İftardan önce gittim Atik-Valde semtine
Kaç defa geçtiğim bu sokaklar bugün yine
Sessizdiler. Fakat Ramazan maneviyyeti
Bir tatlı intizara çevirmiş sükûneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer.
Bakkalda bekleşen fıkara kızcağızları
Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı
Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;
Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.
Yarab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz
Yurdun bu iftarından uzakta kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime;
Az çok ferahladım dedim kendi kendime:
‘’Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.
Yahya Kemal BEYATLI
Ramazan deyince aklıma gelen ilk şiiridir Yahya Kemal’in Atik Valde şiiri. Bir dönemin henüz bozulmamış, temiz, saf ve samimî İstanbul’unun Ramazan sevincinin, telâşının resmidir bu çizilen. Yahya Kemal de gayet güzel bir şekilde resmeder bu oruç sevincini. Ne olursa olsun yitip giden pek çok değerlerimize karşın toplumumuzun hâlâ kalan o saf duygularına şair gibi “çok şükür böyle duygularımız kalmış” demek geliyor içimden.
Refik Halid Karay’ın Ramazanı
Her Ramazan istisnasız “ Ah! Ah! nerede o eski Ramazanlar” diyenlerin bu sözünün altında neler yatıyor kim bilir? Sakın bu sözün altında iç geçirerek andığınız çocukluk, gençlik hatıralarımız olmasın? Hani annemizin başımızı okşayarak “hadi yavrum sahura kalk” demesi, iftar masasında bütün aile efradı ile birlikte o ilâhî çağrıyı, ezanın nağmelerini beklemelerimiz ve suya hurmalara uzanan elleriniz.
Eski Ramazanlar demişken, Refik Halid Karay bakınız nasıl anlatıyor o günleri:
‘’Berat Kandili geçince evde Ramazan hazırlıklarına başlanırdı; iki hafta süren bu hazırlık esnasında evler baştan başa yıkanırdı. Asıl ehemmiyet verilen yer mutfak ve kilerdi. Büyük konakların iftar sofralarında yer almak için tanıdık olmaya gerek yoktu. Kimse kim olduğunuzu isminizi, işinizi sormazdı. Eskiden sofralar sarı pirinç veya bakır siniler üzerine kurulurdu. İftar dâvetlerinin Ramazanın 15’inden sonra yapılması adetti. Oruç kısa bir duâ ve Besmeleden sonra mutlaka Kâbe’den gelen zemzem ile açılırdı. Sofrada herkesin önüne kristal kadehlere yarıya kadar bu sudan konur, iftar topuyla eller bunlara uzanırdı. Ardından hurma alınırdı. İftariye sonrası tiryakiler sigaralarını tellendirirdi. Akşam namazları cemaatle kılınır, büyük bir huşu içinde eda edilirdi. Meyvalar iftar sofrasının son perdesini teşkil ederdi. Gece boyunca sohbetler yapılır, ilâhiler söylenir, Kur’ân-ı Kerim okunurdu. Ardından seccadeler serilir teravih namazı kılınırdı. Teravihten sonra misafirler dağılırken gerekenlere ‘diş kirası’ adı altında dolgun bir bahşiş verilmesi adettendi.”
Semaî kahveleri
Semai kahvelerinin kültürümüzde özel bir yeri vardır. Darbuka, zilli maşa, klarnet ve çifte naradan oluşan bir mûsikî heyeti zaman zaman çalardı. Kahvenin çığırtkanı bir semaî ya da divan okuyarak bu çalgı âlemini açardı.
Üsküdarlı Vasıf Hoca, çok genç çocuklar olmamak kaydıyla isteyen her sınıf halkın gelebildiğini söyler. Kibar kimselerden sayılan devlet adamlarından da gelen çok olurdu.
Parlak dönemlerinde İstanbul’un mûsikî hareketlerinde özel bir yeri olduğu söylenen semaî kahvelerinin bülbülleri sayılan meydan şairleri ve aşıkların çoğu karanlıkta kalmışlardır. Bunların son ünlü temsilcilerinde Zil İzzet 1910 yılında ölene kadar mûsikî fasıllarını bizzat yönetirdi. Zil İzzet’in bir Ramazan boyunca okuduğu maniyi bir daha okumadığı her gece yeni manilerle fasıl açıp fasıl kapadığı ağızlarda dolaşırdı.
Tarihçi Reşat Ekrem Koçu; ekseriya çalgılı kahvehanelerde Ramazanın ortalarını bulmadan büyük bir kavga çıkar, kahvehane kapatılır, masraflarda yanardı ‘der. Nurullah Bilgin ‘Semaî Kahveleri’ adlı yazısında bu tip kahveleri son defa 1944 de Fatih Halkevinde gördüğünü yazar.
Ramazan Hatıraları
Sen nasıl yetişeceksin?
Sultan 2. Mahmud zamanında bir zat bazı ahbaplarını iftara dâvet etmiş. Meşhur şair İzzet Molla’da dâvetliler arasında imiş. Yatsı ezanı okunmuş, cemaatle teravih namazı başlamış. İmamlık eden zat neredeyse iki secdeyi bir edecek kadar hızlı kıldırıyormuş. Daha beş dakika olmadan namazın onuncu rekâtının tahiyyatına gelmişler. O arada dışardan bir adam gelip bunların namaz kıldıklarını görünce “Hazır abdestim varken bende cemaate yetişeyim” diye safa dahil olacağı zaman, cemaat selâm vermiş. İzzet Molla adama dönüp şöyle demiş. ‘’Be adam! Biz içinde, iken yetişemiyoruz, sen dışarıdan gelip nasıl yetişeceksin!
Bir mesaj
Gazetemizin 12 Ağustos 2008 tarihli nüshasındaki Müzik Yazıları’nda Manisalı “Tevhide Hanım ve Dîvanı”ndan bahsetmiştik. Bu değerli kitabın yazarlarından ve Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Başkanı sayın Mehmed Veysi Dörtbudak’dan nazik bir teşekkür mesajı geldi. Ben de kendilerine teşekkürlerimle birlikte bu önemli çalışmalarından dolayı bir kez daha tebrik ediyorum: Mesaj şöyle efendim:
“ Selâmların en güzeliyle...
Hazırladığımız Tevhide Hanım kitabı ile ilgili yazınızı duygulanarak okumak bahtiyarlığına eriştik. Çok teşekkür ederiz. Manisa’yı teşriflerinizde zat-ı alileriyle vicahen de tanışmak şereftir.
Arz-ı hürmetlerimle efendim...
Mehmed Veysi MEDAR (Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği) Başkanı ’
Tebrik
Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki bir mübarek Ramazan ayına daha kavuştuk. Bu vesileyle bütün okuyucularımızın mübarek Ramazan’ını tebrikle birlikte, belâların def’ine hayırların celbine vesile olmasını niyaz ederim.
09.09.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|