|
|
Rifat OKYAY |
Aklını başına al!.. |
|
“Sevgili Fatih Ballı’ya”
Koca dünya ve yerinde bir tabirle ihtiyar dünyamız. Ben olmazsam nice olur diyen misafirler, adamlar gördü de hâlâ ahkâm kesip asıp biçenlere yol veriyor, güle güle diyor… Kameti kıymetine, malûmatının, ilminin ve insaniyetinin boyutlarına bakmak… Ne kimseye dünya, ne de dünya kimseye emanet edilmiyor… Kendi nefsinde ve yaptığın, meydana çıkardığın, neyi başardığın veya başaramadığın ise işte hepsi bu… Ne omuzuna yük yükle, ne de yükleyenlere seyirci kal.
Sen şusun diyenlere merdane ben buyum diyebil… Kameti kıymetini ayaklar altında zelil ve zebun olmaktan kurtar; Ali yüce mertebelere hizmetin burçlarına tayaran et…
Ne omuzundaki akrebi söylemeyeni gör, ne de yapmadığın ve yapamayacağın işleri; ene ve şeytanına rahmet okutturarak sırtına yükleyenlere bak.
Göreceksen, bakacaksan, yapacaksan işte Risâle-i Nur’lar. İşte cemaat ve şahs-ı manevisi. İşte hizmetin; yalçın kayalıklar arasında harika bir şekilde ihsan-ı İlâhî ve ikram-ı İlâhî ile süzülüşü ve yükselişi…
Enenin marifetiyle sana ikram edilen yapılabilecekleri yap ve gerisini düşünme, karışma, karıştırma… Fazla biliyorum, en iyisini yaparım, benden başkası yapamıyor gibi çıkılamayacak derin vadilere dalma…
İşin kolayı, okuyup anlamaya çalıştığın nurları ve marifetleri, kemalâtları önce kendine anlat ve nefsinde tatbik et… Bak o zaman huzma safa, dama keder… Senden huzurlusu yok!...
O bunu demiş, şu bu haltı yemişlere ise hiç mi hiç yanaşma. Vaktin kötü ve kötülüklere ayıracak kadar çoksa, iyilikleri ve iyileri yapmamanın günahına da talipsin demek ki…
Bu akıl kârı mıdır diye kendi kendine sorabilmelisin. Başkalarının başının koparılıp, dişinin çekildiği yerde hiç olmazsa yaramaz tüylerini acımadan koparabilmelisin…
Hep başkalarına baka baka kendine bakamaz olursun… Yıktığın, künde attığın, üstüne çıkıp nara attığın muhakkak ve muhakkak bir gün ama mutlaka kendi nefsin, şeytanın olmalı… Ve cır cır böceği gibi ortaya her zaman konuştuğun hizmetlerin olmalı…
Sevgi her zaman her şeyi halletmiyor… Çünkü sen evvela nefsini seviyorsun ve her sevilecek şeyi ona bina ediyorsun… Unutma bu binalar bir gün başına yıkılır!... Mahbubu hakikî yolundan taviz verirsen, ıssız çöllerin Mecnu’nu gibi olmayan Leyla’ları sayıklar durursun…
Kimsenin üzülmediğini görmen ancak kendi üzülmen ile vuku bulur… Buna kimse dayanamadı sen hiç dayanamazsın… Sahil-i selâmete çıkmak için hep kıyıya yanaşmak gerekiyor… Sürekli kürekleri çekmek de kâfi gelebilir… Hedefin Kâbe olsa bile, sen karınca olmadığın için yolunda ölmen mümkün değil!...
Sana verilen akıl başında iken, bak herkes sana “Aklını başına al” diyorlar… Artık sen bilirsin…
07.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Bir Ramazan hediyesi |
|
1938 yılının Kasım ayıydı.
Mevsim kış, zamansa Ramazandı.
Herkes yılı, mevsimi, ayı biliyor, evinin kış hazırlıklarını yapıyor, yalnız memlekette değil, dünyanın değişik yerlerinde meydana gelen hadiseleri de radyodan, gazetelerden dikkatle takip ediyordu.
Hatta zamanın hadiselerini merak saikası hisleri o kadar tahrik etmişti ki, ‘Bir kısım âlim ve mütedeyyin insanlar, cemaati ve camiyi bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlardı.’
Lâkin insanların ekserisi, rahmet mevsimi olarak da adlandırılan Kur’ân ayının geldiğinden bîhaberdi. Hasbelkader haberi olanların çoğu da onun rahmetinden yeterince istifade etme şuurundan mahrumdu.
Çünkü, Kurtuluş Savaşından sonra siyasî hayata hâkim olan bazı zihniyetler cemiyetin işleyişine kendi istedikleri istikamette yön vermek için şeâir-i İslâmiye addedilen değerlere âdeta savaş açmışlardı.
Başlardan sarığı, sırtlardan cübbeyi çıkarıp semalardan ezan-ı Muhammedînin (asm) kudsî sadasını kestikten sonra yeni hedef olarak ‘şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan’ Ramazan-ı Şerifi seçmişlerdi.
Artık harfler değiştirildiği, takvimler kaldırıldığı, tekkeler, zaviyeler kapatıldığı, mescitler yıkıldığı, çeşitli bahanelerle sayıları iyice azaltılan camilerin de yolları kesildiğinden insanların buluşma mekânları ve haberleşme kaynakları ortadan kalkmıştı.
Onun için bazı insanlar ancak kahvelerde veya haftanın muayyen günlerinde halk evlerinde bir araya gelebiliyorlar, günlük hadiseleri ve siyasî hareketleri de radyo, gazeteler, dergiler vasıtasıyla öğrenebiliyorlardı.
Ülkede yayın yapan tek radyo kanalı hükümetin elinde olduğu, gazete ve dergiler de yaşamak için hükümetlere yamanıp yaranma yarışına girdiklerinden cemiyet hiçbir hususta doğru haber alamıyordu.
Mahaller, mezralar, köyler, kasabalar fiilen var olsa da, devlet nezdinde zaten yok sayılıyordu. Küçük büyük bütün taşra şehirlerinde her şey valinin iki dudağı arasından çıkacak bir kelimeye bakıyordu. Valiler de Ankara’dan gelecek emirlere göre hareket ettiklerinden, Ankara neyi, ne zaman, nasıl duyurmak isterse millet ekseriyeti onu o şekilde öğreniyordu.
Kastamonu da o şehirlerden biriydi.
Kendisini ‘ilke ve inkılâpların yılmaz savunucusu’ sayan vali Avni Doğan, Kastamonu’ya gelince yıkmadık eser, yok etmedik değer bırakmamak ihtirasıyla harekete geçti. Cemiyete hayat veren tekkeleri, medreseleri, mescitleri yıktırdı, yıktıramadıklarını yapılış maksadının dışında kullanacak kişilere satarak ortadan kaldırdı.
Böylece, asırlar boyu her şeyiyle kendine yeten bu şirin Osmanlı şehrini, kısa zamanda, müstevliler tarafından yakılıp, yıkılıp yağmalanmış bir harabezar hâline getirdi.
Tahrip etme ihtirası bu maddî yıkımla teskin olmayınca değer verilen, sözüne itibar edilen, hâli tavrı örnek alınan âlim, fâzıl insanların isimlerini unutturup esamelerini kesmeye kalktı ve pek çoğunu ya susturup sindirdi, ya şehirden göçmeye mecbur etti.
Said Nursî’nin, “Burada her şeyden tecrit edildim. Tahammülsüz tazyik altında bulunduğumdan sizin ile muhabere edemedim. Burada emsalsiz bir evham hükmediyor” sözleri ile de dile getirdiği gibi bir insanın mukavemetini kıracak bütün zecrî tedbirleri aldığı hâlde bir tek ona hükmünü geçiremedi.
Kendisi zulmettikçe onun güç kazandığını, tarassut altına almak istedikçe etrafındaki insanların çoğaldığını görünce, devlete emanet edilmiş bir sürgün olduğu hâlde hayatına kastetmekten çekinmedi.
Hem de bir Ramazan günü.
Verilen şiddetli zehirin tesiriyle kendinden geçen ve o zamana kadar hiç ihmal etmediği evradını bile tamamlayamayan Bediüzzaman, gece boyu baygın yattıktan sonra, sehere doğru kendine geldiğinde günlük işlerini talebelerinin yaptığını, yarım kalan evradını da cinlerin tamamladığını anladı. Bunu, kendisine verilmiş mânevî bir Ramazan hediyesi olarak gördüğü için o da bu nimet-i İlâhiyeye şükür vesilesi olacak farklı bir Ramazan hediyesi vererek mukabele etmek istedi.
Bu hususta yapılabilecek en isabetli hareket, muarızlarının yıkmaya çalıştıkları şeairleri ihyâ etme hamlesiydi. Aslında bunu kendisi yıllardır fiilen yaşayarak yapıyordu ama onun ferdî gayreti yetmiyor, İslâmî şeairlerin cemiyete de mal edilmesi gerekiyordu.
Tağutların, şeâirlere saldırarak aslında Allah inancını ortadan kaldırmaya teşebbüs ettiklerini, bunu da mekteplerde, radyolarda, gazetelerde sık sık medar-ı bahs ettikleri ‘Her şey kendi kendine oluyor, tesadüfen oluyor, tabiat yapıyor’ gibi şen’i iddialarla yapmaya çalıştıklarını biliyordu.
Çünkü Allah inancı bütün şeair-i İslâmiyenin temeli idi. O inanç ihmal edildiği zaman şeairler unutulur, kalplere yerleşip fert ve cemiyet hayatına yön vermeye başladığı zamansa ihya olurdu.
Bu fıtrî gerçekten hareket eden Said Nursî, insanı temsilen, muhayyel bir seyyaha kâinatı gezdirip mevcudâta, lisân-ı hâliyle Allah’ı anlattıran temsilî bir hikâye yazarak o mahut iddiayı yıkmaya karar verdi.
İsra Sûresinin, “Yedi gökle yer ve onların içindekiler O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu övüp tesbih etmesin; lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz ki O Halîm’dir, ceza vermekte acele etmez; Gafûr’dur, günahları çokça bağışlar” meâlindeki âyet-i kerimesini okuyarak başladı işe.
Bu muazzam âyet gibi Kur’ân’ın daha pek çok âyetinin; kâinatın Hâlık’ını anlatmak için insanların her zaman zevkle seyrettikleri ‘parlak bir sahife-i tevhid olan semavâtı zikretmelerini’ nazara alarak o da gökyüzünü, yapacağı muhayyel seyahatin güzergâhı olarak seçti.
Onunla birlikte, yanında hazır vaziyette bekleyen talebesi Mehmed Feyzi de hareketlenince semavâtta tecellî eden Tevhid hakikatleri, beyaz sayfalarda siyah hatlarla şekillenmeye başladı:
“Bu dünya memleketine ve misafirhânesine gelen her bir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki, gayet keremkârâne bir ziyafetgâh ve gayet sanatkârâne bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârâne ve şevkengizâne bir seyrangâh ve temâşâgâh ve gayet manidarâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhânenin sahibini ve bu kitab-ı kebîrin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür.
‘Bana bak, aradığını sana ben bildireceğim’ der.”
Semavâtın bu dâveti ile başlayan mânevî seyeran, bütün seyyareleri ile fezayı dolaşıp hepsinin hususî sakinleri ile hemhâl olduktan sonra bulut, rüzgâr, yağmur, şimşek tabakalarını gezdi.
“Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sayfalarımı oku.”
Küre-i arzın lisân-ı hâliyle yaptığı bu dâveti duyan muhayyel seyyah; yeryüzünün, deniz, nehir, dağ, sahra, bitki, hayvan gibi ‘yirmiden ziyade büyük sayfalarından bir tek sayfanın yirmi veçhinin bir tek veçhinin muhtasar şahadeti ile, sair vecihlerin sayfalarındaki hakikatleri’ müşahede etti.
Sonra beşeriyet âlemine girdi ve insan tabakalarını, evliyalarını, asfiyalarını, enbiyalarını dinledi ve Hâlık’ını sormak için, mihmandarı ile birlikte hayalen Asr-ı Saadete, O’nu en iyi tanıyan o zâtı (asm) ziyarete gitti.
“Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve hâkim ve ona teslim olmayan herkese her asırda meydan okuyan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat etmeliyiz” deyip Kur’ân’dan Tevhid dersleri aldı.
“Elhamdülillah, her yerde aradığım ve her şeyden sorduğum Hâlık’ımın ve Malik’imin vücûb-u vücuduna ve vahdetine şahadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Mecmu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkelyakîne iblâğ ediyor” dedi ardından da.
Said Nursî; âyet, hadis meâllerinden müteşekkil veciz bir dua ile bitirdiği ve “Âyetü’l-Kübra Ramazanda zuhur etti” dediği bu Ramazan hediyesini, ‘Kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşahedâtıdır’ serlevhasıyla takdim etti.
Talebelerinin hemen istinsah ettiği nüshanın tebyiz ve tashihinden sonra, muhtemelen yine aynı Ramazan ayında, önce şehirdeki Nur talebeleri tarafından, ardından da İnebolu, Taşköprü gibi Nur merkezi hâline gelen kasabalarda çoğaltıldı.
Bediüzzaman’ın, memleketin her yerindeki talebeleri ile irtibatını sağlayan ve onun ‘Nur Postacıları’ tabiri ile taltif ettiği arabacılar, kamyon şoförleri yazılan her risâle gibi Âyetü’l-Kübra’yı da ilk olarak Isparta’ya ulaştırıldılar.
Isparta kahramanları, inkâr hezeyanının ve iman zaafının en müessir ilâcı olan bu eserden de kısa zamanda yüzlerce çoğalttılar ve ihtiyaç hissedilen yerlere gönderdiler.
Âyetü’l-Kübrâ intişar ettikçe isteyenin arttığını gören Tahirî, bu ihtiyacın elle çoğaltılarak karşılanamayacağını görünce onu İstanbul’a götürüp matbaada bastırmaya karar verdi.
Kitabın baskı masraflarını karşılayacak maddî imkânı olmadığından bazı mallarını sattı, yetmeyince yakın dostlarından borç aldı ve 1942 yılında kırk beş gün kadar İstanbul’da kalarak matbaada beş yüz adet kitap bastırdı.
O zaman içinde sık sık Sahaflara giden ve Bediüzzaman’ın eski eserlerinden Lemaatı ve İşârâtü’l-İ’câz’ı bulan Tahirî, bastırdığı Ayetü’l-Kübra’nın bir kısmını da alarak Kastamonu’ya gidip Üstada takdim etti.
Said Nursî, Ayetü’l-Kübra’nın matbaada neşredilmesi kadar, kendinde nüshası kalmayan eski eserlerinin bulunmasına da çok sevindi ve en sıkıntılı zamanında bayram mutluluğu yaşadı.
Daha sonra yazdığı bir mektupta “Âyetü’l-Kübra, zannımca Ramazanda matbaadan çıktı, Isparta’ya geldi ve Ramazanda serbestiyetle okundu ve camilere okutmak için girdi” diyerek de ifade ettiği gibi bu müstesna Ramazan hediyesinin istinsahı ve matbaada bastırılıp yayılması da yine Ramazan ayında vuku buldu.
Bir başka Ramazanda, Âyetü’l-Kübra’dan, bir saat tefekkür bir sene ibadet mânâsını taşıyan Hizb-i Nuriyeyi çıkaran Bediüzzaman, on dakikada iki sahife kadar okunduğu zaman, okuyana tesbihattaki otuz üç adet ‘Lâ ilâhe İllallah’ lâfzı gibi Tevhid hakikatinin feyzini verdiğini müşahede etti.
Sadece insanın değil, kâinattaki bütün mevcudâtın lisân-ı hâli ile yaptığı zikrin feyzini kazandıran bu mânevî mazhariyetten mahrum kalmamaları için talebelerine Âyetü’l-Kübra’yı hem şahsî okumalarında, hem de hususî ve umumî derslerde bol bol okumaları gerektiğini hatırlattı.
Zîra, “Ben de on dakikada Âyetü’l-Kübra’nın tamamını okuyor gibi ve her bir mertebede, mukaddemesinde denildiği gibi küre-i arzın küllî dili benim hayalen lisânım olup ‘Lâ İlahe İllallah’ der ve denizler ve dağlar, o unsurların ve insan tabakalarının lisân-ı halleri benim dillerim olup ‘Lâ İlahe İllallah’ der diye, ben de her bir ‘Lâ İlahe İllallah’ dedikçe ya bilisân-ı arz, ya bilisân-ı semâvât, ya bilisân-ı cevv, ya bilisân-ı anâsır demiş gibi olurum” sözleri ile ifade ettiği gibi kendisi de aynı şeyi yapıyordu.
Zaten bir insanın, ‘kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşahedelerine’ muttalî olup kâinatın zikrine iştirak ederek duâsına küllî bir mânâ kazandırmasının başka yolu da yoktu.
07.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Kur’ân ve tefsir okumak |
|
Nur derslerinin saff-ı evvel muhatapları arasında yer alma mazhariyetine nail kılınan bahtiyarlardan biri de Emekli Yüzbaşı Refet Barutçu. Nitekim Barla Lâhikası’nda hem kendi mektupları, hem de Üstadın ona hitaben yazdıkları ile, adı en çok geçen değerli hizmet öncüleri arasında o da var.
Üstadın Refet Beye yazdığı mektuplardan birinde Üç Aylar ve Ramazan’da ne gibi meşguliyetler içinde olunması gerektiği bahsinde çok dikkat çekici ve orijinal bir tavsiye yer alıyor:
“Bu Şuhur-u Selâse (Üç Aylar) çok kıymettardır; Leyle-i Kadrin (Kadir Gecesinin) sırrıyla seksen sene bir ömrü kazandıracak bir vakitte en iyi, en efdal şeylerle meşgul olmak lâzım geliyor.
“İnşaallah, Kur’ân’a ait mesaille (meselelerle) iştigal, bir nev'î manevî mütefekkirâne Kur’ân okumak hükmündedir. Hem ibadet, hem ilim, hem marifet, hem tefekkür, hem kıraat-ı Kur’ân mânâları risalelerin istinsah (çoğaltma) ve mütâlâalarında vardır itikadındayız...” (s. 530)
Elbette ki, Kur’ân’ın lâfzını okumanın, hattâ ezberlemenin ayrı bir değeri ve üstünlüğü var.
Ki, bununla ilgili olarak Üstad şunu yazıyor:
“Bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’ân’ındır. Ve her bir harfinde, ondan tâ binler sevap bulunan Kur’ân’ın hıfzı ve kıraati, her hizmete mukaddem ve müreccahtır (öncelikli ve tercih edilir).” (Kastamonu Lâhikası, s. 88)
Ancak devamında şunu da ifade ediyor:
“Fakat Risale-i Nur dahi o Kur’ân-ı Azîmüşşanın hakaik-ı imaniyesinin bürhanları ve hüccetleri (iman hakikatlerinin delilleri) olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikını tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir...”
Görüldüğü gibi, Üstad Kur’ân okumanın ve ezberlemenin müstakil fazilet ve sevabına işaret ederken, bunun, âyetlerin mânâsını öğrenip tefekkür ederek tamamlanması gereğine de vurgu yapıyor. Ve özellikle Risale-i Nur gibi bir tefsiri okumadan sadece âyetlerin lâfızlarını kıraat ve ezber etmenin noksanlık olacağını ima ediyor.
Ve böylece, Kur’ân’la iştigali, âyetlerin mânâlarını anlayıp düşünmeden, yalnızca kıraat ve hıfz düzeyinde bırakan tavra yönelik eleştirilerin önünü kesecek bir yaklaşım ortaya koyuyor.
Dolayısıyla bizlerin, şu Ramazan günlerinde diğer bilumum hasenat gibi her bir Kur’ân harfine de verilen bin—ve Kadir Gecesinde otuz bin—sevaptan istifade edebilmek için, hem günde bir cüz okuyarak ay sonuna kadar hatim indirmeye, hem de Risale-i Nur mütâlâalarında yoğunlaşmaya gayret göstermemiz gerekiyor.
Hatim bahsinde, Nur dairesindeki “şirket-i maneviye-i uhreviye” sistemine özel ve son derece orijinal bir uygulama olan cüz paylaşarak her gün bir hatim indirme imkânı da, ahirzamanın zor ve ağır şartlarında iman hizmeti vermeye çalışan fedakârlara sunulan bir ikram-ı İlâhî.
Onun için, bu ayda Kur’ân’ın hem metniyle, hem de mânâlarını izah eden tefsirleriyle ne kadar meşgul olabilirsek o kadar kazançlı çıkarız.
Üstadın, yukarıdaki mektubunda Refet Beye yaptığı tavsiyeyi, Afyon hapsinde çok büyük sıkıntılara maruz bulunan talebelerine de tekrarlamasından bizim de alacağımız dersler olmalı:
“Bu mübarek aylarda ve sevabı ziyade bu çilehanede mümkün olduğu kadar bir meşgale-i Kur’âniye ve nuriye ile sıkıntılı vaktiniz sarf edilse, çok faydaları var. Sıkıntı hafifleştiği gibi, kıymettar kalp ve ruhun ferahlarına medar, sevabı yüksek bir ibadet, o nurlarla iman cihetinde iştigal, hem tefekkürî bir ibadet, hem İhlâs Risalesi’nin ahirinde yazıldığı gibi beş vecihle bir nev'î ibadet sayılabilir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 909)
O beş vecih ise şöyle sıralanıyor: “* Ehl-i dalâlete karşı manen mücahede. * Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım. * Müslümanlara iman cihetinde hizmet. * Kalemle ilmi tahsil. * Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî ibadeti yapmak...” (Lem’alar, s. 403)
07.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Zengin, ama fakir |
|
Ramazan ayının ilk günlerini, Ramazan ayın öncesi başlayan ve 10 gün süren bir yurt dışı seyahati sebebiyle Myanmar’da idrak ettik. İHH İnsanî Yardım Vakfı’nın Myanmar’da gerçekleştirdiği Ramazan yardımı faaliyetlerini gözlemleme imkânı bulduk. Nasip olursa, ayrıntılı seyahat notlarını daha sonra aktarmak niyetindeyiz.
İHH, pek çok ülkede olduğu gibi Myanmar’da da fakir Müslüman ailelere gıda yardımı yaptı. Bunun yanı sıra, başkent Yangon’da bazı yetimhalerin ihtiyaçları da karşılandı. Müslüman çocukların kaldığı yetimhaneler, tamamen Myanmar’lı Müslümanların katkı ve destekleriyle ayakta duruyor. Türkiye’deki gibi, devlete ait ‘çocuk esirgeme kurumu’ yok. Benzer kurumlar olsa da Budist’lere ait oldukları için, Müslüman çocukların o yurtlarda kalması, barınması mümkün değil.
Myanmar dünya ile entegre olmayan, dünyaya kapalı bir ülke. Mutlaka bu ülkede de ultra lüks hayat sürdüren çok sayıda zengin vardır. Fakat ülke geneline, başkentin görüntüsüne bakınca her yerden fakirlik fışkırdığı söylenebilir. Bakımsız yollar, belki de 40 yıldır boya sürülmeyen binalar, hurdalıktan çıkmış gibi görünen taksiler, var olan fakirliğin ve dışa kapalılığın en büyük delili.
Seyahatimiz esnasında, ülkenin başşehri Yangon’da bazı yetimhaneler ile temasa geçildi ve ihtiyaçları tesbit edilmeye çalışıldı. Sonrasında bir yetimhanenin ‘himayecisi’ olduğu ifade edilen Müslüman işadamının evini ziyaret ettik. Gençliğinde yurtdışında da çalıştığını ifade eden bu işadamı-yöneticinin evini görünce, himayesindeki yetimhanenin bakımlı olabileceğini düşündük. Birlikte yetimhaneyi ziyarete gidince, çok yanıldığımızı anladık. Myanmar şartlarında ‘çok zengin’ sayılabilecek bir iş adamının yönetici-kurucusu olduğu bu yetimhane tam anlamıyla içler acısı bir haldeydi. Çocukların yatakhanesinde bir adet olsun ‘karyola/ranza’ yoktu. Her gün tahta üzerine serilen ve toplanan yataklar, kenarda eşya sandıkları v.s. Belki de 10 yıldır duvarlarına boya sürülmemiş. Etraf bakımsızlıktan dökülüyor. Üstelik yetimhane, şehrin çöplüğüyle komşu! Etrafa yayılan kokuyu tarif etmek bile mümkün değil.
Yetimhanenin bu halini görünce, buraya ‘başkan’lık yapan ‘zengin’ Myanmarlı işadamının evi aklıma geldi. Elbette, yetimhanenin zengin evleri gibi lüks olmasını beklenmez, ama hiç değilse ‘insan’ın yaşayabileceği kadar tertipli-düzenli olmaları gerekmez mi? O çocukların halini bilip de ultra lüks bir hayat sürmek insana huzur ve mutluluk verebilir mi?
Myanmar’da şahit olduğumuz ‘zengin’ tavrı, Türkiye’de de yok mu? “Allah hiç kimseyi böyle durumlara düşürmesin” diyerek duâ edelim. Fakirin halini anlamayan zenginlere feraset dileyelim.
Merhum Mehmet Akif gibi, “Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsaydı!” demek lâzım...
07.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Türkiye - Ermenistan ilişkileri-2 |
|
Kafkasya krizi ortasında “insanî yardım” perdesinde son sistem silâhlarla ve füzelerle donatılmış yabancı savaş gemilerinin Karadeniz’de demirlemesine “izin” veren Ankara’nın, son “Ermenistan çıkışı”nın da yine ABD’nin hararetli tavsiyesi ve “ecnebilerin isteğiyle olduğu” haberleri, başta çeşitli istifhamlara yol açsa da, Türkiye - Ermenistan yakınlaşması, iyi olmuştur.
Her ne kadar medyada RP’li Gül’ün 1993’te Ermenistan’a buğday, tahıl ve insanî yardım yapan Demirel hükûmetini topa tutan ve bunu âdeta ülkenin “ipotek altına alınması” olarak niteleyip şiddetle kınamasına atıfta bulunulsa da, sonuçta Cumhurbaşkanı Gül’ün Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın dâvetine icâbeti, Ermenistan’la diyalog kapısını açmıştır.
Gelinen noktada hangi sâikle olursa olsun bu ziyaret, hâlen Karabağ’ı istilâ eden ve Azerbaycan topraklarını işgal eden Erivan yönetiminin diasporanın kıskacından kurtulup barış ve diyaloğa yönelme idrâki açısından oldukça önemli. Bu bakımdan Ankara ve Erivan’ın bu fırsatı iyi değerlendirmesi, diyaloğu dikkatle sürdürmesi ve hiçbir dış gücün emr-i vakisine gelmeden diplomatik süreci ustalıkla devam ettirmesi gerekiyor…
DİASPORANIN KISKACI
Aslında Ermenilerin barış ve istikrarı, bölgede öncelikle Türkiye ile karşılıklı saygıya ve toprak bütünlüğünü tanımaya dayanan dostluk ve işbirliğinden geçiyor. Ermeni halkı bunun farkında; lâkin diasporanın ateşlediği ve eli kanlı çetelerin körüklediği popülizmle politikacılar, bir türlü iz’ân ve akl-ı selime yanaşmadı; ifsad odaklarının iç ve dış kışkırtmalarıyla yanaştırılmadı.
Gerçek şu ki Erivan, “soykırım” uydurmasında da dahilî ve haricî fitne mihraklarının ve güç odaklarının oldu bittisine gelmekte. Zira Ermeniler de biliyor ki, “tehcir” hadisesi, Doğu Anadolu’da Osmanlıyla savaş halinde olan Ruslarla işbirliği yapıp Müslüman Osmanlı vatandaşlarını, Türkleri ve Kürtleri katleden bir kısım Ermenilerin tedbiren “sevk ve iskân yasası”yla yine güneydeki Osmanlı topraklarına, Osmanlıya bağlı Suriye’ye nakledilmelerinden başka bir şey değil.
1915 tehcirine sebep olan olaylarda olduğu gibi, o gün Osmanlının zâfiyetini fırsat bilen dış aktörlerin, sözkonusu çeteleri Müslüman halka karşı katliâmda kullandıkları, fütursuzca “hıyanet”te istimal edip mazlûm ve mâsum Ermeni halkının büyük bir çoğunluğuna rağmen zulme sürükledikleri, tarihî vesikalarla ortada. Doğu Anadolu’daki toplu mezarlar, Ermeni zulmüne dair yerli ve yabancı resmî-gayr-ı resmî vesikalar, bunun bâriz belgesi.
Kışkırtmalarla bir Ermeni tarafından suikastla katlettirilen Talat Paşa dahil, hiçbir Osmanlı paşası ve idarecisinin Ermenilere eziyet edilmesi ve hele öldürülmesi için tâlimat vermediği, tarafsız yabancı tarihçilerce belirtilmekte. Tehcir esnasında münferit de olsa kimi Ermeni göçmenlere kötü davranan bazı subay ve yerel yetkililerin bizzat komutanlarınca şiddetle cezalandırıldığı da tarihî resmî belgelerle ortada…
Bundandır ki Erivan’ın evvelemirde “soykırım” uydurmasından vazgeçmesi; Paris ve Washington gibi dış merkezlerde hazırlanan projelere göre değil, bölgenin gerçeklerine göre öncelikle Türkiye ile dostluk içinde olması gerekiyor.
“ŞU MİLLETİN SAADETİ”
Erivan, bozguncu ajanlarca enjekte edilen komplolara karşı müteyakkız olmalı; bölge halklarının birbirinin aleyhine kışkırtılması oyununa gelmemelidir. Bugün işgal, istilâ ve savaşlarla azdırılan fitnenin, Ortadoğu’yu cetvellerle taksim edip parçalayan ecnebilerin, “büyük Ortadoğu projesi”yle bölge ülkelerini daha da ufaltarak, etnik ve mezhebî farklılıklarla bölüp parçalama plânı olduğunun farkında olmalıdır. Dün Osmanlının olduğu gibi bugün de Türkiye’nin iyi niyetini boşa çıkarılmamalıdır. Ermenistan’ın tecritten kurtulması bu şart.
Asırlarca Osmanlının himâyesinde kültür ve medeniyetleriyle Müslümanlarla âdeta bütünleşen ve gayr-ı müslimler içinde “en sâdık teba” olarak hep sulh ve huzur içinde yaşayan Ermenilerin barış ve refahlarının başta Türkiye, Azerbaycan ve İran olmak üzere Müslüman komşularıyla dostluk ve işbirliğine bağlı olduğu bilinmelidir.
Bundan bir asır önce “komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevk eden Ermenilerle kemâl-i memnuniyetle dostluğu” tavsiye eden Bediüzzaman’ın, “husûmette fenâlık var, husûmete vaktimiz yok” ikazına kulak verilmeli. (Divân-ı Harb-i Örfî, 23)
Yine Bediüzzaman’ın, bölgenin barış ve istikrarının, Müslümanların ve gayr-ı müslimlerin barış ve dostluğuyla doğrudan ilgili olduğunu belirleyen, “Şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır.) Fakat mütezellilâne (zelil bir şekilde) dost olmak değil, belki (bilâkis) izzet-i milliyeyi (millî onuru) muhâfaza ederek, musâlaha (barış) elini uzatmaktır” anlamlı tesbitine dikkat edilmelidir. (Münâzarât, 67-68)
Bugün bu derse, Ankara’nın da, Erivan’ın da ihtiyacı var…
07.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Yasakçıların icatları |
|
Yarın ilk ve orta öğretimde yeni eğitim-öğretim yılı başlıyor. Yeni kayıtlarla birlikte 14 milyonu aşkın öğrenci ile 600 bin civarında öğretmen ders başı yapacak. Örgün ve yaygın eğitimde dikkate alındığında 20 milyon öğrenci 1 milyona yakın eğitim çalışanı ile büyük bir kesim. Bu kadar büyük bir kesim dikkate alındığında sorunları da elbette büyük oluyor.
Türkiye’nin sorunlarına bakıldığında, eğitim en üstte duruyor. Eğitime sağlanacak kaynaktan öğretmen açığına, okullara ayrılan ödenekten hizmetli ihtiyacına, bölgeler arasındaki öğretmen açığından katsayı adaletsizliğine kadar pek çok sorun vardır eğitimin önünde. Bu sorunları çözmekte elbette kolay değildir, ancak çözülmesi de gerekir.
* * *
Diğer yandan da üniversitelerde kayıtlar devam ediyor. Kayıtlar sırasında bazı üniversitelerde bu sene başlayan garip bir uygulama var. Üniversiteler açılmaya başladıkça yasakçılar olmadık yeni metotları ile sahneye çıkmaya başladılar. Şimdiye kadar en “ilginç” yasaklama metodunu şu an CHP milletvekili olan o dönemin İ.Ü. Rektör Yardımcısı Nur Serter icat etmişti. Yasakçılıkta çığır açan, sınır tanımayan icadı ile üniversitenin giriş kapılarının yanlarına “ikna odaları” kurmuştu!
Bu icat hâlâ dilden dile anlatılırken, şimdi yasakçılığı zirveye çıkaran uygulama bir takım üniversitelerde uygulamaya konulmaya çalışılıyor.
İstanbul’da Aydın Üniversitesi’nde görülmemiş bir uygulama başlatıldı. Yeni kayıt yaptıran öğrencilere kılık kıyafetleriyle ilgili “taahhütname” imzalatılırken, öğrencilerden kampüslerdeki derslere başörtülü girmeyeceklerine dair “garanti” vermesi istendi. Öğrencilere imzalatılan kılık-kıyafet taahhütnamesinde şöyle deniliyordu: “2008-2009 Eğitim-Öğretim yılı içerisinde İstanbul Aydın Üniversitesi kampüslerinde derslere başörtülü ve türbanlı olarak girmeyeceğimi taahhüt ederim…”
Ne âlâ ne, ne alâ. Bu çağ da bu kafa…
Üniversite, haberin gazetelerde yer almasından sonra haberi yalanladı. Ama ne yalanlama. Yalanlarken daha çok batarak... Sözde “kayıt görevlisinin hatası” olarak açıklandı. Meğer başka bir üniversiteden gelen kayıt görevlisi evraklarının arasına böyle bir form koymuş ve başörtüsü ile okula gelen öğrencilere imzalattırmış!
Aydın Üniversitesi “başörtüsü taahhüdü”nü imzalatmaktan gelen tepkiler üzerine vazgeçti, ancak bu sefer de Kırıkkale Üniversitesinde buna benzer bir “taahhütname” rezaleti yaşandığı söylendi. Peşinden Kayseri Erciyes Üniversitesi’ne kayıt yaptıran öğrencilere, okul içinde başını kapatmayacağı ve dinî sembol taşımayacağı yönünde taahhütname imzalatıldığı belirtilirken, üniversitenin bu uygulamaya son verdiği açıklandı.
Bütün üniversitelerde kayıtlar devam ediyor. Bakalım yasakçıların böyle yeni yeni icatları çıkacak mı?
Eğitimin sorunlarını anlattığı basın toplantısında bu uygulamayı sorduğumuzda Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Gündoğdu, “Başörtülülere tutanak imzalatılması toplum mühendisliğinin rezil bir versiyonudur. Böyle yollara başvurmak, özürlü bir kafa yapısına sahip anlayışı gösterir. Üniversiteler böyle sağlıksız kafa yapısıyla yönetilemez” diyerek sert tepkisini dile getirdi.
* * *
Öncelikle şunu söyleyelim. Hiçbir gerekçe, hiçbir kimseyi eğitim-öğretimden yoksun bıraktıramaz, bıraktırmamalı.
Hukukî hiçbir dayanağı olmayan başörtüsü yasağının çözümü insanların kafalarının özgür olmasına bağlıdır. Eğer rektörler ve üniversite yönetimleri özgür düşünebilirse bu meselenin çözülmesi çok daha kolay olacaktır.
Yıllardır uygulanan anlamsız, kanunsuz, binlerce mağdur üreten bir yasağa karşı çıkıp, üniversiteler daha özgür olsun, insanlar istediği gibi giyinsin, istediği gibi düşünsün diyenler çoğalmalıdır. Aydın insanlara da yakışan özgürlükten yana olmaktır. Artık, üniversiteler özgür ortamlar olmalıdır. Bu durum demokrasinin daha da gelişmesini sağlayacaktır.
Artık üniversiteler ismi anılınca akla bilimsel faaliyetlerinin geldiği kurumlar olmalı, orada özgürlükler, demokrasi, insan hakları, din ve vicdan hürriyeti konuşulmalıdır.
07.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Yangınlar ve rejimler: Mısır örneği |
|
İNSANLARIN DA rejimlerin de ömrüyle ve akibetiyle alâkalı olarak şaşmaz ve değişmez kanunlar (sünnetullah) vardır. Bu kanunlar kimi zaman ehl-i basirete malûm olur. Bu şaşmaz kanunlardan birini Mısır’a tatbik edebiliriz. Mısır’da yangınlar ile rejimlerin ömrü arasında birebir ilişki vardır. Mısır’ın şaşmaz kaderi budur.
Kahire yangınları tarihte rejim yangınları olmuştur. Fatimi Devleti, Selahaddin Eyyübi’nin eline geçmesinden önce inatçı iki vezirin kavgasına sahne olmaktadır. Bu kavgada her türlü yöntem kullanılmaktadır. Yangın çıkarmak da buna dahildir. Vezirlerden birisinin adı Şavir diğerinin adı da Dargam’dır. (Bu güç kavgaları Haçlıların 1099’da Kudüs’ü ele geçirmelerinde de kilit bir rol oynamıştır. İki kardeş olan Şam ve Antakya sultanlarının çekişmesi Haçlıların bölgeyi istilâlarına zemin hazırlamış, kolaylaştırmıştır.) İki güç merkezi arasındaki çekişme Fatimi halifesinin toyluğu ve bundan mütevellit otoritesizliği de eklenince bu gelişmeler Fatimi Hilâfetinin sonunu getirmiştir.
Fatimiler yaklaşık 220 yıl kadar hüküm sürmüştür. Safevilerin iktidar süreleri de buna yakındır. Şavir ile Dargam arasındaki amansız rekabette ve çekişmede rejim değişikliğinin habercisi Fatimi Kahire’sinin cayır cayır yanması olmuştur. Şehir çıra gibi tutuşmuş ve kocaman bir meşaleye dönmüştür. Yüzyıllar sonra Hidivlik de böyle bir yangının akabinde Fatimilerin akibetine uğramıştır. 1952 yılında Hür Subayların idareye el koymalarından kısa bir süre önce gerçekleşen yangın Hidiv ailesinin ve Kral Faruk’un sonunu belirlemiş ve tayin etmiştir. Kral Faruk, Neron gibidir. Bununla birlikte Kral Faruk ve Hidivliğin sonunu getiren yangını kimin çıkardığı bugüne dek tartışmalı kalmıştır. İhmal kesindir de kastın arkasında kimin olduğu hâlâ muammadır. Kimilerine göre, Kahire’yi yakanlar Faruk’u devirmek ve ona son darbeyi indirmek isteyen ordu içinde teşkilâtlanmış olan Hür Subaylar’dır. Nitekim yangından kısa bir süre sonra duruma el koymuşlar ve Kral Faruk tahtını ve tacını arkada bırakarak sürgüne gitmek zorunda kalmıştır. Kahire yangınının büyük zanlısı Hür Subaylar (Dubbatu Ahrar) olmuştur.
***
Kahire’de sabık yangınlarına benzeyen bir yangın da Mübarek döneminde gerçekleşmiştir. Bu diğerlerinden daha da vahimdir. Zira rejimin avret mahalli, harimi ismeti olan Senato ve Parlamento hem ihmal hem de komplonun bir kurbanı olmuştur. Burada zanlı olan bizzat Mübarek rejimidir. Bu yangınla birlikte rejimin kirli çamaşırlarını bertaraf ettiği ileri sürülmektedir. Bu yangın kesinlikle Mısır rejiminin şeyhuhet yani ihtiyarlık devresine işaret ediyor. Bununla birlikte rejim bu yangınla birlikte istikbalini de yakmış ve karartmıştır. Yangın zamanla siyasî bir kasırgaya da dönüşebilir. Kifaye/Yeter hareketinin yapamadığını yangın yapabilir. Meclis’in iki kanadının birden ve büyük çapta yanmasının izahı yoktur ve Mısır’ın hafızasının yanması olarak değerlendirilmektedir. Ama başbakan Nazif döneminde yapılan sakarlıklar sonucu Mısır’da trenler yanmış ve gemiler de batmıştır. Koskoca Mısır devleti meclis yangınını söndürmekte yetersiz kalmıştır. Kifaye’yi bastırmış ama yangını söndürememiştir. Bu ne keşmekeşliktir, inanılır gibi değil. Bu yangın Mısır rejiminin kokuşmuşluğunu ortaya koyuyor. Mübarek rejimi Fatimilerin ve Kral Faruk döneminin sonunu yaşıyor. Tarih yangınlarla birlikte tekerrür ediyor.
***
Kokuşmuşluğun bir başka göstergesi Hüsnü Mübarek’in oğlu Cemal’in kankalarından biri olan emlâk milyarderi ve kralı ve milletvekili Hişam Talat Mustafa’nın azmettirdiği bir cinayettir. Hişam Talat Mustafa daha önce birlikte olduktan sonra kendisini terk eden Lübnanlı sanatçı Suzan Tamim’den intikam almak için aklına gelen şeytanî bir planı uygulamaya koyar. Otellerinde güvenlik görevlisi olarak çalıştırdığı emekli polis müdürü Sukkeri’ye cinayeti ısmarlar, o da Dubai’ye giderek talimatı harfiyyen infaz eder. Ancak şüpheli cinayet daha sonra Sukkeri’nin ele geçirilmesiyle birlikte aydınlanır. Bütün engelleme çabalarına rağmen olay basına intikal edince Mübarek ailesi skandalın girdabına yakalanır. Su testisi su yolunda kırılsa da bu hunhar ve menfur cinayet Mübarek rejiminin kirli ilişkilerine ve yüzüne ışık tutmuştur. Bu da manevî bir yangındır.
Mısır son yıllarda Mübarek hanedanlığı tarafından çok kötü yöneltmekte ve adeta çökertilmektedir. Aile çiftliği haline gelmiştir. Nasır darbesinden veya devriminden geriye kalan kokuşmuş Mübarek hanedanlığıdır. O Mısır’ın son İttihatçısıdır. Mübarek rejimi gölgesinde Mısır bölgesel rolünü kaybetmiş ve Ortadoğu’nun en köhne ülkesi haline gelmiştir. Yeni Kahire yangını da Mübarek rejiminin sonunun başlangıcıdır. Müşerref’ten sonra çanlar şimdi onun için çalıyor. Kahire yanıyor, rejim çatırdıyor.
07.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Ramazanın ruhuna uymayan manzaralar |
|
Bu mübarek ayın ruhuna aykırı, bu güzel ayın asliyetine uygun olmayan hâl ve davranışları görüp de üzülmemek elde değil. Bu rahmet ayına, bu Kur’ân ayına, bu hayır ve bereket ayına hiç uygun düşmeyen hâl ve durumların yaşanıyor olmasını görmek hakikaten insanı derinden üzüyor.
Her yıl olduğu gibi bu sene de, Ramazana daha günler, haftalar kala gıda fiyatları yavaş yavaş yükselmeye başladı. Ramazanla beraber gıda maddelerindeki bu yükseliş, bazı kalemlerde yüzde yüzün üstüne çıktı.
Diğer bir tuhaflık da, Ramazan öncesinden ve Ramazanla birlikte bir çok kimsenin gıda stokuna hız vermesi. Çok gariptir, vatandaş sanki bir galadan, bir kıtlıktan haber almış gibi habire evine gıda maddesi depoluyor. Vatandaşın bu açgözlülüğünü, bu hırsını çok iyi değerlendiren ve bunu iyi bir fırsat olarak gören bir çok esnaf da, zam üstüne zam yapmakta.
Bir hayır, bir bereket ayı olan Ramazan ayında, her yıl, bu gibi nâhoş zamların yapılıyor olmasının izahını ben şahsen yapamıyorum. Hayır ve hasenâtların bir sel gibi aktığı Ramazan ayını, bir nev'î köşeyi dönme, bir çeşit vurgun ayı şekline dönüştürmek akıl ile, vicdan ile bağdaşır mı?
Bu mübarek ayda sergilenen ve bu ayın ruhuna ve asliyetine uymayan diğer durum da, bir çok ehl-i dinin damak tadını ön plana çıkararak, lüks bir yeme içmeye yönelmesi. Bir çok insanın, bu ayda bol, yağlı, etli yemekleri olmazsa olmazlar arasında kabul ederek, Ramazan boyunca bütçesini de zorlayarak bu durumu adeta bir zorunluluk olarak görmesi doğru mudur sizce?
Halbuki Ramazan orucunun bir gayesi de, açlıkla, susuzlukla, bir nev'î insanın aczini, fakrını hissetmesi; yıl boyunca takip ettiği zevklerini, lezzetlerini bu ayda terk ederek; hiç değilse bu ayda fakirâne bir yeme içmeye yönelmek sûretiyle, bütün ömrünü bu şekilde geçiren yoksulların hâlini düşünerek, onlara yardım elini uzatmaya yönelmesidir.
Bu bakımdan Ramazan, bir çok yönüyle lezzetleri, zevkleri terk ederek mideyi susturan, damak tadını gözetmeyen, kalp ve ruhun yolunu açan, açlığı ve susuzluğu göze alan, zahmet ve meşakkate razı olan ve bu şekildeki bir hayat tarzını benimseyen, şiâr edinen insanların ayıdır.
Kabul etmek gerekir ki, bu ayda bazı insanların verdikleri iftar sofraları ve programları da, Ramazanın ruhuna ve gayesine uygun düşmemektedir. Dost ve akrabaların bu ayda karşılıklı olarak birbirlerini iftar yemeklerine çağırmaları elbette güzel ve yerinde bir âdet. Çünkü, bu vesileyle akrabalık, dostluk bağları pekişiyor, tazeleniyor! Hele bir de yemeklerden sonraki tatlı ve samimî sohbetler mânevî bir haz veriyor. Olması muhtemel bazı soğukluklar, sitem ve dargınlıklar da bu vesileyle izale edilmiş oluyor.
Ama bu gibi iftar yemeklerinde de fazlasıyla israfa girilmesi, kanaat ve iktisada riâyet edilmemesi, zevk ve lezzetlerin tatmini yönünde lüks yemeklerin tercih edilmesi, bence Ramazan ayının sâfiyetine uygun düşmeyen durumlardır. Gelen misafire, onu memnun edecek ikramda bulunmak, onun sevdiği yemekleri hazırlamak elbette yapılması gerekli güzel bir âdettir. Ama yine bunun da bir ölçüsü olmalı. Bütçeler zorlanmadan, haddi aşmadan, tekellüflere kapı aralamadan iftar sofraları hazırlanmalı, ziyafetler verilmeli diye düşünüyorum.
Bu meyanda yine bazı ehl-i dinin geniş otel salonlarında veya lüks lokantalarda eğlenceli, şatafatlı iftar sofralarında tıka basa karın doyurmaları da Ramazanın ruhuna ve gayesine uymayan aykırı manzaralar olsa gerek.
Yine belediyelerin her yıl tertipledikleri iftar çadırları da, oruç ayının özüne, rahmet ayının asliyetine uygun olmayan manzaralara sahne oluyor. Yoksula, fakire yönelik hayırlı bir faaliyet olarak icra edilmesi gereken bu hizmet, belediyelerce bir reklâm, bir propaganda, bir şova dönüştürülüyor. Bazen de bu gibi iftar çadırları, Ramazanın mânevî havasına uygun olmayan müzikli şarkı ve türkülerle bir eğlence şölenine çevrilerek, istenmeyen manzaralar oluşturuluyor.
07.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İmanın tattırdığı lezzet |
|
İMAN herşeyi güzel, sevimli, canayakın, hoş gösteren şeffaf, parlak bir gözlük. Bu gözlükle olaylara bakıldığında dün de üzerinde durduğumuz gibi ölüm gibi en çirkin, en korkunç, en dehşetli olaylar dahi sevimli gelir insana. En büyük saadetlerin büyük ve acı felâketler sonucunda elde edildiğini görürüz.
İman, dünyada da Cennet lezzetlerini tattırır insana. Gençlik Rehberi’nde anlatılan1 imanın yüzlerce ışık ve faydalarından birisi ne kadar ilginç. Son derece sevdiğimiz bir kimsenin ölümü örnek veriliyor. Can çekişmekte. İmdada Lokman Hekim ve Hızır gibi bir doktor yetişiyor ve o candan sevdiğimiz insan birdenbire diriliyor, gözlerini açıyor. Ne kadar sevinir, rahatlarız.
Bunun gibi daha nice sevdiğimiz, alâkadar olduğumuz ölmüşlerimizin sevinçlerini de buna katın.
İşte iman böyledir. O gözle baktığımızda vefat eden milyonlarca dostumuz, sevdiğimiz insan birden ölümden, yok olmaktan kurtulmakta, iman nuruyla karşımıza dikilip, “Biz ölmedik, ölmeyeceğiz” demektedirler. O sevince sınır olur mu?
Demek iman böylesine büyük bir nimet. Sonsuz nur ve kazançları var.
Demek iman sayesinde kâinattaki her şey ya bizzat, örnekte olduğu gibi ya da sonuçları itibariyle güzel hâle geliyor.
Değerli Ağabeyimiz Latif Kaymak ve eşi Zerrin Hanımefendinin kerimeleri ve arkadaşımız Prof. Dr. Nureddin Abut’un eşleri Nurcan Hanımın vefatını öğrendiğimizde bu kudsî hakikatleri hatırladık. Ne mutlu Nurcan Hanıma ki bu hakikatlerle dopdolu bir şekilde ömür sürdü. Ahireti için onca hayır ve ibadetleri yanında mühim bir yatırım olan üç tane inci tanesi gibi yavru yetiştirdi. Ama kader onu çağımızın ciğersuz hastalığıyla derecesini yükselterek terhis etti. Kısa bir ayrılıktan sonra sevdikleriyle yeniden buluşacak. Ayrılık şüphesiz hüzünlü oldu. Olaylara imanın nuruyla bakan bu dostlar Hz. Yakup misâli sabr-ı cemille dayanmasını bilen insanlar. İmanın ilerileri gören gözlüğüyle Cennette yeniden buluşma ümidiyle tahammül içindeler.
Merhumeye Allah’tan rahmet dilerken, yakınlarına da sabr-ı cemiller niyaz ediyoruz.
Dipnotlar:
1- Gençlik Rehberi, s. 28-29.
07.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Batılı kadınlar feminizmi tartışırken… |
|
“Kadınlara özgürlük”, yani feminizm hareketi Batı toplumlarında ortaya çıkan ve günümüzde bütün dünyayı saran bir akım.
Feminizmin, bulunduğu ortama göre değişen adeta bir “bukalemun” gibi farklı renkleri bulunmasından olsa gerek, İslâm ülkeleri dahi bu akımın etkisinden kurtulmuş değil. Liberal feminizm, radikal feminizm gibi terimlere artık İslâmî feminizm (!) tabirinin de eklendiği günleri yaşamaktayız. Feministler kadınları her alanda özgürlüğe dâvet ederek çoğunlukla yaşadıkları Batı toplumlarında birçok yeni problemlere sebep oldular. Nefsanî meyilleri tahrik ederek toplumu adeta fitne ve kötülük ağlarına düşürdüler. Bunu nereden mi biliyoruz? Tabi ki, yine Batılı kadınların değerlendirmelerinden…
Dilerseniz onlardan birkaç örnek sunalım:
EVA HERMAN: PROBLEMLERİMİZİ
FEMİNİSTLERE BORÇLUYUZ
İlk örnek radikal feminizmin liderlerinden Alice Schwarzer’in ülkesi Almanya’dan ve yine bir kadından.
Ünlü bir TV spikeri Eva Herman işinden kovulmasına ve birçok tartışmalara sebep olan “Eva Prensibi” isimli kitabında bakın neler söylüyor: “Almanya, artık hiç çocuk doğurmuyor. 30–40 yıl içinde çok yaşlı bir toplum olacağız. Bunun sorumlusu feminizmdir. Kadınları, iki çelişkili rol arasında bırakan ve annelik rolünü bir kenara ittiren feminizm.”
“Biz kadınlar, kendimize şöyle bir eleştirel bakmalıyız. Bugünün kendini gerçekleştirmeyi başarmış, aktif, kariyer sahibi, bağımsız kadını için çocuk tabiî bir şey değil. Biz kadınlar, demografik değişimin sorumluluğunun bizde olduğunu bile bile susuyoruz, kimse çıkıp da kadının, bir kadın ve bir anne olarak geleneksel rolünü savunmuyor. Kimse tabuları yıkmıyor. Bu sıcak tartışma sürüp giderken, bir zamanlar kadınların özgürlüğü için sesini yükseltenler niye sesini çıkarmıyor? Nerede bu kadınlar? Günümüzün iş sahibi kadınları ki buna ben de dâhilim, kendini gerçekleştirme yolunda gerçekten sınırsız bir hakka mı sahip, yoksa kadınların kurtuluşu meselesi sadece ölümcül bir yanılgı mıydı? (…) Bugün problemlerimiz varsa, kadın hakları savunucularına yürekten teşekkür etmeliyiz.”
SYLVİANE AGACİNSKİ: FEMİNİZM
KADINI ERKEKLEŞTİRDİ
Diğer örnek feminizmin liderlerinden Simone de Beauvoir’ın ülkesi olan Fransa’dan. Sylviane Agacinski de feminizmi eleştiren dünyaca ünlü bir kadın felsefeci. O da Eva Herman gibi kadınları fıtratına dâvet ediyor.
Cinsiyetler Siyaseti (Politique Des Sexes) adlı kitabında geçen yüzyılın ünlü feministi Simone de Beauvoir’ın görüşlerini tabir-i caizse yerden yere vuruyor:
“Simone de Beauvoir ve kendisinden sonraki birçok kadına göre, kadının gerçek anlamda özgürleşmesi, annelik görevini reddedip, etkin, çalışan ve üreten bireyler durumuna gelmelerinden geçiyordu. Özgür olmanın doğru yolu, her şeyden önce ‘erkekler gibi’ olmaktı. Kadınlar gerçek yabancılaşmadan dişilikleriyle değil, dişiliklerine karşı çıkarak kurtulmak istediler… Oysa ki, annelik, bir özgürlük ifadesidir, edilgen olmak anlamına gelmez. Dişiliği üstlenmek, öteki için kaygılanmak ve onun sorumluluğunu üstlenme kadının özgürlüğünün biçimlerinden biridir. Kadın anne olduğunda sakatlanmaz, bir parçasını tutkuyla bütünler. Annelik, bir egemenlik alanı olarak yeniden yorumlanmalı ve bir güç olarak arzu edilmelidir.”
RİSÂLE-İ NUR'DAN MÜJDELER
Risâle-i Nur’da, Peygamberimizin hadisleriyle Hıristiyanlık dininin, tahrifatlardan arınıp mânen İslâmiyete inkılâp edeceği müjdesi yer alır. İsevîlik şahs-ı mânevîsinin Kur’ân’a tabi, İslâmiyetin metbu (tabi olunan) makamında kalacağı, hak dinin bu iltihak neticesinde büyük kuvvet bulacağı haber verilir. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevilik ve İslâmiyet`in bu ‘ittihad’la galebe edip inkârcılığı püskürteceği müjdelenir...
Bu müjdeleri sadece kadınlarla ve aileyle ilgili alanlarda bile net olarak görmek mümkündür.
Hatırlarsınız sabık Papa II. Jean Paul, Filistin ve Şam ziyaretinde Emeviye Camiini ziyaret etmiş, Müslümanlara ve bütün insanlığa barış duâsı yapmıştı. Orada yaptığı konuşmada insanlığın sürüklendiği ahlâkî erozyon ve aileyi devre dışı bıraktıran dehşetli tahribatla Batı’nın çöküntüsünden dert yanmış; ahlâkî tamir tedbirinde İslâm âleminden yardım talebinde bulunmuştu. Ahlâkî değerlerin dejenere edilmesiyle, ailenin parçalanmasıyla, toplumların temeline dinamit sokulduğundan feveran etmiş, kadınları evlerine dönmeye çağırmıştı.
Şimdiki Papa XVI. Benedikt de bu yıl Nisan ayında New York BM Binasında yapmış olduğu konuşmada materyalizmin, aile ve toplumu zedelediğini ifade ederek, ya ilim ya ahlâk tercihine indirgenmeden ahlâka hürmet edilmesi gerektiğini söylemişti. Kadın ve erkekte “iffet”in aileyi koruyan etkisinden bahsederek aileyi fıtrî yaşayıştan uzaklaştıracak bilim ve teknolojiye müsaade edilmemesi gerektiğini anlatmıştı.
Eva Herman, Sylviane Agacinski’nin değerlendirmelerine Katolik liderlerin mesajlarını da ekleyince, insan “Artık Güneş Batıdan doğmaya başladı!” diye düşünmeden edemiyor. Değil mi?
07.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Meslek ve meşrebi muhafaza, “zıt bir mesleğe girmek!” (2) |
|
Bediüzzaman’ın, Türkleri İslâma imana hizmetinden dolayı kardeşinden, babasından daha çok seven bir talebesi, bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Daha sonra Bediüzzaman’a “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum” 1 der. Zaten 26. Mektub’da, Desise-i Şeytaniye ve muhtelif risâlelerde ırkçılığın Risâle-i Nur’a zıt bir meslek olduğunu teferruâtlı olarak anlatır.
Zıt mesleğe bir diğer çarpıcı misâl de siyaset âleminden: “Eşref Edip kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir. Ve Nurun bir hâmisidir. Ben vefat etsem de, Eşref Edip Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum. Fakat Nur Risâlelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok. Ve Risâle-i Nur, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risâle-i Nur’un mensupları, ictimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz—fakat siyaset noktasında değil. Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz.” 2
Diğer taraftan hizmetlerin sevk ve idaresinin, meşveret esası ile değil, tarikat sistemi, şeyh-mürid veya hoca-talebe hiyerarşisine göre yapılanması; iman hizmetini değil, siyasî çalışmaları birinci plana almak zıt bir meslektir. Bu hususları Risâle-i Nur’a göre açıklarken, daha net ve detaylı olarak görmek mümkün olacak.
Burada başkalarını sorgulamaktan ziyade, Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebini nazara vermek durumundayız. İnsaflı tenkidin, hakikati parlattığını da unutmuyoruz. Bununla birlikte, eleştiriden ziyade, eksiklerimizi tamamlama, hizmetlerimize yardımcı olma durumundayız. “Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker”, yani “doğruyu, iyiyi, güzeli emretmek; çirkinden, yanlıştan nehyetmek” ve mihenge vurmakla da vazifeli olduğumuzu hatırdan uzak tutamayız.
Bediüzzaman’dan “Nurun sadık kahramanı, kumandanı” ünvanını alan Zübeyir Gündüzalp, derslere gelenlerin dairede tutulmaya çalışılmasını ister ve şöyle derdi:
“İmanı kazanmak kolay, muhafaza etmek zordur. Her Risâle okuyan Nur talebesi olmaz. Nur talebesi, ihlâs, uhuvvet, sadakat, tesanüd, metanet ve sebat düsturlarını taşımalıdır.”3 Buradan da hareketle şöyle bir hükme varmak mümkün:
Kimileri Külliyatı baştan sona ezberlese bile; “Risâle-i Nur’a muhalif cereyana taraftar olur, zıt bir mesleğe girerse” talebe ve kardeş ünvanını kaybeder. Zira, bilmek ayrı, amel etmek ayrıdır. Uygulamayı da ihlâs ile yapmak başka bir meseledir. “Bilenler helâk olur, uygulayanlar kurtulur, uygulayanlar da helâk olur, ancak ihlâs sahipleri kurtulurlar.” (Hadis-i Şerif)
Dipnot:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 281.; 2- Emirdağ Lâhikası, s. 440. 3- İbrahim Kaygusuz, Nurun Sadık Kahramanı / Zübeyir Gündüzalp, s. 364.
07.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
|