Tarihçe–i Hayat isimli eserin "Emirdağ Hayatı" bölümünde, Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadelerine rastlıyoruz: "...Kànun nâmına kànunsuzluk eden o zâlimler, asıl suçlu onlar olması gibi, öyle bahaneleri aradılar; işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftirâları ve uydurmalarıyla ehl–i insafa gösterdiler ki, Risâle–i Nur’a ve şâkirtlerine ilişmeye, kànun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, dîvâneliğe sapıyorlar. Ezcümle: Bir ay bizi tecessüs eden memurlar, birşey bahane bulamadıklarından, bir pusula yazıp ki, 'Said’in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş'; o pusulayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabânî ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehditkârâne 'Gel bunu imza et' demişler. O da demiş: 'Tövbeler tövbesi olsun, bu acîb yalanı kim imza edebilir?' Onları, pusulayı yırtmaya mecbur etmiş." (476)
Üstad Bediüzzaman'ın eserinde bahsetmiş olduğu bu hadise, 1947 yılı sonlarında Emirdağ ilçesinde yaşandı. Pusulayı yazan kişi, sivil giyinmiş Salih isminde bir casus polis. Pusulayı imzalattırmak istediği yabanî ve sarhoş ise, Emirdağ'da "Öldümoğlu" lâkabıyla tanınan bir şahıstır.
1946 seçimlerinde, Afyon'da Demokrar Parti kazanmıştı. Hiddete gelen hükümet, buradaki hemen bütün memurları baştan aşağıya değiştirdi. Buraya Üstad Bediüzzaman'a isteyerek zarar verebilecek yeni memurlar atandı.
İşte, bu memurlardan üç kişi özel olarak seçilerek, 1947 yılı Aralık ayı ortalarında Emirdağ'a casusluk yapmaları maksadıyla gönderildi. Otele yerleşen Abdurrahman, Hasan ve Salih isimli bu memurlar, soranlara kendilerini elektrik teknisyeni olarak tanıttılar. Talimat böyleydi. Deşifre olmaları halinde, bunu hayatlarıyla ödeyeceklerdi.
Ne var ki, onların gelişini rüyâ âleminde gördüğünü (bilâhare mahkemede) ifade eden Üstad Bediüzzaman, gözetleme yapmak için gidip oturdukları kahvehaneye bir talebesini göndererek yanına çağırır. Hasan isimli polis gider. Ancak, sorulan sorulara doğru cevap vermez, polis olduklarını inkâr eder. Hatta "Hocam, dört tarafımı Kur'ân çarpsın ki, biz polis değiliz" diye de yemin eder.
Ertesi gün, Bediüzzaman yine onları çağırır. Bu kez iki kişi gider. Bediüzzaman "Biz mânevî zabıtayız, bizden millete, memlekete zarar gelmez" diyerek nasihat eder ve ayrılırken de onlara üç adet lokum verir. Otelde biraraya gelirler. Polislerden biri korkudan lokumu yemezken, itikadı bozuk olan Salih, küfürler savurarak lokumu yer.
İşte bu bozuk itikatlı şahıs, daha sonra iftira yüklü bir pusula hazırlar ve "Said'in hizmetkârı ona bakkaldan rakı aldı" şeklindeki bu pusulayı başkalara imzattırmak ister. Ancak, buna muvaffak olmaz.
Aynı gün, üç casus birlikte bir düğüne giderler. Salih, kafayı bulur ve arkadaşlarından ayrı olarak geç saatlere kadar da orada kalır. Ardından, diğer sarhoşlarla kavga etmeye başlar.
Neticede, gece yarısı meraklanarak aramaya giden arkadaşları, iyice hırpalanıp perişan edilerek pis bir derenin içine atılmış ve hâlâ zilzurna sarhoş bir vaziyette bulurlar onu. Onu hem dövmüş, hem de tabancasını alarak kayıplara karışmışlar.
İşte, o iftiracı casusun bu hale düşmesi sebebiyle, hakkında tahkikat açılır ve nihayetinde "tenzil–i rütbe" ile başka bir yere sürgün olarak gönderilir.
Bu arada, bizim de hatırımıza şu fikir geldi: Acaba, aynı dönemde Üstad Bediüzzaman'ın sarığını yırtarak yere atmaya çalışan karakol komutanı İsmail Güneybölük ile aynı dönemde "Camiye, cumaya gidemezsin!" diyerek Üstad Bediüzzaman'ı kapısının önünde tehdit eden Emirdağ kaymakamı Gaziantepli Abdülkadir Uraz'ın âkıbeti ne oldu? Evet, bu dünyadan rezil ve zelil şekilde ayrılıp giden diğer zalimler gibi, bu şahısların akıbetini de cidden merak ediyoruz. Bilen varsa şayet, iletsinler, memnun oluruz.
Tarihin yorumu (6/7 Eylül 1955)
Uydurma haberin ağır faturası
Yakın tarihimizde yer alan "6/7 Eylül Olayları", tam bir yüzkarası mahiyetini taşıyor.
Gayrımüslimlerin, bilhassa Rum asıllı vatandaşların ev, işyeri ve kiliselerine yönelik yapılan yağma ve saldırılar—sonradan açıkça anlaşıldığı üzere—tamamiyle yalan ve uydurma bir habere dayanıyordu.
Evet, yalan ve provakatif maksatlı habere göre, Selanik'teki M. Kemal'in doğduğu eve bomba atılmış.
Bu uydurma haber, sanki gerçekmiş gibi radyo ve gazetelerden de halka duyurularak, zaten Kıbrıs meselesi yüzünden gerilen ortam daha da gerilmiş oldu.
Provokatörlerin halkı galeyana getirmesi sonucu, havanın kararmasıyla birlikte azınlıkların ev ve işyerlerine yönelik kitlesel saldırılar başladı.
Emniyet kuvvetlerinin yetersiz kalması sebebiyle, sabah saatlerine kadar devam eden yağma, saldırı ve tahribat, İstanbul'un belirli noktalarını adeta savaş alanına çevirdi.
Başta Şişli, Beyoğlu, Kumkapı, Yedikule ve Samatya semtlerinde, binlerce ev ve işyeri tahrip edilerek yağmalandı.
Bu arada, 15 kadar Rum ve bir Ermeni vatandaşın öldürüldüğü, 30'dan fazla Rum vatandaşın da ağır şekilde yaralandığı tesbit edildi.
Provokatörlerin zor durumda bıraktığı DP hükümeti, her ne kadar mağdur olan vatandaşların zararını milyonlarca lira ödeyerek tazmin etmiş ise de, bu hadiseden sonra bilhassa Rum asıllı vatandaşların gruplar halinde İstanbul'u terk etmelerine kimse mani olamamıştır.
Benzer hadiselerin tekerrüründen korkan Rum ve bir kısım Ermeni vatandaşlar, ilk fırsatta Türkiye'yi terk etmeye yöneldi.
Haliyle, bu durum Türkiye'nin milletler nezdindeki prestijini sarsmış ve ağır şekilde yaralamıştır.
İslâm dininin prensipleriyle de zerrece bağdaşmayan bu vahşi davranış, ne yazık ki, bir hiç uğruna yaşanmış, ülke ve millet olarak bizi zan ve töhmet altına sokmuştur.
06.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|