Birinci Söz’ün yolunda (2)
“BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı haliyle vird-i zebânıdır.”
Geçen haftaki yazımız “Birinci Söz”ün yolunda ilerlemeye başlamış ve “Bil, ey nefsim” hitabına kadar gelebilmişti. Bu yolda ilerlemeye devam edelim, isterseniz:
Hemen belirtelim ki “Bil ey nefsim…” ile başlayan cümlenin hemen her kelimesi, ya bizzat Risâle-i Nur’da çok önemli, kilit kavramlar, ya da bu kavramlara giden bir yol haritası…
***
Fakat daha önce Risâlelerin 22. Mektub’unun Hâtime’sinde “Gıybet” hakkındaki âyeti yorumlarken kullandığı çok güzel bir metodu bu cümleye de uygulayabildiğimizi görmüştüm. Kısaca bu hâtimede, gıybet hakkındaki âyetin başındaki hemzenin “sormak” mânâsına geldiğini ve âyetin kalan kelimelerinin hepsinin başına gelebileceği açıklanır. Böylece gıybetin ne kadar kötü olduğu Kur’ân’ın i’câzına yakışır biçimde anlatılır.
Birinci Söz’ün üçüncü cümlesine gelince, bu cümlede de “Bil ey nefsim” kelimeleri su gibi cümlenin kalan kelimelerine giriyor. Nefsin bilmesi gerekenleri adeta nefse adım adım kabul ettiriyor:
“Bil ey nefsim! Şu kelime mübarektir.
Bil ey nefsim! İslâm dininin kendine ait nişanları vardır. Ezan gibi, nerede ezan okunuyorsa orada Müslümanlar vardır. Nerede Bismillah söyleniyorsa orada Müslüman vardır.
Bil ey nefsim! Mevcudat vardır ve yaratılmıştır.
Bil ey nefsim! Şu mevcudat konuşur ve mevcudatın konuştuğu lisan çoğunlukla lisan-ı haldir.
Bil ey nefsim! Şu mevcudat konuştuğu zaman senin gibi boş konuşmaz. Bil ey nefsim! Şu mevcudat Allah’ı zikreder, ve bu vird “vird-i zeban”dır, hiç durmak bilmez.”
Kur’ân’ın icazının bir leması olan Risâle-i Nur’a ne kadar da yakışan bir cümle, öyle değil mi?
***
Cümlenin kelimelerine daha dikkatli bakınca Risâle-i Nur’un “kâinat tasavvuru”nu gösteren bir cümleyle karşı karşıya olduğumu anladım.
Sözgelimi cümlede “mevcudat” kelimesi kullanılmıştı. “Vücud verilen, var edilen, yaratılan” mânâsında… Ama “yaratık, varlık” türü bir kelime kullanılmamıştı. Çünkü kâinattaki her şey bir Hâlık-ı Külli Şey’in, bir tek Kadîr-i Mutlak’ın vücud vermesiyle vücuda gelebilirdi. Her şey O tarafından var edilmiş ve yaratılmıştı. Böylece “mevcudât” kelimesi Vahid-i Ehad’i ve Vacibü’l-Vücud’u işaretliyordu…
“…bütün mevcudat…” Bismillah diyordu. Bismillah her hayrın başıydı. Öyleyse her şey hayırdı. Her şey güzeldi. Bu da Risâlelerin ve azîz müellifinin kâinat vurgusuyla birebir örtüşüyordu. Zaten daha Risâleleri yeni tanıdığımda bir vecizeyle bu kâinat anlayışı zihnime kazınmıştı: “Evet, her şey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir, veya neticeleri itibarıyla güzeldir.”
“Lisan-ı hâl” tamlaması daha ilk sözden itibaren Risâle-i Nur’un kâinata nasıl bakacağının anahtarı oluyordu. Risâleler kâinattaki her şeyin lisan-ı halini anlamaya çalışacaktı. Lisan-ı hâli doğru anlamak için ise “mânâ-i harfî” ile bakacaktı. Çünkü varlık kendisini değil, kendisini var eden Zât’ı gösteriyordu, O Zât’ı “vird” edinmişti.
Sanki yokluk karanlıklarından varlık âlemine getirilen her şey (mevcudât) bu büyük nimete karşı adeta sevinçle vecde geliyor, “vird”e başlıyordu.
“Vird-i Zebanıdır.” Bu tâbirden hisseme düşen düşüncelerin ışığında kâinatta her şeyin hareket halinde olduğunu anlıyordum. Çünkü bu vird “vird-i zeban” idi. Halbuki vird, zaten süreklilik ifade eder. Yani sözleri vird edinmeniz için, tekrar etmeniz gerekir. Hâl böyle iken bir de devamlılık ifade eden bir kelimeyle bu vird pekiştirilmişti. Çünkü kâinattaki faaliyet hiç durmuyordu. Çünkü Esmâ-i Hüsna’nın cilveleri her an tazeleniyordu. Çünkü kâinattaki hiçbir şey yerinde durmuyordu. Fakat gidenlerin yerine gelenler de Bismillah ile bu virde devam ediyorlar, dolayısıyla bu virdi “vird-i zeban”a çeviriyorlardı.
Sonuçta, kâinatın hâl diline tercüman olmuştu Besmele…
Biz Bismillah’ı ve Birinci Söz’ü şerh etmiyorduk, tersine Bismillah ve Birinci Söz bizi şerh ediyordu…
***
Elhâsıl, Bismillah’a başlarken Risâle-i Nur, ilk üç cümlesiyle hem daha sonra kullanacağı kendi (Kur’ânî) metodlarını, hem kendi (Kur’ânî) kâinat tasavvurunu, hem de (üstadı Kur’ân gibi) ince ve derin mânâlarla dolu olduğunu göstermiş oluyordu.
Bize de her defasında yeniden Bismillah diyerek bu eserleri okumak düşüyordu.
|