1944 yılı Ramazanıydı.
Emirdağ’da yaşandı hadise.
Denizli Hapishanesi’nden tahliye edildikten sonra, mahkemede beraat ettiği hâlde Emirdağ’da ikamete mecbur edilerek kasabaya getirilen Said Nursî, hiç kullanmamasına rağmen ‘Okur’ soyadı ile oranın nüfusuna kaydedilmiş ve bir otele yerleştirilmişti.
Kendisi bir ev kiralayarak orada kalmak isteyince, karakolun karşısında olması kaydıyla izin verilmiş, o da Çalışkanların yardımıyla karakola yakın bir evi kiralamış ve oraya yerleşmişti.
“Çok sıkıcı ve kederli bir memleket” dediği Emirdağ’da, polislerin ve jandarmaların, mezalim raddesine varan baskı ve tarassutlarına rağmen tabiî, ictimaî şartlara intibak etmeye çalışmıştı.
Emirdağ’a geldiği ilk günden itibaren yanına gelip gitmeye başlayan Çalışkanlar hanedanı mensupları gibi samimî, fedakâr dostlar, Hamza Emek, Mustafa Ezener, Dr. Tahir Barçın gibi istidatlı talebeler bulunca, intibak safhası kısa sürmüş ve hemen hizmetlerine başlamıştı.
Kışa doğru, Emirdağ’daki ilk Ramazanını idrak edince, bu kudsî zamanın rahmetinden, feyzinden istifade ederek Denizli Hapishanesi’nde yazmaya başladığı Meyve Risâlesi’nin meselelerini telife devam etti.
“Bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir iki gün Ramazanda mecburiyetle gayet mücmel ve kısa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddit hüccetleri derc ederek yazdım” diyerek de ifade ettiği gibi sağlığı müsait olmasa da Onuncu Mesele’yi yazdı.
‘Kur’ân’da olan tekrarâta gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevaptır’ cümlesi ile takdim ettiği bu bahis Emirdağ’da yazdığı ilk eser olduğu için ‘Emirdağ Çiçeği’ adını da verdi.
Maksadı hemen On Birinci Mesele’ye geçmek ve Ramazan ayının mânevî hazzı ve uhrevî hızı ile ‘iman şecere-i kudsiyesinin Cennet, saadet-i ebediye ve rü’yetullah meyvelerinin küllî mânâlarının bazı cüz’î numunelerini’ beyan etmekti.
Lâkin kasabada, her gün onun yaptığı her hareketi dikkatle takip eden, yanına gelenin, gidenin listesini tutan, çalışmalarına mâni olmak isteyen bazı gizli mihraklar ve resmî makamlar da vardı.
Bediüzzaman’ın, yaptıkları onca zulme, eziyete, işkenceye, engellemelere aldırmadan hür bir insan kararlılığı ve rahatlığıyla hizmetlerine devam ettiğini görünce, onu bu yolla durduramayacaklarını anladılar ve meş’um yollara başvurmaya karar verdiler.
Bu maksatla, önce evinin önüne, gece gündüz nöbet tutacak şekilde polisler, bekçiler yerleştirdiler. Kapısının kilidinin anahtarını da onlara verdiler ve ahâli ile irtibatını kestiler.
Ardından arada sırada yanına gelerek ona hizmet eden, çarşıdan alınacak ihtiyaçlarını gören ve yemeğini yaptırıp çamaşırlarını yıkatan insanlara izin vermeyerek büsbütün yalnız bıraktılar.
Daha sonra, “Onu öldürmek için yukarıdan emir aldık” diyerek bir bekçibaşını kandırdılar, eline çok zehirli bir madde tutuşturdular ve bir fırsatını bulup onu zehirlemesini istediler.
Said Nursî’nin günlük hareketlerini bir iki gün takip eden bekçibaşı, sahura çok erken kalktığını ve bazen yemeğini pencerenin kenarına koyarak soğuttuğunu görünce aradığı fırsatı buldu.
O gece, nöbeti kendisi devralıyormuş gibi yaparak, nöbetçi bekçiye izin verdi. Bir süre sonra pencereye merdiven dayayarak yukarı çıktı ve Bediüzzaman’ın, soğuması için pencerenin kenarına bıraktığı sahur yemeğinin içine o zehiri koyarak merdiveni de alıp usulca uzaklaştı.
Hayatına kastedilmek istendiğini bildiği ve daha önce dokuz defa zehirlendiği hâlde, yeni geldiği bir kasabada, hayatını korumakla vazifeli olan insanlar tarafından böyle mübarek zamanda öyle dehşetli bir denaetin işlenebileceğine ihtimal vermediğinden yemeğini yedi.
O vakitlerde yatmak âdeti olmadığından, sabah namazını müteakip seher evradı ve ezkârı ile meşgul olmaya hazırlandığı sırada, o zamana kadar verilen zehirlerden çok daha şiddetli olan o müthiş zehir tesirini gösterince acı içinde kıvranıp hazin hazin inlemeye başladı.
Üstadlarına uygulanan bu sıkı tarassutun altında bazı suikast plânlarının olabileceğinden endişe ettiklerinden evin etrafından bir an bile ayrılmayan bazı dostları, talebeleri, kapının önünde nöbet tutan bekçinin kaybolduğunu görünce eve girdiler.
Üst kata çıktıklarında Said Nursî’yi yerde acılar içinde kıvranırken bulunca, hemen kaldırdılar ve telâşla ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Onun kendisini zehirlediklerini işaret etmesi üzerine, istifra ettirici bir şeyler vermek istedilerse de kabul ettiremediler.
Onun, sekerât hâlinde de olsa orucunu bozmayacağını anlayınca, Kur’ân ve Cevşen okumaya başladılar. İçlerinden biri de gidip diğer Nur Talebelerine haber vererek duâ etmelerini istedi.
Acı haberi kısa zamanda kasabadaki bütün Nurcular duydu ve Emirdağ’da, o anda kadın erkek, yaşlı çocuk yüzlerce insan şifa niyazıyla Allah’a yalvarmaya başladı.
Dehşetli acılar içinde kıvranmasına rağmen dilinden duâyı, hâlinden ilticayı bir an bile eksik etmeyen Bediüzzaman, uzun süre bu vaziyette yattıktan sonra biraz kendine gelir gibi oldu.
“Merak etmeyin kardeşlerim” dedi etrafında sessizce ağlaşan talebelerini görünce. “Cevşen ve Evrâd-ı Bahaiyye bu defa dahi o dehşetli zehrin tehlikesine galebe etti. Tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor.”
Gerçekten de şiddetli hastalık hâli bir hafta kadar sürdü. O zaman içinde bir şeyler yiyip içmeye takat yetiremeyen Bediüzzaman, sadece iftar ve sahur vakitlerinde birer yudum su içerek orucunu tutmaya devam etti.
Bu zafiyetin tesiriyle gittikçe takatten düştüğünü, iyice şiddetlenen hastalığının hayatî tehlike arz etmeye başladığını hissedince, talebelerinden birinin kalem kâğıt almasını işaret etti.
“Vasiyetnâmemdir” diyerek başladı söze. Ancak fısıltı hâlinde söyleyebildiği “Aziz sıddık kardeşlerim ve varislerim” hitabının ardından da hazin bir sesle devam etti.
“Ecel gizli olmasından vasiyetnâme yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risâle-i Nur’dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmuâlarım ve sair şeylerimin bütününü gül ve nur fabrikalarının heyetine başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki, emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman benim arkamda o metrukatım benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.”
Vasiyetnameyi yazan kişi gözyaşlarına mâni olamasa da dudaklarını ısırarak içli hıçkırık hislerini sindirmeye çalışırken dinleyenler, ağlayışlarıyla Üstadlarını üzmemek için sessizce dışarı çıktılar. Ellerine Cevşenlerini aldılar ve hem okudular, hem ağladılar.
Said Nursî vasiyetname sözünü söylediği anda evi kaplayan matem havası, içli hıçkırıklarla dolu ürpertici bir sessizlik hâlinde uzun süre devam etti. Emirdağ’da olanlar onda az da olsa iyileşme emareleri gördükçe teselli buldular.
Fakat vasiyetnamenin de yer aldığı lâhika mektuplarının ulaştığı yerlerde ilk anda meydana gelen infiâl hâli, zamanla yerini duâlarla sağlanan itidale, teslimiyete ve tevekküle bıraktı.
Ekser Nur Talebeleri, yalvarışlarını gözyaşları ile yıkayarak tazarru ve niyaz içinde Allah’a arz ederken, bazıları hasret hislerini teskin edemeyince kaleme kâğıda sarılıp hislerini mektup satırlarına döktüler.
“Annem, babam ve tatlı canım sana feda olsun Üstadım! Birkaç gündür acılarımıza zehir katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı kızıl ırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize devalar aradığımız o mübarek ay, akıbet husufa mı uğruyor?”
Şairliği ile iştihar eden Hasan Feyzi, eleminden kendisinde şiir yazmaya mecal bulamayıp tahassürlerini bu gibi cümlelerle ifade etmeye çalışırken, yazdıklarından çok daha fazlasını yaşayan bir hâlet-i ruhiye içine girdi.
Vasiyetnâmeden husûle gelen tahassüslere bir de bu gibi hisleri terennüm eden hazin mektuplar eklenince, matem havasının ağırlığı çok geçmeden bütün kırgın gönüllere ve mahzun kalplere sirayet etti.
O zaman, memleketin uzak diyarlarından Emirdağ’a doğru hızlı bir ziyaretçi akını başladı. Kimi tek başına yola çıktı, kimi gruplar hâlinde. Ama hepsinin tek dileği Üstadını ziyaret edip sağlık, sıhhat içinde olduğunu görerek gelip merakla geride bekleyenlere müjde vermekti.
Maddî mânialar, uzun mesafeler ve mâlî zaruretler kadar, resmî tavırları, hissî korkuları, siyasî baskıları, zecrî tedbirleri de aşarak Emirdağ’a gelebilenler iştiyakla Said Nursî’yi görmek istediler.
Ne var ki, onun hastalığının yanı sıra, hadisenin şuyu bulmasıyla arttırılan emniyet tedbirlerinin de tesiriyle buna çok azı muvaffak olabildi. Onu görenler göremeyenlere iyileşmekte olduğunu söyleyince, hepsi memleketlerine müsterih döndüler.
Çeşitli sebepler yüzünden gelemeyenlerse Halil İbrahim gibi, “Acaba senin firakın bizleri deli divane etmez mi? Senin gaybubetine bizler nasıl tahammül edebiliriz? Aman aman Üstadımız efendimiz, sen sağ ol, ben sana kurban olayım. Talebelerinin dide-i dünyada gaybubetine tahammülü yoktur” diyerek umum Nurcuların teessürlerine tercüman oldular.
Hicran hissiyle söylenen bu ifadeler isyan muhtevalı sözler değil, yalvarış, yakarış, tazarru ve niyaz mânâsı taşıyan fiilî duâlardı. Bizzat Bediüzzaman’a yazılan veya Nur Talebeleri arasında haberleşmeyi sağlayan mektuplarda nesir olarak dile getirilen hislerin yanı sıra, nazım şeklinde terennüm edilen yalvarışlar da vardı.
“Her çileye şükür edip cefalara katlanan
Her hasmına acıyarak yol gösterip ağlayan
Ehl-i iman yarasına tiryakları bağlayan
Sendin Üstad hem hayatı fanîlere satmayan
Fanî dedin, geçer dedin, mihnetleri zevkettin
Zâlim, zındık, hepsi sana zulmetti de şükrettin
Alçak eller on tecrübe zehirleri hazmettin
Cevşen baha iksiriyle tesirini defettin”
Zekâi gibi, elemini böyle içli mısralara dökenlerse hem sanatlı, âhenkli şiirlerinde hem de şifahî duâlarında Allah’ın Şafî isminden istimdat isteyerek, ferdî duâlarına cemaatî bir tesir gücü kazandırdılar.
Böyle umumî ve hâlis duâlar, Allah indinde müstecap olmalı ki, zehrin tesiri azaldıkça Said Nursî iyileşti. “Bir gün bir duâda, ‘Yâ Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle’ meâlinde duâyı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit, gayet tatlı ve tesellidâr ve sevimli bir hâlet hissettim. ‘Elhamdülillah’ dedim, Azrail’i cidden sevmeye başladım” diyerek On Birinci Meyveyi yazmaya başladı.
Bediüzzaman’ın yaşadığı o dehşet anları ve talebelerinin hissettiği hicran yaraları da hafızalarda, mektuplarda, kitap sayfalarında hazin bir Ramazan hatırası olarak kaldı.
14.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|