1938 yılının Kasım ayıydı.
Mevsim kış, zamansa Ramazandı.
Herkes yılı, mevsimi, ayı biliyor, evinin kış hazırlıklarını yapıyor, yalnız memlekette değil, dünyanın değişik yerlerinde meydana gelen hadiseleri de radyodan, gazetelerden dikkatle takip ediyordu.
Hatta zamanın hadiselerini merak saikası hisleri o kadar tahrik etmişti ki, ‘Bir kısım âlim ve mütedeyyin insanlar, cemaati ve camiyi bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlardı.’
Lâkin insanların ekserisi, rahmet mevsimi olarak da adlandırılan Kur’ân ayının geldiğinden bîhaberdi. Hasbelkader haberi olanların çoğu da onun rahmetinden yeterince istifade etme şuurundan mahrumdu.
Çünkü, Kurtuluş Savaşından sonra siyasî hayata hâkim olan bazı zihniyetler cemiyetin işleyişine kendi istedikleri istikamette yön vermek için şeâir-i İslâmiye addedilen değerlere âdeta savaş açmışlardı.
Başlardan sarığı, sırtlardan cübbeyi çıkarıp semalardan ezan-ı Muhammedînin (asm) kudsî sadasını kestikten sonra yeni hedef olarak ‘şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan’ Ramazan-ı Şerifi seçmişlerdi.
Artık harfler değiştirildiği, takvimler kaldırıldığı, tekkeler, zaviyeler kapatıldığı, mescitler yıkıldığı, çeşitli bahanelerle sayıları iyice azaltılan camilerin de yolları kesildiğinden insanların buluşma mekânları ve haberleşme kaynakları ortadan kalkmıştı.
Onun için bazı insanlar ancak kahvelerde veya haftanın muayyen günlerinde halk evlerinde bir araya gelebiliyorlar, günlük hadiseleri ve siyasî hareketleri de radyo, gazeteler, dergiler vasıtasıyla öğrenebiliyorlardı.
Ülkede yayın yapan tek radyo kanalı hükümetin elinde olduğu, gazete ve dergiler de yaşamak için hükümetlere yamanıp yaranma yarışına girdiklerinden cemiyet hiçbir hususta doğru haber alamıyordu.
Mahaller, mezralar, köyler, kasabalar fiilen var olsa da, devlet nezdinde zaten yok sayılıyordu. Küçük büyük bütün taşra şehirlerinde her şey valinin iki dudağı arasından çıkacak bir kelimeye bakıyordu. Valiler de Ankara’dan gelecek emirlere göre hareket ettiklerinden, Ankara neyi, ne zaman, nasıl duyurmak isterse millet ekseriyeti onu o şekilde öğreniyordu.
Kastamonu da o şehirlerden biriydi.
Kendisini ‘ilke ve inkılâpların yılmaz savunucusu’ sayan vali Avni Doğan, Kastamonu’ya gelince yıkmadık eser, yok etmedik değer bırakmamak ihtirasıyla harekete geçti. Cemiyete hayat veren tekkeleri, medreseleri, mescitleri yıktırdı, yıktıramadıklarını yapılış maksadının dışında kullanacak kişilere satarak ortadan kaldırdı.
Böylece, asırlar boyu her şeyiyle kendine yeten bu şirin Osmanlı şehrini, kısa zamanda, müstevliler tarafından yakılıp, yıkılıp yağmalanmış bir harabezar hâline getirdi.
Tahrip etme ihtirası bu maddî yıkımla teskin olmayınca değer verilen, sözüne itibar edilen, hâli tavrı örnek alınan âlim, fâzıl insanların isimlerini unutturup esamelerini kesmeye kalktı ve pek çoğunu ya susturup sindirdi, ya şehirden göçmeye mecbur etti.
Said Nursî’nin, “Burada her şeyden tecrit edildim. Tahammülsüz tazyik altında bulunduğumdan sizin ile muhabere edemedim. Burada emsalsiz bir evham hükmediyor” sözleri ile de dile getirdiği gibi bir insanın mukavemetini kıracak bütün zecrî tedbirleri aldığı hâlde bir tek ona hükmünü geçiremedi.
Kendisi zulmettikçe onun güç kazandığını, tarassut altına almak istedikçe etrafındaki insanların çoğaldığını görünce, devlete emanet edilmiş bir sürgün olduğu hâlde hayatına kastetmekten çekinmedi.
Hem de bir Ramazan günü.
Verilen şiddetli zehirin tesiriyle kendinden geçen ve o zamana kadar hiç ihmal etmediği evradını bile tamamlayamayan Bediüzzaman, gece boyu baygın yattıktan sonra, sehere doğru kendine geldiğinde günlük işlerini talebelerinin yaptığını, yarım kalan evradını da cinlerin tamamladığını anladı. Bunu, kendisine verilmiş mânevî bir Ramazan hediyesi olarak gördüğü için o da bu nimet-i İlâhiyeye şükür vesilesi olacak farklı bir Ramazan hediyesi vererek mukabele etmek istedi.
Bu hususta yapılabilecek en isabetli hareket, muarızlarının yıkmaya çalıştıkları şeairleri ihyâ etme hamlesiydi. Aslında bunu kendisi yıllardır fiilen yaşayarak yapıyordu ama onun ferdî gayreti yetmiyor, İslâmî şeairlerin cemiyete de mal edilmesi gerekiyordu.
Tağutların, şeâirlere saldırarak aslında Allah inancını ortadan kaldırmaya teşebbüs ettiklerini, bunu da mekteplerde, radyolarda, gazetelerde sık sık medar-ı bahs ettikleri ‘Her şey kendi kendine oluyor, tesadüfen oluyor, tabiat yapıyor’ gibi şen’i iddialarla yapmaya çalıştıklarını biliyordu.
Çünkü Allah inancı bütün şeair-i İslâmiyenin temeli idi. O inanç ihmal edildiği zaman şeairler unutulur, kalplere yerleşip fert ve cemiyet hayatına yön vermeye başladığı zamansa ihya olurdu.
Bu fıtrî gerçekten hareket eden Said Nursî, insanı temsilen, muhayyel bir seyyaha kâinatı gezdirip mevcudâta, lisân-ı hâliyle Allah’ı anlattıran temsilî bir hikâye yazarak o mahut iddiayı yıkmaya karar verdi.
İsra Sûresinin, “Yedi gökle yer ve onların içindekiler O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu övüp tesbih etmesin; lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz ki O Halîm’dir, ceza vermekte acele etmez; Gafûr’dur, günahları çokça bağışlar” meâlindeki âyet-i kerimesini okuyarak başladı işe.
Bu muazzam âyet gibi Kur’ân’ın daha pek çok âyetinin; kâinatın Hâlık’ını anlatmak için insanların her zaman zevkle seyrettikleri ‘parlak bir sahife-i tevhid olan semavâtı zikretmelerini’ nazara alarak o da gökyüzünü, yapacağı muhayyel seyahatin güzergâhı olarak seçti.
Onunla birlikte, yanında hazır vaziyette bekleyen talebesi Mehmed Feyzi de hareketlenince semavâtta tecellî eden Tevhid hakikatleri, beyaz sayfalarda siyah hatlarla şekillenmeye başladı:
“Bu dünya memleketine ve misafirhânesine gelen her bir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki, gayet keremkârâne bir ziyafetgâh ve gayet sanatkârâne bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârâne ve şevkengizâne bir seyrangâh ve temâşâgâh ve gayet manidarâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhânenin sahibini ve bu kitab-ı kebîrin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür.
‘Bana bak, aradığını sana ben bildireceğim’ der.”
Semavâtın bu dâveti ile başlayan mânevî seyeran, bütün seyyareleri ile fezayı dolaşıp hepsinin hususî sakinleri ile hemhâl olduktan sonra bulut, rüzgâr, yağmur, şimşek tabakalarını gezdi.
“Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sayfalarımı oku.”
Küre-i arzın lisân-ı hâliyle yaptığı bu dâveti duyan muhayyel seyyah; yeryüzünün, deniz, nehir, dağ, sahra, bitki, hayvan gibi ‘yirmiden ziyade büyük sayfalarından bir tek sayfanın yirmi veçhinin bir tek veçhinin muhtasar şahadeti ile, sair vecihlerin sayfalarındaki hakikatleri’ müşahede etti.
Sonra beşeriyet âlemine girdi ve insan tabakalarını, evliyalarını, asfiyalarını, enbiyalarını dinledi ve Hâlık’ını sormak için, mihmandarı ile birlikte hayalen Asr-ı Saadete, O’nu en iyi tanıyan o zâtı (asm) ziyarete gitti.
“Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve hâkim ve ona teslim olmayan herkese her asırda meydan okuyan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat etmeliyiz” deyip Kur’ân’dan Tevhid dersleri aldı.
“Elhamdülillah, her yerde aradığım ve her şeyden sorduğum Hâlık’ımın ve Malik’imin vücûb-u vücuduna ve vahdetine şahadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Mecmu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkelyakîne iblâğ ediyor” dedi ardından da.
Said Nursî; âyet, hadis meâllerinden müteşekkil veciz bir dua ile bitirdiği ve “Âyetü’l-Kübra Ramazanda zuhur etti” dediği bu Ramazan hediyesini, ‘Kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşahedâtıdır’ serlevhasıyla takdim etti.
Talebelerinin hemen istinsah ettiği nüshanın tebyiz ve tashihinden sonra, muhtemelen yine aynı Ramazan ayında, önce şehirdeki Nur talebeleri tarafından, ardından da İnebolu, Taşköprü gibi Nur merkezi hâline gelen kasabalarda çoğaltıldı.
Bediüzzaman’ın, memleketin her yerindeki talebeleri ile irtibatını sağlayan ve onun ‘Nur Postacıları’ tabiri ile taltif ettiği arabacılar, kamyon şoförleri yazılan her risâle gibi Âyetü’l-Kübra’yı da ilk olarak Isparta’ya ulaştırıldılar.
Isparta kahramanları, inkâr hezeyanının ve iman zaafının en müessir ilâcı olan bu eserden de kısa zamanda yüzlerce çoğalttılar ve ihtiyaç hissedilen yerlere gönderdiler.
Âyetü’l-Kübrâ intişar ettikçe isteyenin arttığını gören Tahirî, bu ihtiyacın elle çoğaltılarak karşılanamayacağını görünce onu İstanbul’a götürüp matbaada bastırmaya karar verdi.
Kitabın baskı masraflarını karşılayacak maddî imkânı olmadığından bazı mallarını sattı, yetmeyince yakın dostlarından borç aldı ve 1942 yılında kırk beş gün kadar İstanbul’da kalarak matbaada beş yüz adet kitap bastırdı.
O zaman içinde sık sık Sahaflara giden ve Bediüzzaman’ın eski eserlerinden Lemaatı ve İşârâtü’l-İ’câz’ı bulan Tahirî, bastırdığı Ayetü’l-Kübra’nın bir kısmını da alarak Kastamonu’ya gidip Üstada takdim etti.
Said Nursî, Ayetü’l-Kübra’nın matbaada neşredilmesi kadar, kendinde nüshası kalmayan eski eserlerinin bulunmasına da çok sevindi ve en sıkıntılı zamanında bayram mutluluğu yaşadı.
Daha sonra yazdığı bir mektupta “Âyetü’l-Kübra, zannımca Ramazanda matbaadan çıktı, Isparta’ya geldi ve Ramazanda serbestiyetle okundu ve camilere okutmak için girdi” diyerek de ifade ettiği gibi bu müstesna Ramazan hediyesinin istinsahı ve matbaada bastırılıp yayılması da yine Ramazan ayında vuku buldu.
Bir başka Ramazanda, Âyetü’l-Kübra’dan, bir saat tefekkür bir sene ibadet mânâsını taşıyan Hizb-i Nuriyeyi çıkaran Bediüzzaman, on dakikada iki sahife kadar okunduğu zaman, okuyana tesbihattaki otuz üç adet ‘Lâ ilâhe İllallah’ lâfzı gibi Tevhid hakikatinin feyzini verdiğini müşahede etti.
Sadece insanın değil, kâinattaki bütün mevcudâtın lisân-ı hâli ile yaptığı zikrin feyzini kazandıran bu mânevî mazhariyetten mahrum kalmamaları için talebelerine Âyetü’l-Kübra’yı hem şahsî okumalarında, hem de hususî ve umumî derslerde bol bol okumaları gerektiğini hatırlattı.
Zîra, “Ben de on dakikada Âyetü’l-Kübra’nın tamamını okuyor gibi ve her bir mertebede, mukaddemesinde denildiği gibi küre-i arzın küllî dili benim hayalen lisânım olup ‘Lâ İlahe İllallah’ der ve denizler ve dağlar, o unsurların ve insan tabakalarının lisân-ı halleri benim dillerim olup ‘Lâ İlahe İllallah’ der diye, ben de her bir ‘Lâ İlahe İllallah’ dedikçe ya bilisân-ı arz, ya bilisân-ı semâvât, ya bilisân-ı cevv, ya bilisân-ı anâsır demiş gibi olurum” sözleri ile ifade ettiği gibi kendisi de aynı şeyi yapıyordu.
Zaten bir insanın, ‘kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşahedelerine’ muttalî olup kâinatın zikrine iştirak ederek duâsına küllî bir mânâ kazandırmasının başka yolu da yoktu.
07.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|