, sabırdır, istikamettir, tahammüldür, nezakettir, katlanmaktır.
“Zaman-ı Saadet’te Kur’ân’dan neş’et eden (çıkan) İslâmiyet, sanki bir şeceredir (ağaçtır). Kökü zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve mânevî semereleri yetiştiriyor.” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 52)
Evet, asrın imamının ifadesiyle: “Kur’ân’dan neş’et eden (çıkan) İslâmiyet, sanki bir şeceredir (ağaçtır).”
Nefislerin arzu ve isteklerinden çıkan veya ona uyan İslâmiyet değil, “Kur’ân’dan çıkan İslâmiyete” uyabilme, onu bire bir yaşayabilme, onu kabullenebilme dâvâsıdır esas olan.
Bugün mü’minler olarak, mânevî hayatımızda, iç dünyamızda, İslâmî yaşantımızda en büyük handikabımız, imtihanımız, zorlandığımız konuların en başında bu gelse gerek: İslâmiyeti bire bir yaşayamamak, tatbik edememek... Nefislerimizin ve hislerimizin esiri olmak... Dünyanın, felsefik düşüncelerin ve başkalarının tasallut ve söylemlerinin çekim sahasına girmek...
İnsanlığın ve kâinatın en büyük önderi, rehberi ve bütün zamanların en büyük lider ve eğitimcisi gerçek mânâda bir “emanetçiydi” o (asm). Elçiliğini yaptığı Zât-ı Zülcelâl’in emir ve iradesi dışında hiçbir şeye tâbî olmamış ve o kanun ve düsturlardan da sapmamıştı. Hak mesleğinde başkalarını dinlememiş, ama başkalarına önder olmuştu. Tıpkı yolunda giden, kendisinden sonra gelen diğer varisleri gibi.
Onun içindir ki, getirdiği din doğu ve batıyı, geçmiş ve geleceği o muazzam basiret, dirayet ve ufukla kucaklamıştı. Bugün dünya üzerindeki “Müslümanlar” olarak bütün tembelliğimize, aymazlığımıza ve umursamazlığımıza rağmen, hak din İslâmiyetin durdurulamaz yükselişi, Kur’ân’ın mû’cizeliği ve onun mübelliği olan sevgili Resûlün (asm) insanlığa rehber ve rahmeti olan Sünnetinin bütün insanlık tarafından “kabul görmesinin” sırrı burada yatmaktadır.
İSLÂMİYET "HİCRETTİR."
O’nun emri uğruna, İslâmiyet namına, vatandan cüdaya katlanmak, kâinatın kalbi olan Mekke-i Mükerreme’yi, Kâbe-i Muazzama’yı, Hacerü’l-Esved’i geride bırakmak...
Nefsin isteklerinden, arzularından, dünyanın zevklerinden, lezzetlerinden “hicrete” tahammülümüz var mı?
İnançlarımızı ne kadar ve ne ölçüde yaşayabildiğimiz konusunda gerçek mânâda bir nefis muhasebemiz ve iç hesaplaşmamız var mı?
Mevcut yaşantımız aslında her şeyi ortaya koyar ve net fotoğrafı bize gösterir.
“Mimsiz Medeniyetin” başımıza açtığı gaile ve belâları sade bir duygu, hakperest ve insaflı bir muhasebe ile ciddî bir değerlendirmeye tabi tutabildiğimizden emin miyiz? Önceliklerimizin ‘semavî’ mi, ‘arzî’ mi olduğu, manevî hayatımız ve kurtuluş reçetemiz için çok önemli.
Nurun hadimliği dâvâsında bulunan, Kur’ân’dan ilham alan, eşsiz rehberliğin güzel örnekleriyle mücehhez “Külliyat” elinde olan dâvâ adamına yakışan, dâvâsı uğruna, şahs-ı mânevî namına, kaderin çizgisi hakkına:
Nereden ve kimden gelirse gelsin her türlü çileye katlanmaktır.
Her çeşit hakaret, horlanma, dışlanmanın, zıddına hareket etmeyi gündeminden çıkarmaktır.
Katlanmaya, sabra ve tevekküle devam etmektir. Kaderi tenkide cüretten vazgeçmektir.
Dâvâsı uğruna haksızlığa tahammül göstermektir. Mukaddesâtı namına sabırda devam etmektir. Her hal ve şarta rağmen istikametini bozmamaktır.
Mü’min kardeşlerinin selâmeti ve dâvâsı uğruna içten ve dıştan gelebilecek her türlü olumsuzluklara karşı fedakârlık göstermektir.
Yanlışı ‘karşıda’ aramak değil, ‘kendinde’ aramak ve ‘kendinden’ bilmektir. Suçlu aramak değil yerine göre—yine dâvâsı uğruna—suçu kabullenmektir.
Başını “örse” vurmamak için “kaderin” çizgileri içinde kalmak, Mahkeme-i Kübranın her şeyi halledeceği tevekkülünü hatırdan uzak tutmamaktır.
İmanlı olmanın, inancı bağrında taşımanın, hele de bu asırda dâvâ sahibi olmanın bir büyük imtihan ve bir büyük bedel istediğinin muhakkak farkında olabilmektir.
Bütün bu serdedilen hakikatlerin kaynağı, erbabının malûmu olduğu üzere Kur’ân’dır, sünnettir, Külliyattır.
Bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm), Hâtemü’l-Enbiyanın (asm) ve onun (asm) yolundan giden evliya, asfiya ve ulemânın hayatları hep iç ve dıştan gelen sadmeler, gürültüler, dertlerle doludur. Çünkü bu, fani ve geçici dünyanın imtihanı, bir bakıma ölçüsü, bedelidir. Bu imtihanı kaybetmek veya kazanmak elimizdedir.
Her şey bir bedel istediği gibi hele de bu asırda inançlı olmak, dâvâ sahibi olmak çok büyük bir bedel istemektedir. Umalım ki biz bu bedeli nefsimizin, şeytanımızın, hislerimizin ve başkalarının telkin, yaşantı ve özentileriyle değil de, “Hakkın” emir ve değerleriyle kazanalım. Dinimizin emirleri doğrultusunda yaşamanın huzur ve mutluluğunu bulalım. Bunun tek yolu da, bire bir İslâmı her yönüyle ve her şartta yaşamaktan geçer.
Cenâb-ı Hakk’ın, bu mübarek günler hürmetine İslâmı gerçek mânâda yaşamayı bizlere nasip etmesi dilek ve temennisiyle.
NOT: Çok değerli dostum ve dâvâ arkadaşım, kıymetli insan Prof. Dr. Nureddin Abut’un değerli eşi Nurcan Abut’un Rahmet-i Rahmana kavuştuğunu teessürle öğrendim. Merhumeye Allah’tan rahmet, Nureddin Bey dostuma ve diğer akraba ve ahbaplarına başsağlığı ve Cenâb-ı Hak’tan sabr-ı cemil niyaz ederim. N.E
05.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tuhaf ziyaret |
|
Gündemin asker faslına şimdilik nokta koyalım dedik, ama Kandıra’daki F tipi cezaevine “TSK adına” yapıldığı açıklanan tuhaf ziyaret, buna müsaade etmedi.
Ziyaret hemen gündemin baş sırasına oturdu.
Yapılan yorumlar, ziyaretin tuhaflığında ve “yargıya müdahale” tartışmasını alevlendirdiğinde birleşiyor. “İkinci bir Şemdinli ile mi karşı karşıyayız?” suali seslendiriliyor. “Başbuğ’un ‘iyi çocuklar’ı da iki emekli orgeneral mi?” deniliyor.
Gerçekten, ziyaretin gerçekleştiği dakikalarla eşzamanlı olarak yapılan Genelkurmay açıklamasında “TSK’nın yargıya güven ve saygısı tamdır” denilse dahi, “müdahale” algısı oluştu bile.
Bu ziyaretle, Eruygur ve Tolon’un “Genelkurmay neden bize sahip çıkmadı?” sitemine gecikmeli bir mukabelede bulunulduğu anlaşılıyor.
Açıklamada iki emekli orgeneralin “uzun yıllar TSK’da hizmet verdikleri”nin vurgulanması da bir vefa borcunun ifası olarak yorumlanıyor.
Ziyaretle, tutuklu iki eski komutanın, ailelerinin ve bu tutuklamadan rahatsız olan bazı çevrelerin beklentileri kısmen karşılanmış olabilir.
Ancak yargı sürecinin devam ettiği bir aşamada böyle bir ziyaretin, üstelik kurum adına gerçekleştirilmiş olması, çok daha geniş kesimler tarafından kuşku ve tedirginlikle karşılandı.
Ergenekon dâvâsında yargılanan Veli Küçük ve daha alt rütbelerdeki diğer eski TSK personelinin ziyaret kapsamı dışında bırakıldığından hareketle, “Eğer çeteye destek gibi bir niyet olsaydı onlar da ziyaret edilirdi” diyenler mevcut.
Ancak bu tevilin sağlam bir dayanağı yok.
Çünkü içeride tutulan eski TSK mensuplarının tamamı Ergenekon sanığı. Eruygur’la Tolon’un ve sonra içeri alınanların Veli Küçük’le diğerlerinden farkı, haklarında henüz iddianame tanzim edilmemiş ve dâvâ açılmamış olması.
Acaba Genelkurmay bu farktan dolayı mı Eruygur ve Tolon’u ziyarette sakınca görmedi?
Ama bu farkın hukukta bir geçerliliği var mı?
Haklarında dâvâ açılan Küçük ve diğerleri peşinen mahkûm olmuş sayılırken, henüz dâvâ açılmadığı için Eruygur ve Tolon’a farklı gözle mi bakılıyor? Veya bu fark, sanıkların rütbelerinden mi kaynaklanıyor? Orgeneralleri diğerlerinden “daha eşit” gören bir anlayış mı söz konusu?
Soruşturma ve dâvâ sürecinin devam ettiği, zanlı konumundaki generaller hakkında da iddianame hazırlıklarının sürdüğü bir noktada böyle bir kurumsal ziyaretin, “yargıyı etkileme” tartışmalarını tetikleyeceği hiç düşünülmedi mi?
“TSK adına” ziyareti gerçekleştiren komutanın, Kıbrıs’ta görev yaptığı dönemde, yazar Kutlu Adalı cinayeti dahil, birtakım tartışmalara adının karışmış ve bu cinayetle ilgili olarak AİHM’e giden dâvâ kapsamında ifade vermiş olması da, hadisenin bir başka enteresan boyutu.
Bir diğer tuhaflık, ziyaretin izin alınarak ve sivil araçla gidilerek yapılmış olmasının “sivil iradeye saygı”nın işareti olarak takdim edilmesi.
Ne yani, komutanların hücrelerine, izin almadan, bir müfreze askerle baskın yaparak mı gidilseydi? Ve “TSK adına” yapıldığı açıklanan ziyarette sivil araç kullanılması neyi değiştirir ki?
Velhasıl, neresinden bakılırsa bakılsın, sıkıntılı bir durum ortaya çıkmış ve özellikle Ergenekon dâvâsında görev yapan yargı mensuplarının, savcıların, hakimlerin işi çok zorlaşmış bulunuyor. Sürecin bilhassa Eruygur ve Tolon’la ilgili bundan sonraki safahatını, bu ziyaretin getirdiği ilâve yükü de taşıyarak devam ettirecekler.
Dâvânın, özelliğinden kaynaklanan olağanüstü zorluk ve sıkıntıları yeterince bunaltıyorken!
Bu arada, muhtemel sonuçlara ilişkin olarak tersinden varsayımlar üretenler de var. Meselâ, “Eruygur ve Tolon’un tahliyesi bu ziyaretin ardından tamamen imkânsız hale geldi” iddiası bunlardan biri. Öyle bir tahliye ihtimali var mıydı, bilmiyoruz. Ancak bu iddia seslendiriliyor.
Son söz: Ergenekon için dile getirilen “Şemdinli gibi olmasın” kaygısı, dileriz, gerçekleşmez.
05.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Türkiye - Ermenistan ilişkileri -1 |
|
Her Nisan ayında Ermeni diasporasının “soykırım” iddiasıyla tahrik edilen “Ermeni meselesi” bu kez periyodunu beklemeden gündeme geldi.
Cumhurbaşkanı Gül’ün Türkiye ile Ermenistan futbol takımlarının oynayacağı “2010 Dünya Kupası eleme grubu” maçı için Erivan’a gitme kararı üzerine, her gün yeni bir boyut kazanan “Kafkasya krizi” ortasında “Ermeni meselesi” yeniden nüksetti. Kamuoyunun belli bir kesimi, hâlen haritalarında Türkiye’de gözü olan, toprak bütünlüğünü ve sınırları tanımayan ve başşehrinin ortasında “soykırım abidesi” diken bir ülkeye en üst düzeydeki ziyareti uygun görmüyor. Bunun diasporayı daha da şımartacağı ve Taşnak komitesi benzeri çeteler tarafından istismar edileceği ileri sürülüyor. Nitekim sadece Meclis’teki muhalefetin değil, iktidar partisinin Meclis grup başkanlığının da milletvekillerine “gitmemeleri” tavsiyesi, kısmen de olsa bu “endişeleri” haklı kılıyor. Gelinen noktada Yahudi lobisi etkisindeki Ermeni diasporasının kışkırtıcılığı, Türkiye’de aksi yönde kamuoyunu tesir altında bırakıp şaşırtıyor; tavır almaya itiyor…
Ne var ki bu durum, krizi daha da derinleştirmekten ve her iki ülkeye zarar vermenin ötesine geçmiyor. Zira Türkiye’nin “soykırım” uydurmasına karşı hassasiyetini kullanan ABD ve bazı Batılı ülkeler, bu politikaların bedelini iki ülkeye de ağır ödetiyor. Dış politikada siyasî ve ekonomik mâliyeti sanılandan yüklü oluyor. Hem Türkiye’ye hem de Ermenistan’a…
ERMENİSTAN ECNEBİ TAHRİKLERE GELMEMELİ…
Hatırlanacağı üzere, son 24 Nisan öncesinde Amerikan Temsilciler Meclisinde 30 ve Senatoda 13 Yahudi asıllı üye ile Kongrenin yüzde 20’sini doğrudan kontrol eden Yahudi lobisi, önce Ermenistan’ın “soykırım” tezine destek vermiş; ardından da İsrail Başbakanı Ehud Olmert Ankara’ya gelerek “ABD’deki Ermeni tasarısını” bir koz olarak gündeme getirmişti. Yahudi lobisinin “soykırım tasarısı”na desteğini çekme karşılığında Türkiye’nin Müslüman komşuları İran ve Suriye konusunda “ihtiyatlı” olunmasının istendiği; dahası ABD’nin Irak’ta olduğu gibi Müslüman komşu İran’a yapacağı “yaptırımlar”da ve İsrail’in Suriye saldırısına “destek” ve hatta “askerî yardım” taleplerinin masaya getirildiği haberleri çıkmıştı.
Oyun devam ediyor. Müfrit çetelerin ve diasporanın etkisindeki şahin Erivan yönetimi, yabancı mahfillerden pompalanan projelerle bölgede ihtilâf ve fitnede istimal edilmekte. Bölge harici mihraklardan servis edilen stratejilerle ifsada teşne hale getirilmekte. Başta Türkiye ve Azerbaycan olmak üzere komşularıyla ilişkilerini zehirlemekte…
Özetle “Ermeni soykırım tasarısı”nın altında İsrail’in olduğu, Washington – Tel Aviv - Ankara hattındaki hadiselerin arka plânında bir defa daha deşifre olmakta. Çarpıtmalarla Ermeni halkının zararına Türkiye ile didişen diaspora, hârici ifsat odaklarının komplosuyla zaman zaman Türkiye’nin yanı başındaki Ermenistan yönetimini kıskaca alıp, ülkesinin ve halkının çıkarlarına aykırı politikalara itmekte.
Neticede tarih boyunca Türkler ve Kürtlerle içiçe yaşayan Ermenilerin Taşnak gibi müfrit komiteleri ve vahşi çeteleri, daha önce “Pakraduniler” denilen Yahudi dönmesi Ermenilerin ve bazı dış mihrakların âleti oldukları gibi, bugün de ifsat şebekelerinin elindeki Ermeni diasporasınca terör ve ifsatta istimal edilmekteler.
Osmanlılar, gayr-ı müslim unsurlar arasında “en sâdık teba” olarak tanımladıkları Ermeni vatandaşları Müslüman unsurlardan farksız gözetmiş; hatta “askerlikten muafiyet” gibi ayrıcalıklar tanımışlardı. Ancak 1915 tehcirine sebep olan isyan ve “hiyanet”te olduğu gibi, Ermeniler, ne yazık ki bugün de Osmanlının bâkiyesi Türkiyeye karşı kullanılmaktalar…
“ERMENİLERLE DOSTLUĞUN VE
HÜRRİYETLERİNİN GEREĞİ…”
Oysa Azerbaycan ile Türkiye arasında sıkışan ve güneyde İran’la sınırı bulunan Ermenistan’ın Türkiye ile iyi geçinmesi, her şeyden önce Ermeni halkın yararına ve bölgenin barış ve menfaatinedir.
Çünkü resmî nüfusunun 3.5 milyon olarak gösterilmesine karşı, ancak bir milyonu bulan Ermenistan ekonomik bakımdan hâlâ Türkiye’ye muhtaç. Yüz binlerce vatandaşı Türkiye’de çalışıyor, sadece İstanbul’da 45 bin Ermeni iş ve aş peşinde koşuyor. Erivan’dakilerin elinde inleyen Ermenilere müsamaha ile bakan Ankara, yüz binlerce Ermeni göçmenin Türkiye’de çalışmasına göz yumuyor.
Aslında ifsat odaklarının oyununa gelmeyen mâsum Ermeniler, dün olduğu gibi bugün de bunun farkında. Ne var ki Erivan yönetimi hâlâ bu gerçek karşısında direniyor; ve ayak oyunlarıyla Türkiye’nin bazı emr-i vakilerin dayatılması peşinde koşuyor. Osmanlıya “hıyanet” Ermenileri perişan etti. Ermeni halkını ecnebilerin zulüm ve istilâsı altına soktu. Bugün Osmanlının verâsetini taşıyan Türkiye karşıtı politikalar da Ermenileri büyük sıkıntılara duçar etmekte; Ermenistan’la birlikte Türkiye de zarardide olmakta.
Bu bakımdan Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın Gül’ü dâveti, bir fırsat olarak bilinmeli.
Bediüzzaman’ın, Osmanlının emâneti “gayr-ı müslimlerle ve Ermenilerle dostluğun ve hürriyetlerinin gerekleri” ve topyekûn millete faydalarını esas alan dersine kulak verilmeli. (Münâzarât, 56-102) “Vatan ve millete zarar desîsesi” taşıyan diaspora emrindeki “kanlı komiteler”e ve çetelere karşı mücadele ile Ermeni halkı arasındaki ayırıma dayanan siyasî istikâmet iyice belirlenmeli.
Ankara akılcı, kalıcı ve usta diplomaside kararlı olmalıdır…
05.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
İnsanî mi, mesaj mı? |
|
Başbakan Erdoğan ziyareti, “Olayı, insanî amaçlı olarak yapılmış olan bir ziyaret olarak değerlendiriyoruz” sözleri ile değerlendirdi, fakat bu ziyareti insanî olarak mı değerlendirmek lâzım, yoksa TSK’nın yeni komuta kademesinin duruşu veya tavır değişikliği olarak mı değerlendirmek lâzım?
Kocaeli Garnizon Komutanı Korgeneral Galip Mendi’nin önceki gün Ergenekon soruşturması kapsamında Kandıra Cezaevi’nde tutuklu bulunan emekli Orgeneral Hurşit Tolon ve emekli Orgeneral Şener Eruygur’u ziyaret etmesinden bahsediyoruz.
Kamuoyunca “çok garip ve tuhaf bir ziyaret” olarak algılanan bu ziyaretin amacı neydi? Hele hele bu ziyaretin “TSK adına” yapılıyor olması ziyaretin etrafındaki soruları arttırdı.
Genelkurmay başkanlığı resmî internet sitesinde Korgeneral Mendi’nin ziyareti devam ederken yapılan açıklamada yer alan “Türk Silâhlı Kuvvetlerine uzun süre hizmet veren iki emekli komutana yapılan bu ziyaret, Türk Silâhlı Kuvvetleri adına gerçekleştirilmiştir” cümlesi çok çarpıcı bulunurken, “TSK durup dururken niye böyle bir hamlede bulundu?” sorularını akla getirdi.
Aslında ziyaretin Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu’nun Ergenekon dâvâsı ile ilgili “Bence Ergenekon’un ne olduğu belli değil ki” sözleri ile yeni komuta kademesinin Ergenekon dâvâsına bakışını göstermesi açısından dikkat çekiciydi.
Önceki Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, “emekli orgeneralleri yalnız bıraktığı” için eleştirildiği söylenmiş, ancak Büyükanıt “hukukî sürecin devam ettiğini, bir şey söylemesinin mümkün olmadığı” cevabını vermişti.
Hukukî süreç devam ediyor. Şimdi değişen ne oldu ki? Genelkurmay’ın henüz iddianamesi hazırlık aşamasında olan Tolon ve Eruygur’u ziyareti sonrasında, “Bilindiği üzere, bugün de TSK’nın yargıya olan saygısı ve güveni tamdır” cümlesi hava da kalmıyor mu? Zira bu cümlenin TSK’nın ziyaretin “yargıya müdahale görüntüsü” vereceğini gördüğü için yazıldığı da aşikâr. Zira, ziyaretin hemen ardından “yargıya müdahale” tartışmaları hemen başladı bile…
Ziyaretten sonra akla takılan başka bir soru da, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un Kara Kuvvetleri Komutanı iken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile 24 Haziran’da gerçekleştirdiği görüşmeden günler sonra Tolon ve Eruygur’un tutuklanması “Ergenekon soruşturması” ile ilişkilendirilmiş, ancak Bağbuğ, bu iddiaları “gerçek dışı” olarak değerlendirilmişti. Şimdi, şimdiki ziyaret Erdoğan-Başbuğ arasında yapılan bu ziyaretten sonraki bu izlenimi silmeye yönelik miydi, sorularını akla getirdi.
Emekli Orgeneral Necati Özgen’in dikkat çektiği gibi “Galip Mendi Garnizon komutanı, Kandıra bölgesi ona bağlı. Gitmesi gayet normal.” Normal olan buyken, Genelkurmay “TSK adına gerçekleştirildi” derken nereye, kimlere mesajı vermek istedi?
Yoksa İlker Başbuğ Kara Harp okulunda devre arkadaşı olan Tolon’a vefa örneği mi gösterdi?
Başta emekli tuğgeneral Veli Küçük, emekli Albay Mehmet Fikri Karadağ gibi bir çok emekli asker şu anda cezaevinde. Bu emekli subay ya da astsubaylar da “TSK adına” ziyaret edilecek mi?
Şimdi bütün bu ve benzeri soruları alt alta koyduğumuzda Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile 70 dakika görüştükten sonra Tolon ve Erguygur ziyareti ile ilgili soruları cevaplayan Başbakan Erdoğan’ın, “TSK adına Garnizon Komutanı görevlendirilerek, insanî amaçlı TSK’dan emekli olmuş iki orgeneral ziyaret edilmiştir. Olayı, insanî amaçlı olarak yapılmış olan bir ziyaret olarak değerlendiriyoruz. Bunun için de farklı şeyler aramanın yanlış olduğu kanaatindeyim. Zira işin yargı süreci devam etmektedir. Bununla ilgili de herhangi bir açıklamada bulunmak doğru değil” sözlerinin de havada kaldığı görülecektir.
Arkasında çok soruların cevapsız kaldığı ve önümüzde günlerde çokça tartışılacak bu ziyaret garip bir ziyaretti vesselâm…
05.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Giuliani ve Palin rezaletleri |
|
McCain’in resmen Cumhuriyetçi Parti başkan adayı olarak tensip edildiği parti kongresinde rezalet üzerine rezalet yaşandı. Adeta rezalete tüy diktiler. Bu kadar açıktan İslâm düşmanlığının yapıldığı başka bir platform düşünülemez. Kendi hayatlarında her türlü ahlâksızlık mebzul olmasına rağmen yeryüzünde Allah’ın temsilcisi gibi davranıyor ve dünyaya nizamat vermeye kalkışıyorlar. Hem din dışılar, hem de dinî olanla olmayanın kriterini onlar belirliyorlar. ‘Hem dersini bilmez, hem de şişman herkesten’ denilen türden. Giuliani Cumhuriyetçi Parti Kongresinde bir konuşmuş pir konuşmuş. ‘Samata dehren nataka küfren’ dedikleri cinsten. ‘Durdu durdu küfür kustu’ tekerlemesine uygun. McCain ile Obama arasındaki mücadelenin tarihî seyir ve dönemeçte en kritik bir seçim olduğunu ve bu tarz kritik seçimlerin ancak yüz yılda bir geleceğini savunuyor. Ardından da Obama’yı yeteri kadar İslâm düşmanlığı yapmamakla eleştiriyor. Evet aynen öyle. Uslübu beyan ayniyle insan demişler. Adam 11 Eylül sonrasında tiynetini göstermişti. O dönem ve öncesinde New York Belediye Başkanı iken Arafat’a yapmadık hakaretler bırakmamış ve onu bir toplantıdan kovmuştu. Ve ilginç sırf Arap olmasından dolayı da Suudlu zengin ve aynı kalıbın adamı Velid bin Tallal’ın 10 milyon doları aşan meblağdaki çekini de neredeyse yüzüne fırlatmıştı. ‘Asrın Karun’u olarak da nitelendirilen ve İslâma kompleksli yaklaşımında Giuliani’yi bile aratmamasına rağmen onu bile sırf Arap olduğu için terslemişti. Halbuki Velid 11 Eylül’den sonra ‘Kendimizi gözden geçirelim’ diyenlerden birisiydi.
Kongre’nin vip konuklarından olan Giuliani yine İslâm ile terörü birbiriyle irtibatlandırma denaet ve şenaatini irtikap etti. Terörizm konusunda McCain’in ABD’yi hem ülke içinde, hem de dışında “atakta” tutacağını ileri süren Giuliani, Demokrat Partililerin dört günlük kongreleri boyunca bir kez bile “İslâmî terörizm” sözünü ağzına almadığını ve bunu da “kimseyi incitmemek uğruna” yaptığını ileri sürdü. Halbuki, ABD Başkanı George Bush yönetiminin politikasında bile Müslümanların bu konudaki uyarılarının ardından böyle bir ifade kullanılmamasına özen gösteriliyor. Ancak Giuliani, Demokrat Partilileri topa tutarken, bu ifadeyi kullanmamalarını eleştiriyor ve konuşmasını hitam-ı zift olarak şöyle bitiriyor: “Bu sözlerle kimi incitiyorlar? Teröristleri incitiyorlar. Demokrat Partililer inkâr içinde. Durumu inkâr edersen yüzleşemezsin. McCain, bununla yüzleşebilir, kazanabilir ve ülkeye zafer getirebilir. McCain durumu anlıyor. Obama anlamıyor.”
***
Aslında Giuliani hem yabana atılacak, hem de ciddiye ve kaale alınabilecek bir adam değil. Kaht-ı rical öneminde yıldızı yükselen siyasetçilerden birisi. Berlusconi’nin biraz farklı bir versiyonu. Berlusconi de 11 Eylül’ün hemen ardından: “Batı medeniyeti İslâm medeniyetinden üstündür’ şeklinde bir takım hezeyan ve zırvalarda bulunmuş ve ardından da gelen tepkiler üzerine özür dilemişti. Bununla birlikte bu konuşmalar, gerilemiş, ama küllenmemiş İslâm düşmanlığını açık ediyor. Cumhuriyetçi Parti başkan aday adaylarından olan, ama bir çırpıda elenen Rudy Giuliani İslâm düşmanlığı yaparak kaybettiği puanları geri toplamak ve kaybettiği popülerliği yeniden kazanmak istiyor. Bununla birlikte, İslâm dünyasını tarumar etmekten bahseden McCain’in eski vaizlerini hatırladığımızda işin vahameti netleşiyor. Türkiye’deki tabirle bu durumda, Cumhuriyetçi Parti ve kadroları İslâm düşmanlığı noktasında odak olmuş oluyor. Bunlar sakarlar mangası, ama ellerinde güç var. Güç ile sakarlık bir araya geldiğinde büyük tehlike barındırır, arz eder.
***
McCain’in evlere şenlik başkan yardımcısı adayı Sarah Palin de galiba bir skandalı bastırmaya çalışırken bir başkasıyla karşılaşıyor. Bu bağlamda, eski güzellik kraliçesi ahlâk abidesi gibi görünmesine rağmen kızının gayri meşru bir beraberlikten hamile olduğu ortaya çıkmıştı. Tutarsızlıklarından birisi de, seçilmesi halinde ülkesinin ulusal çıkarlarını savunma mevkiini ihraz edecek olmasına karşın daha önce Alaska’nın ayrılmasını savunan bir ayrılıkçı partiye üye olmasıdır. Medyaya yansıyan son gaflarından birisi de ‘Amerikan birliklerini Irak’a Allah’ın gönderdiğini’ söylemesi. Daha önce de McCain’in eski vaizi İsrail devletinin kurulması için Hitler’i basamak ve aracı olarak Allah’ın gönderdiğini söylemişti. Bush da Şerm el Şeyh de Allah’ın kendisini Irak’ı işgal etmekle görevlendirdiğini söylemiş ve ikinci görevinin de Filistin devletini kurmak olduğunu ileri sürmüştü. Allah huzurunda ve önünde ikinci ayak serapa yalan çıktığına göre bunların hepsinin söyledikleri birer yalandan ibaret ve iskambilden birer şato. Palin, sözkonusu ifadelerini Alaska’da Haziran ayında kilisede toplanan papaz okulu öğrencilerine hitaben konuşurken sarf etmiş. Alaska valisi Palin, internette yayımlanan video görüntüsünde, rahiplerden Irak’taki Amerikan askerleri için duâcı olmalarını istiyor. “Kadın ve erkek askerlerimiz için dua edelim; onlar doğruluk için çalışıyor” diyen Palin, “Bu ülke için, yöneticilerimiz için, ulusal yöneticilerimiz için duâ edelim. Onlar Tanrı’dan gelen bir görev için asker yolluyor. Bu Tanrı’nın planı...” ifadesini kullanıyor.
05.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Sarhoş kalaycı ile aynı evde |
|
Denizli'den Afyon Emirdağ'a sürgün olarak gönderilen Bediüzzaman Said Nursî, ilk on beş günü otelde geçirir.
Ancak, sürekli olarak burada kalması söz konusu değil. Burada ne kendisi rahat edebiliyor, ne de güvenlik birimleri böylesini uygun görüyor. Ne yapıp edip bir eve taşınması lâzım.
Üstad Bediüzzaman'ın taşınacağı ev için, karakol komutanının emriyle usta erlerden Simav'lı İbrahim görevlendiriliyor. Ona, tutulacak evin mutlaka karakol karşısında olması gerektiği emrediliyor.
Bu arada, Çalışkan kardeşler (Hasan, Osman, Mehmed) devreye giriyor ve çarşı içinde sarhoş bir bakırcının (kalaycı ustası) evi kendisine uygun yer olarak görülüyor. Evin bir odasında kendisi kalacak, bir diğer odasında ise Üstad ikamet edecek.
Ne var ki, kalaycı önce bu duruma itiraz ederek şunu söylüyor: "İyi de, nasıl olacak bu iş? Ben sarhoş adamım; gece gündüz demez içerim. O ise, bir hoca...
Durumu gelip Bediüzzaman Hazretlerine arz ediyorlar: "Hocam, size uygun bir ev maalesef bulamadık. Komutanlığın istediği yerde, yarı müsait durumda sadece bir tek ev var. Onun da sahibi ne yazık ki zilzurna sarhoş. Biz bu durumda ne yapalım? Siz sarhoş kişiyle aynı evde kalmayı kabul eder misiniz?"
Bediüzzaman ise, bu teklifi yapanları şaşkına çevirecek şu cevabı veriyor: "Olur, peki kardaşım. Varsın sarhoş olsun."
Sarhoş bir usta ile aynı evi paylaşmayı kabul eden Üstad Bediüzzaman'ın elle taşınabilecek kadar az ve mütevazı olan eşyaları otelden alınarak götürülür. Evin sahibi olan bakırcı ustanın yanına varılır.
Başındaki sarık, sırtındaki cübbesiyle Üstad'ı o heybetli haliyle gören sarhoş adam, birden tedirgin olur. Ezilip büzülmeye başlar. Adeta bu işi kabul ettiğinden pişman olurcasına bir ruh haleti içine girer.
Bediüzzaman ise, kendinden gayet emin bir şekilde ona seslenerek yanına çağırır: "Usta! Gel bakalım yanıma."
Kalaycı, tam bir suçluluk psikozu içinde Üstad'ın yanına gelerek: "Buyur hocam" diye karşılık verir. Aralarında şu konuşma geçer:
Üstad: "Arkadaş, sahi sen içki içer misin?"
Kalaycı: "Hocam, ne yalan söyleyeyim, sabah–akşam demez içerim."
Eliyle kalaycının sırtını üç kez sıvazlayan Üstad: "Haydi kardaşım, sen de o müskiratı içmekten vazgeçersin artık."
Kalaycı: "Tamam hocam. İnşaallah."
Hazret–i Bediüzzaman ile aynı evi o gece paylaşan kalaycı ustası, sabah namazını Üstad'la birlikte kılar. Böylelikle namaza başlar ve ömür boyu olmak üzere bir daha da ağzına içki almaz.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, evini bütünüyle Üstad Bediüzzaman'a kira karşılığı terk eden kalaycı usta, kendi arzusuyla bir başka eve taşınır. İşte, Bediüzzaman Hazretlerinin bundan sonraki daimî (resmî) ikamet adresi burası olur.
Ayrıca, Emirdağ nüfus kütüğüne kaydedilen Üstad Bediüzzaman, 1944 Eylül'ünden başlamak üzere—bazı kesintiler dışında—vefat tarihi olan Mart 1960'a kadar, dolayısıyla ömrü boyunca en çok kaldığı ev, işte o hidayete eren kalaycının bu mütevazı evi olmuştur.
Çarşının tam ortasındaki bu ev, bilâhare yıktırılmış, dolayısıyla orijinalitesi bütünüyle kaybedilmiştir.
Tarihin yorumu (5 Eylül 1946)
İlk seçim sonrasının yönetim tablosu
Türkiye'de çok partili hayata geçildikten sonraki ilk genel seçimler 21 Temmuz 1946'da yapıldı. İki partinin katıldığı ve birbiriyle yarıştığı seçimin sonucu şöyle oldu:
CHP (İnönü), yüzde 85 oy alarak Meclis'te 396 sandalye elde etti. DP (Bayar), yüzde 13 ile 61 milletvekili çıkardı. Bu arada 7 bağımsız aday da seçilmiş oldu.
Tabiî, bu seçimi hür ve demokratik usûllere riayet edilerek yapılmış bir seçim şeklinde değerlendirmenin imkân ve ihtimali.
Kiminin "şaibeli seçim", kiminin "sopalı seçim" diye isimlendirdiği 46 yılı seçimleri, maalesef "açık oy, gizli sayım" usûlüyle yapıldı. Ki, buna tam anlamıyla usûlsüzlük demek daha doğru olur.
Meselâ, sopanın pek iş göremediği, yahut işe yaramadığı İstanbul sonuçları aynen şöyle oldu: CHP 5, DP ise 18 milletvekilliği kazandı.
5 Eylül günü toplanan Meclis'te yapılan tepe yönetiminin seçimleri ise şu şekilde gerçekleşti:
İsmet Paşa, son kez olmak üzere yeniden Cumhurbaşkanı seçildi.
M. Kemal'in ölümünden sonra tekrar Meclis'e dönen Kâzım Karabekir Meclis Başkanlığına seçildi.
CHP'li Recep Peker ise hükümeti kurmakla görevlendirildi.
Bu arada, DP'nin listesinden bağımsız milletvekili seçilerek Meclis'e giren Fevzi Çakmak da Cumhurbaşkanlığına aday gösterildi. Ancak, aldığı oy miktarı çok düşük seviyede kaldı.
Karabekir Paşa, Meclis Başkanlığı görevinde iken, 26 Ocak 1948'de vefat etti.
05.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Gecelerimizin sünneti: Teravih Namazı |
|
*Erzurum’dan okuyucumuz: “Teravih namazı hakkında bilgi verir misiniz? Şafiî mezhebinde olan bir kişi teravih namazını ikişer rekât halinde mi kılmak zorundadır? Dört rekât halinde kılan bir imama uyabilir mi?”
Teravih namazları, Ramazan gecelerinin feyiz kaynağı, nur tufanı ve sevap fırtınasıdır. Allah Resûlü (asm) Ramazan ayı orucu ve teravih namazı hakkında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerindeki namazı (teravih namazını) sünnet kıldım. Öyle ise, kim inanarak ve sevabını kesin şekilde Allah’tan umarak Ramazan ayının gündüzünde oruç tutar, gecesinde de namaz kılarsa, bu geçmiş günahlarına kefâret olur (günahları bağışlanır.)” 1
Hz. Âişe (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) bir gece mescidde nafile namaz kılmıştı. Birçok kimse de ona uyarak namaz kıldı. Sabah olunca ‘Resûlullah geceleyin mescidde namaz kıldı’ diye konuştular. Ertesi gece de Efendimiz (asm) namaz kıldı. Halk yine olanları konuştu, katılacakların sayısı iyice arttı. Üçüncü veya dördüncü gece halk yine toplandı. Öyle ki mescid, insanları alamayacak hâle gelmişti. Ancak Peygamberimiz (asm) bu dördüncü gecede yanlarına çıkmadı. Sabah olunca Efendimiz (asm): ‘Yaptığınızı gördüm. Size çıkmamdan beni alıkoyan şey, namazın sizlere farz oluvermesinden korkmamdır’ buyurdu. İşte bu hadise Ramazanda cereyan etmişti”2 buyurdu.
Ramazan gecelerinde, teravih namazı kılmak sünnet-i müekkededir, yani kuvvetli sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) kılmış ve kılınmasını tavsiye buyurmuştur. Her dört rek’âtte bir dinlenmek üzere oturulduğundan “Terâvih” adıyla anılan bu gece namazı cemaatle kılınabileceği gibi, tek başına da kılınabilir.
Ramazan gecelerinde ayrı bir ibadet hazzı veren terâvih namazı orucun değil, Ramazan ayının sünnetidir. Dolayısıyla bu namaz, ister özürlü, isterse özürsüz olsun, oruç tutmayanlar için de sünnet-i müekkede hükmündedir.
Teravih namazı, yatsı namazından sonra, vitir namazından önce kılınır ve yirmi rek’âttir. Teravih namazında her iki rek’âtte bir oturmak ve selâm vermek sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) böyle kıldırmıştır. Böylece teravihi yirmi rek’âtte on selâmla tamamlamak, üzerinde ittifak edilen en faziletli kılınış biçimidir.
Sünnetteki bu şekil, Şafiîlerde vücub emri şeklinde anlaşılmış; diğer mezheplerde ise, varsa genişlik verilebilecek yönler üzerinde durulmuştur. Bundandır ki, Şâfiîlerde terâvih namazında “iki rek’âtte bir selâm vermek” vâciptir.
Hanefîlerde iki rek’âtte bir selâm vererek kılmak daha faziletli olmakla beraber; dört rek’âtte bir selâm vermek de, iki rek’âtte bir selâm vermek gibidir. Selâmı dört rek’âtten fazla geciktirmek ise mekruhtur. Hanbelîlere ve Malikîlere göre ise, yirmi rek’ât tek selâmla kılınırsa namaz sahihtir; fakat her iki rek’âtte bir “selâm sünneti” terk edildiği için, böyle yapmak mekruhtur.
Aslında dikkat edilirse, dört mezhep de aynı nokta üzerinde birleşmiştir. O da şu ki: Terâvihte iki rek’âtte bir selâm vermek sünnettir ve efdal olan budur.
Cemaatle kılınan namazlarda cevaz verilende değil; efdal olanda birleşmelidir. Fakat eğer imam dört rek’âtte bir selâm vermeyi tercih etmişse, arkasındaki Şafiî cemaati de imama uyarak dört rek’âtte bir selâm verir. Şafiî cemaatin, imamdan ayrılarak ikinci rek’âtte selâm vermelerine gerek yoktur. İmama uydukları için dört rek’âtte bir selâm vermek kendileri için mekruh olmaz.
Teravih namazı iki rek’âtte bir selâm verilince akşam namazının sünneti gibi kılınır. Dört rek’âtte bir selâm verilerek kılınırsa yatsı namazının ilk sünneti gibi kılınır. Yani ilk oturuşta “et-Tahıyyâtü” ile birlikte “Salavâtlar” da okunur. Üçüncü rek’âte kalkıldığında ise “Sübhâneke” okunur ve “Eûzü Besmele” çekilir.
Teravih namazının bir kısmı kılındıktan sonra câmiye gelen bir kimse önce kendisi yatsı namazını kılar; sonra imama, bulunduğu rek’âtte uyar. İmamdan sonra teravih namazının kalan rek’âtlerini kendisi tamamlar.
Teravih namazını çok yavaş kıldırarak cemaati yormak ve sıkmak uygun olmadığı gibi, tadil-i erkâna riâyet etmeyecek derecede çok acele de kıldırmamalıdır.
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, 2/460
2- Buhârî, Salâtu’t-Teravih 1, Cuma 29, 5; Müslim, Müsâfirîn, 177, (761); Muvatta, Salâtfi’r Ramazan 1, (1, 113); Ebû Dâvud, Salât 318, (1373, 1374); Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 4, (3, 202)
05.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|