"Gerçekten" haber verir 14 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Allah, yapılan her iyiliğe on katıyla karşılık verir. Ramazan ayı yılın on ayına bedeldir. Ondan sonra Şevval ayında tutulan altı gün oruç da iki aya karşılıktır. Böylece sene tamamlanır.

Câmiü's-Sağîr, No: 1919.

14.09.2008


Oruç ve zekâtı terk etmenin getirdiği musibet

Hakikatli bir rüya-yı hayaliyede, Harb-i Umumînin beşinci senesinde, bir acip rüyada benden soruldu:

“Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiât-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?”

Rüyada demiştim:

“Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir HAŞİYE-1 veya bir kısım maldan kırkta bir, HAŞİYE-2 kendi verdiği malından birisini bizden istedi—tâ bize fukaraların duâlarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.

“Hem senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nev'î orucu beş sene cebren bize tutturdu.

“Hem yirmi dört saatte birtek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faydalı bir nev'î talimat-ı Rabbâniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak, onun kefareti olarak, beş sene talim ve talimât ve koşturmakla bize bir nev'î namaz kıldırdı” demiştim.

Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki, o rüya-yı hayaliyede pek mühim bir hakikat vardır. Yirmi Beşinci Sözde, medeniyetle hükm-ü Kur’ân’ı muvazene bahsinde ispat ve beyan edildiği üzere, beşerin hayat-ı ictimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir:

Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?”

İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. Bu iki müthiş maraz-ı ictimaîyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî sûretinde icrasıyla, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâdır.

Haşiye-1: Yani, her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir.

Haşiye-2: Yani, eskiden verdiği kırktan ki, her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle, o kırktan taze olarak on adet verir.

Mektûbât, 22. Mektub, 2. Mebhas, s. 264

***

Evet, âlem-i İslâmın, bu asrın hasareti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umûmiden kurtulmasının sebebi, Kur’ân’dan gelen îman ve a’mâl-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı açlık ve kahtın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasaret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikar etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harb olmamasının sebebi, “İman edenler müstesna” (Asr Sûresi: 3.) kelime-i kudsiyesinin hakîkatini fevkalâde bir sûrette yüz bin insanların kalblerine tahkîki bir tarzda ders veren Risâle-i Nur olduğunu pekçok emarelerle ve şakirtlerinden binler ehl-i hakîkat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.

Tarihçe-i Hayat, s. 278

14.09.2008


Birinci Söz’ün yolunda (2)

“BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı haliyle vird-i zebânıdır.”

Geçen haftaki yazımız “Birinci Söz”ün yolunda ilerlemeye başlamış ve “Bil, ey nefsim” hitabına kadar gelebilmişti. Bu yolda ilerlemeye devam edelim, isterseniz:

Hemen belirtelim ki “Bil ey nefsim…” ile başlayan cümlenin hemen her kelimesi, ya bizzat Risâle-i Nur’da çok önemli, kilit kavramlar, ya da bu kavramlara giden bir yol haritası…

***

Fakat daha önce Risâlelerin 22. Mektub’unun Hâtime’sinde “Gıybet” hakkındaki âyeti yorumlarken kullandığı çok güzel bir metodu bu cümleye de uygulayabildiğimizi görmüştüm. Kısaca bu hâtimede, gıybet hakkındaki âyetin başındaki hemzenin “sormak” mânâsına geldiğini ve âyetin kalan kelimelerinin hepsinin başına gelebileceği açıklanır. Böylece gıybetin ne kadar kötü olduğu Kur’ân’ın i’câzına yakışır biçimde anlatılır.

Birinci Söz’ün üçüncü cümlesine gelince, bu cümlede de “Bil ey nefsim” kelimeleri su gibi cümlenin kalan kelimelerine giriyor. Nefsin bilmesi gerekenleri adeta nefse adım adım kabul ettiriyor:

“Bil ey nefsim! Şu kelime mübarektir.

Bil ey nefsim! İslâm dininin kendine ait nişanları vardır. Ezan gibi, nerede ezan okunuyorsa orada Müslümanlar vardır. Nerede Bismillah söyleniyorsa orada Müslüman vardır.

Bil ey nefsim! Mevcudat vardır ve yaratılmıştır.

Bil ey nefsim! Şu mevcudat konuşur ve mevcudatın konuştuğu lisan çoğunlukla lisan-ı haldir.

Bil ey nefsim! Şu mevcudat konuştuğu zaman senin gibi boş konuşmaz. Bil ey nefsim! Şu mevcudat Allah’ı zikreder, ve bu vird “vird-i zeban”dır, hiç durmak bilmez.”

Kur’ân’ın icazının bir leması olan Risâle-i Nur’a ne kadar da yakışan bir cümle, öyle değil mi?

***

Cümlenin kelimelerine daha dikkatli bakınca Risâle-i Nur’un “kâinat tasavvuru”nu gösteren bir cümleyle karşı karşıya olduğumu anladım.

Sözgelimi cümlede “mevcudat” kelimesi kullanılmıştı. “Vücud verilen, var edilen, yaratılan” mânâsında… Ama “yaratık, varlık” türü bir kelime kullanılmamıştı. Çünkü kâinattaki her şey bir Hâlık-ı Külli Şey’in, bir tek Kadîr-i Mutlak’ın vücud vermesiyle vücuda gelebilirdi. Her şey O tarafından var edilmiş ve yaratılmıştı. Böylece “mevcudât” kelimesi Vahid-i Ehad’i ve Vacibü’l-Vücud’u işaretliyordu…

“…bütün mevcudat…” Bismillah diyordu. Bismillah her hayrın başıydı. Öyleyse her şey hayırdı. Her şey güzeldi. Bu da Risâlelerin ve azîz müellifinin kâinat vurgusuyla birebir örtüşüyordu. Zaten daha Risâleleri yeni tanıdığımda bir vecizeyle bu kâinat anlayışı zihnime kazınmıştı: “Evet, her şey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir, veya neticeleri itibarıyla güzeldir.”

“Lisan-ı hâl” tamlaması daha ilk sözden itibaren Risâle-i Nur’un kâinata nasıl bakacağının anahtarı oluyordu. Risâleler kâinattaki her şeyin lisan-ı halini anlamaya çalışacaktı. Lisan-ı hâli doğru anlamak için ise “mânâ-i harfî” ile bakacaktı. Çünkü varlık kendisini değil, kendisini var eden Zât’ı gösteriyordu, O Zât’ı “vird” edinmişti.

Sanki yokluk karanlıklarından varlık âlemine getirilen her şey (mevcudât) bu büyük nimete karşı adeta sevinçle vecde geliyor, “vird”e başlıyordu.

“Vird-i Zebanıdır.” Bu tâbirden hisseme düşen düşüncelerin ışığında kâinatta her şeyin hareket halinde olduğunu anlıyordum. Çünkü bu vird “vird-i zeban” idi. Halbuki vird, zaten süreklilik ifade eder. Yani sözleri vird edinmeniz için, tekrar etmeniz gerekir. Hâl böyle iken bir de devamlılık ifade eden bir kelimeyle bu vird pekiştirilmişti. Çünkü kâinattaki faaliyet hiç durmuyordu. Çünkü Esmâ-i Hüsna’nın cilveleri her an tazeleniyordu. Çünkü kâinattaki hiçbir şey yerinde durmuyordu. Fakat gidenlerin yerine gelenler de Bismillah ile bu virde devam ediyorlar, dolayısıyla bu virdi “vird-i zeban”a çeviriyorlardı.

Sonuçta, kâinatın hâl diline tercüman olmuştu Besmele…

Biz Bismillah’ı ve Birinci Söz’ü şerh etmiyorduk, tersine Bismillah ve Birinci Söz bizi şerh ediyordu…

***

Elhâsıl, Bismillah’a başlarken Risâle-i Nur, ilk üç cümlesiyle hem daha sonra kullanacağı kendi (Kur’ânî) metodlarını, hem kendi (Kur’ânî) kâinat tasavvurunu, hem de (üstadı Kur’ân gibi) ince ve derin mânâlarla dolu olduğunu göstermiş oluyordu.

Bize de her defasında yeniden Bismillah diyerek bu eserleri okumak düşüyordu.

AHMET TAHİR UÇKUN

14.09.2008


Manevî bir bahar: Ramazan-ı Şerif

Mânevî bir baharı yaşıyoruz. Yepyeni baharlarla tanışmamıza vesile olacak bir bahar mevsimini; Ramazan-ı Şerif’i… Hem de yalnız değil… Cümle kullarla birlikte… Dünya ile birlikte, mânevî bir bayramı yaşıyoruz.

Ramazan-ı Şerif’in misafirimiz olduğu şu günlerde gönlümüz gül gülistan. Düşünün ki dünyadaki bütün mü’minlerle, birlik içinde yaşıyoruz Ramazanı. Ayna oluyoruz birbirimize. Hamd olsun Âlemlerin Rabbine… Bu mânevî baharın havasını bütün İslâm âlemi ile beraberce soluklamak… Bu ne büyük bir şeref… Ne büyük bir saadet…

Ramazan-ı Şerif ile kalbimiz nefsin köleliğinden azat olmuş bir halde, bayram ediyor. Lâtifelerimiz sürur içinde, tebessüm ediyor. Aklımız mutmain. Ruhumuz, Nûr iklimlerinde yeni mânâlar teneffüs ediyor. Her taze nefesi aldıkça; veriyoruz, gafletten arta kalan solukları... Oksijen alıp, karbondioksit vermek gibi… Ruhumuz bayram havasında.

Midemiz, on bir ayın yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışıyor. Midemiz bayram ediyor. (Tabiî bu konuda sünnete riâyet etmeli, ölçülü yemeli, mideyi yormamalı)

Nefis mahcup bir eda ile terbiyeye durmuş. Nefis secdede… Hani derler ya; “Bizim çocuk okusun da adam olsun” hesabı… Bizim nefis efendi de; yaşasın Ramazan’ı. Yaşasın da nelerden gaflet ettiğini, bir kuru ekmeğin dahi ne kadar büyük bir nimet olduğunu, gerçek mülk sahibinin Allah olduğunu anlasın. Rabbimiz emretmezse elimizdeki lokmamızı dahi ağzımıza atamayacağımızı idrak etsin. İftarda bekliyoruz ki ezan okunsun. Öyle açıyoruz orucumuzu. Onun emri ile hareket ediyoruz.

Nefis de, Ramazanla terbiye oluyor. Oruç ile titreyip; kendine geliyor. Rabbini biliyor. Hamd etmeyi öğreniyor. Olgunlaşıyor. Tekâmül ediyor…

Ramazan, zamanın en bereketli mevsimi. Zira göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir zamanı yaşıyoruz. Elimizde var olan en önemli sermayemiz hazır zamanımız. Şu an… Şu anın kıymetini biliyorsak, tamamdır. Yaşadığımız saniyeleri saatlere dönüştürebilmek de yine bize kalmış. Bilhassa Ramazan bu yönden de bize fırsat sunuyor. İşte zaman “kısa” diye şikâyet ediyorsak; Ramazanı iyi değerlendirelim. Ve Ramazan el-veda deyince de unutmayalım bu manevi halleri, güzel fiilleri.

Ramazan’da yaşadığımız hislerimizi, manevî seferlerimizi günlüklere yazabiliriz. Evet, bir Ramazan günlüğü oluşturabiliriz. Bu, diğer günlüklerden özel olmalı. Bu günlüğü bir zaman sonra okuduğumuzda aynı mânevî tadı hatırlayalım diye. Esasında bilhassa çocuklar için tavsiye diyorum. Büyüdüklerinde, o tatlı hatıralarını okumaları güzel olacaktır. Çocukluklarındaki o fıtrî ihlâsı tekrar hissedecekler. Yeni Ramazanlara daha bir heyecanla girecekler.

Günümüzde bazı büyüklerimiz evvelki ramazanları iyi niyetle, özlemle anımsıyor. Onları tenzih ediyorum. Fakat bazı kişiler de Ramazan’ı eskitmeye ya da eski göstermeye çalışıyor. “Eskinin tadı vardı; yenilerde o tat kalmadı” gibisinden bahaneler... Muhakkak evvelki ramazanlar güzeldir. Fakat şu da var ki; Ramazan değişmez, insan değişir.

Eskimez ramazanlar… Tam aksi; yeni ramazanlar yeni manevî lezzetler ile, tatlar ile gelir hanemize. Bu Ramazan biz de yenileyelim kalbimizi, ruhumuzu, nefsimizi… Rahmet, mağfiret içinde yüzerken beraatımızı alalım (biiznillah)…

Kalbimizin rahmet heyecanıyla taştığı, ruhumuzun mânâ iklimlerinde özgürce dolaştığı Ramazan-ı Şerifimiz mübarek olsun. Bu mânevî bahar mevsiminde yaptığımız her güzel amel, ebedî âlemde saadet çiçeklerimiz olarak açsın (Âmin). Nice Ramazanlara selâmetle, âfiyetle, hayır üzere kavuşmak duâsıyla, duâ ricasıyla...

FATMA ALTUNER

14.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır