Yokluk karanlıklarından aydınlık varlık âlemine çıkarılan insanların, yaratılıştan asıl vazifeleri, kendilerini yaratan Zâtı hakkıyla tanıyıp, ona iman ile ibâdet etmektir. Sâir vazifeler ona nispetle tâlî derecededir. Cinlerin ve insanların yalnızca iman ve ibâdet için yaratıldıklarını bildiren âyetler bu hakikate işâret eder.
İnsanlar ibâdete kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. O kabiliyet ve istidadı onlara veren ve gören Cenâb-ı Hak, elbette onlardan ibâdet istemesi açık bir gerçektir. Nasıl ki, bir makineyi yapan usta, yapılış maksadına uygun olarak o makinenin çalışmasını ondan bekler ve ümit eder. Çalıştığı ve beklenen neticeyi verdiği zaman fevkalâde memnun ve mesrur olur. Aynen öyle de, insanı iman ve ibâdet için yaratan Allah (cc), elbette o insanın yaratılış amacına uygun yaşamasından hoşnut ve râzı olur. Ancak, Allah, Samed olduğu için hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, kullarının ibâdetine de muhtaç değildir. İhtiyaç âcizlikten gelir. Allah ise, her türlü zaaf ve noksanlıklardan münezzeh ve berîdir. Fakat, insanlar ibâdete muhtaçtır. Fıtratı acz, fakr, kusur ve noksanlık gibi sıfatlarla yoğrulan insan, sonsuz güç ve kudret sahibi bir Zâtın dergâhına iltica etmeye ihtiyaç hisseder. İnsan üstü bir kudrete duâ ve isteklerini arz etmeye kendini mecbur bilir. Ondandır ki, tarih boyunca peygamberlere tâbî olan kavimler tevhid inancıyla Allah’a duâ ve ibâdet ettikleri gibi, hak dinden nasibi olmayan kavimler de güneşe, aya, yıldızlara ve elleriyle yaptıkları putlara tapınma ihtiyacı hissetmişlerdir. Halbuki, bu hâl şirktir. Şirk ise, tövbe edilmedikçe affı kabil olmayan büyük bir günahtır.
Güneş sistemi içinde özel bir yeri olan ve Güneş’ten koparılarak belli bir mesafeye konulan ve canlılar için yaşamaya elverişli hâle getirilen dünyamızın bu hâle gelmesi, tabiî ve tesadüfî olaylar sonucu olamaz. Nihayetsiz ilim, irâde ve kudret gibi sıfatları gerektiren bu durum, ancak, Allah’ın yapmasıyladır. Her canlının rızkını veren Allah’tır. Öyleyse, sadece ibâdete müstehak ve lâyık olan da Allah’tır. Allah’tan başkasına yapılan ibâdet bâtıldır. Çünkü, ibâdetin mânâsı ve ruhu şükürdür. Şükür de nimetleri verene yapılır. Nimetleri veren Allah’a şükretmek vaciptir. Beş vakit namaz, iki vakit ortasında Allah’ın ihsan ettiği sayısız nimetlerin toplamına şükür mânâsındadır. Namazsız geçen seneler, şükürsüz geçen bir ömür demektir. İhmal edilmiş şükürlerin kazası, kılınmamış namazların kazasını edâ etmekle mümkün olur. Verilmiş nimetlere nankörlük etmek ve şükürden kaçınmak insan fıtratıyla telif edilemez. Dünya ve içindeki her şeyle birlikte, Güneş ve Ay gibi büyük cisimler de insanın emrine verildiği ve hizmetine sunulduğu gibi, insan da onların Sanatkârının ve Sahibinin emrine girip, ibâdetle O'na itaat etmelidir.
İbâdet, yokluk karanlıklarındayken yaratılmış olmamızın neticesidir. Çünkü, Allah bizi yaratmak zorunda değildi. Bu açıdan bakıldığında, sevap ve Cennet gibi mükâfatlar ibâdetin ücreti ve karşılığı olmayıp, ancak Allah’ın fazlından ve kereminden bir bahşiş ve ihsandır. Onun için ibâdet, Cennet için veya Cehennemden kurtulmak için değil, sırf emir veya yasak edildiği için yapılır. Başka bir maksat ve fayda için yapılan ibâdet bâtıldır ve ihlâsa aykırıdır.
İbâdetin kemâli ise, takvâdır. Takvâ, Allah’ın yasak ve haram ettiği her şeyden kaçınmaktır. Allah korkusuyla şüpheli şeylerden bile sakınmaktır. Takvâ, salih amellerden önce gelir. Takvâ, mü’minin koruyucu kalkanı, salih ameller de onun ziynet ve süsüdür. Hem, takvâ içinde salih amel de vardır. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacip ise, çok sünnetlerin sevabından daha sevaplıdır.
Evet, mükemmel bir kul olma hâli, takvâ-yı kâmile ve salih ve hayırlı amellerle gerçekleşir. Ramazan ayı, mükemmel kulluk için en güzel ve bereketli bir ay ve fırsattır. Bu ayda kazanılan alışkanlıklar, diğer aylara da yansıtılmalıdır.
Not: Bütün okuyucularımızın Ramazan-ı Şerif ayını tebrik ediyor ve hayırlara vesile olmasını diliyorum.
10.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|