|
|
Sami CEBECİ |
Mükemmel bir kul olmak |
|
Yokluk karanlıklarından aydınlık varlık âlemine çıkarılan insanların, yaratılıştan asıl vazifeleri, kendilerini yaratan Zâtı hakkıyla tanıyıp, ona iman ile ibâdet etmektir. Sâir vazifeler ona nispetle tâlî derecededir. Cinlerin ve insanların yalnızca iman ve ibâdet için yaratıldıklarını bildiren âyetler bu hakikate işâret eder.
İnsanlar ibâdete kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. O kabiliyet ve istidadı onlara veren ve gören Cenâb-ı Hak, elbette onlardan ibâdet istemesi açık bir gerçektir. Nasıl ki, bir makineyi yapan usta, yapılış maksadına uygun olarak o makinenin çalışmasını ondan bekler ve ümit eder. Çalıştığı ve beklenen neticeyi verdiği zaman fevkalâde memnun ve mesrur olur. Aynen öyle de, insanı iman ve ibâdet için yaratan Allah (cc), elbette o insanın yaratılış amacına uygun yaşamasından hoşnut ve râzı olur. Ancak, Allah, Samed olduğu için hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, kullarının ibâdetine de muhtaç değildir. İhtiyaç âcizlikten gelir. Allah ise, her türlü zaaf ve noksanlıklardan münezzeh ve berîdir. Fakat, insanlar ibâdete muhtaçtır. Fıtratı acz, fakr, kusur ve noksanlık gibi sıfatlarla yoğrulan insan, sonsuz güç ve kudret sahibi bir Zâtın dergâhına iltica etmeye ihtiyaç hisseder. İnsan üstü bir kudrete duâ ve isteklerini arz etmeye kendini mecbur bilir. Ondandır ki, tarih boyunca peygamberlere tâbî olan kavimler tevhid inancıyla Allah’a duâ ve ibâdet ettikleri gibi, hak dinden nasibi olmayan kavimler de güneşe, aya, yıldızlara ve elleriyle yaptıkları putlara tapınma ihtiyacı hissetmişlerdir. Halbuki, bu hâl şirktir. Şirk ise, tövbe edilmedikçe affı kabil olmayan büyük bir günahtır.
Güneş sistemi içinde özel bir yeri olan ve Güneş’ten koparılarak belli bir mesafeye konulan ve canlılar için yaşamaya elverişli hâle getirilen dünyamızın bu hâle gelmesi, tabiî ve tesadüfî olaylar sonucu olamaz. Nihayetsiz ilim, irâde ve kudret gibi sıfatları gerektiren bu durum, ancak, Allah’ın yapmasıyladır. Her canlının rızkını veren Allah’tır. Öyleyse, sadece ibâdete müstehak ve lâyık olan da Allah’tır. Allah’tan başkasına yapılan ibâdet bâtıldır. Çünkü, ibâdetin mânâsı ve ruhu şükürdür. Şükür de nimetleri verene yapılır. Nimetleri veren Allah’a şükretmek vaciptir. Beş vakit namaz, iki vakit ortasında Allah’ın ihsan ettiği sayısız nimetlerin toplamına şükür mânâsındadır. Namazsız geçen seneler, şükürsüz geçen bir ömür demektir. İhmal edilmiş şükürlerin kazası, kılınmamış namazların kazasını edâ etmekle mümkün olur. Verilmiş nimetlere nankörlük etmek ve şükürden kaçınmak insan fıtratıyla telif edilemez. Dünya ve içindeki her şeyle birlikte, Güneş ve Ay gibi büyük cisimler de insanın emrine verildiği ve hizmetine sunulduğu gibi, insan da onların Sanatkârının ve Sahibinin emrine girip, ibâdetle O'na itaat etmelidir.
İbâdet, yokluk karanlıklarındayken yaratılmış olmamızın neticesidir. Çünkü, Allah bizi yaratmak zorunda değildi. Bu açıdan bakıldığında, sevap ve Cennet gibi mükâfatlar ibâdetin ücreti ve karşılığı olmayıp, ancak Allah’ın fazlından ve kereminden bir bahşiş ve ihsandır. Onun için ibâdet, Cennet için veya Cehennemden kurtulmak için değil, sırf emir veya yasak edildiği için yapılır. Başka bir maksat ve fayda için yapılan ibâdet bâtıldır ve ihlâsa aykırıdır.
İbâdetin kemâli ise, takvâdır. Takvâ, Allah’ın yasak ve haram ettiği her şeyden kaçınmaktır. Allah korkusuyla şüpheli şeylerden bile sakınmaktır. Takvâ, salih amellerden önce gelir. Takvâ, mü’minin koruyucu kalkanı, salih ameller de onun ziynet ve süsüdür. Hem, takvâ içinde salih amel de vardır. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacip ise, çok sünnetlerin sevabından daha sevaplıdır.
Evet, mükemmel bir kul olma hâli, takvâ-yı kâmile ve salih ve hayırlı amellerle gerçekleşir. Ramazan ayı, mükemmel kulluk için en güzel ve bereketli bir ay ve fırsattır. Bu ayda kazanılan alışkanlıklar, diğer aylara da yansıtılmalıdır.
Not: Bütün okuyucularımızın Ramazan-ı Şerif ayını tebrik ediyor ve hayırlara vesile olmasını diliyorum.
10.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsanlarla diyalog kurabilmek |
|
HER çeşit insanla diyalog kurabilmek, onlara düşüncelerini anlatabilmek her şeyden önce maharet işidir, büyük bir başarıdır. Bu hususta en büyük başarıyı hiç şüphesiz peygamberler sağlamışlardır. Çünkü onlar İlâhî mesajları her çeşit seviyedeki insana en güzel şekliyle maharetle anlatmayı başarmışlardır. Bir hadis-i şerifte, “Biz insanlara akılları seviyesine göre konuşmakla emrolunduk” buyurularak bu gerçeğe dikkat çekilmiştir.
İslâm büyükleri de peygamberleri esas ve ölçü almış, onların yolundan yürümüşler; anlatılmadık hakikat, duyurulmadık esas ve ölçü bırakmamışlardır.
Bediüzzaman’ın hayatına bir göz gezdirdiğimizde de bu diyaloğun mükemmel ve ideal mânâda gerçekleştiğini görüyoruz. Sıradan biriyle de en yüksek seviyedeki bir insanla da irtibat hâlinde olabilmiş ve meselelerini anlatmakta zorlanmamıştır.
Bir bakıyorsunuz gençlik yıllarında Van’da iken Van valisi Tahir Paşanın konağında misafir kalıyor, orada memleket meselelerini, İslâmın geleceğini rahatça konuşuyor, bir gazetede İngiliz müstemlekât Nazırının, Kur’ân’ı eline alıp, “Bu Kur’ân, Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe biz onları mağlûp edemeyiz. Ya Kur’ân’ı ellerinden almalıyız, ya da onları Kur’ân’dan uzaklaştırmalıyız” dediğini okuduğunda zihninde şimşekler çakıyor ve “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş ve mû’cize olduğunu bütün âleme ilân edeceğim” diyor.
Onun o günün en üst düzey yetkilerine ilettiği Medresetü’z-Zehrâ projesi hâlâ güncelliğini koruyor. Van’da merkezi ve diğer bir kısım şehirlerde şubeleri bulunacak bu üniversitenin İslâm dünyasının birlik ve beraberliğini sağlayacağını belirtiyor ve bu projesini Balkanlara yapılan seyahatta zamanın padişahı Sultan Reşad’a sunuyordu.
Onun Sultan Abdülhamid’den Yıldız Sarayını okula dönüştürmesini istediğini de biliyoruz.
Her dönemde kurduğu diyaloglarla inandığı hakikatleri ilgili makamlara iletmeyi kendine bir vazife bilmiş Bediüzzaman. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında günün idarecilerine milleti millet yapan ve ayakta tutan manevî dinamiklere sahip çıkmanın önemini, ondan uzaklaşmanın ise sebep olacağı zararları anlatmış.
Tek parti döneminde CHP genel sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektupta da iman ve Kur’ân hakikatlerine bağlılığın önemine; Kur’ân’a sırt çevirmekle anarşi belâsının istilâ edeceğine ve memleketi parça parça edeceğine dikkat çekiyor.
Dinden soyutlanan bir eğitimin hakim olduğu ve gençlerin inkârcılığa saptığı o dönemlerde onun insanı insan, üstelik sultan yapan manevî dinamiklere yöneldiğini, iman ve Kur’ân hakikatlerine ağırlık verip insanların hem dünya, hem de ebedî hayatlarını inşâ ve imar etmeye çalıştığını görüyoruz. Yazdığı eserlerle milyonların imanını kurtararak olgun ve faziletli insan yetiştirmeyi hedef almıştır.
Yazdığı eserlerle her kesim ve tabakadan insanla bağ kurmayı başaran, ele aldığı meseleleri başarıyla anlatan ve insanları etkileyen Bediüzzaman milyonların gönlünde taht kurmayı başarmış ve bugün rahmetle anlamakta ve kendisine gönül verenler, koyduğu metotlarla açtığı bu güzel çığırda hizmetlerini yürütmektedirler.
10.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Çekişmede temel yanlışlık |
|
İkinci kuvvet olarak kabul edilen siyasî otorite ile sıralamaya "dördüncü kuvvet" şeklinde dahil edilen medya mensupları arasında şiddetlenen çekişmeyi hayretle ve de ibretle takip ediyoruz.
Başbakan Erdoğan ile en büyük medya patronu Doğan arasında nihayet düello şeklini alarak karşılıklı suçlamalarla ayyuka çıkan bu ateşli çekişme, iki taraf arasında gerildikçe gerilen ipleri koparma noktasına getirdi. Gerilen iplerin lifleri, aslında yer yer koptu. Hem de bir daha bağlanamayacak derecede koptu.
Zira, bugüne kadar birbirlerine—kerhen de olsa—duymuş oldukları az buçuk itimat büsbütün sarsıldı, berhava oldu.
Dolayısıyla, büyük bir gürültü ve patırdı ile yıkılan bu itimadın yeniden tesis edilmesine imkân ve ihtimal görünmüyor.
Olsa olsa, ancak bir "ateşkes" olabilir, aralarında. O kadar...
Evet, en iyimser ihtimale göre, ancak bir mütareke yapabilirler.
İkinci ihtimal ise, son derece vahim: Birbirlerine sataşmaya, ortalığı kırıp dökmeye, hatta yek diğerini çökertinceye kadar saldırıya devam edebilirler.
Biz, iki taraf arasında olup bitenlerin iç yüzünü, hadiselerin gerçek mahiyetini henüz bilemiyoruz. Tıpkı, 5–6 yıl süren "sessizlik dönemi"nde ne olup bittiğini bilemediğimiz gibi... Bundan dolayı da, kimsenin hatasına, günahına ortak değiliz. Olmaya da niyetimiz yok.
Bu büyük çekişmeyi tarafsız bir nazarla takip etmeye çalışıyoruz.
Ancak, şu genel doğruyu da ifade etmeden geçemeyiz ki: Türkiye'de siyaset–ticaret–medya üçgeninde yer alan şahıs ve grupların o doymak bilmez menfaat ve beklentileri öylesine içiçe girmiş ve birbirine karışmış ki, bu gayyâ kuyusunun içine girenin mâsum kalması ve sağlam çıkması adete imkânsız bir hal almış.
İşte, temel yanlışlık burada.
Doğru olansa, herkesin sadece ve sadece kendi işiyle meşgul olması, başka sahalara göz dikmemesidir.
Yani, siyasetçinin ticaret ve neşriyat ehline bulaşmaması, medya mensuplarının da, bu gücü kullanarak siyaset ve ticaret sektörüne burnunu sokmaması gerekir.
Gelişmiş, medenî ülkelerin de takip ettiği ve gelmiş oldukları doğru çizgi budur. Bu doğruya uyulmaması, haliyle hatalar ve yanlışlıklar zincirini teşkil ediyor.
Aklı başında olanların, bu haram ve günah çemberine girmemesi ve uzak durmasını temenni ederiz.
Ehemmiyete değmez
Bazı okuyucularımız, Kur'ân'dan âyetler sıralayarak aklınca Üstad Bediüzzaman'a kara çalmaya ve Risâle–i Nur'u kendi ilmince güyâ çürütmeye çalışan bir "enaniyetli hoca"ya niçin cevap vermediğimizi soruyor.
Elcevap: Değmez ve gerekmez de, ondan. Zira, bazıları kendini şu veya bu şekilde reklâm etmekten haz alıyor.
Bazıları ise, doğrudan doğruya başka mihrakların hesabına çalışıyor.
Bunların hiçbirine kıymet atfederek cevap vermek gerekmez. Faydası yok.
Aklı başında, insaf–vicdan sahibi bir mü'minin Bediüzzaman Hazretlerine düşmanlık etmesine ihtimal veremiyoruz.
Tarihin yorumu = 10 Eylül 1962
Darbecilerin sürgün sâbıkası
Demokrat Partiyi deviren (27 Mayıs 1960) darbeci cuntanın sâbıkası saymakla bitmez. Bu sâbıkalardan biri de, çoğu Kürt kökenli olmak üzere 485 masum vatandaşı haksız yere Sivas'taki Kabakyazı toplama kampına sürgün etmek ve onlara işkence çektirmektir.
Yine işkenceli yargılamalar neticesi 430'u serbest bırakılırken, tanınmış, halkın itibarını kazanmış 55 kişi yeni bir sürgün cezasına çarptırıldı. Şeyh, ağa ve kanaat önderi olarak bilinen bu şahıslar, Türkiye'nin Batı bölgelerine çok dağınık bir şekilde sürgün edildiler.
Bu sürgün cezası 10 Eylül 1962 tarihine kadar devam etti. Yeni kabine, bu haksız cezaya nihayet son noktayı koydu.
İşkenceli sürgün cezasına çaptırılanlar bazı isimler şöyle: Mehmet Kayalar (Diyarbakır), Kinyas Kartal (Van), Faik Bucak (Urfa), Said Ramanlı (Batman), Ebubekir Ertaş, Said Ensarioğlu, Şeyh Selahaddin Fırat, Cemil Küfrevî...
Zalimlerin çekişmesi
Darbecilerin başında görünen Cemal Gürsel, aslında bir kukla gibiydi. Rütbe itibariyle onun altında yer alan iki şahıs, darbenin iki temel kanadını temsil ediyordu: Bunlar, sol kanadın temsilcisi olan Korgeneral Cemal Madanoğlu ve sağ kanadın temsilcisi durumundaki kurmay albay Alparslan Türkeş idi.
Bu iki kanat, Said Nursî'nin mezarını bir meçhûle naklettikten, beş bin küsûr subayı ordudan attıktan, Doğu illerinden 485 mâsum vatandaşı sürgün ettikten ve Demokratları Yassıada cehennemine sevk ettikten sonra birbirlerine düşmeye başladılar.
Başkan Gürsel'in sağ kanattan bir kurmay albay tarafından sûikast sonucu yaralanması, iplerin kopmasını netice verdi. Solcu darbeciler sağcı darbecileri yemeye koyuldular ve onları gruptan (MBK) tasfiye ederek yurt dışına sürdüler.
10.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ramazan'da mukabele sünneti |
|
Bayan okuyucumuz: “Ramazan’da mukabele okumanın hükmü nedir? Mukabeleye katılarak okunan Kur’ân’ı gözle takip etmekle hatim yapılmış olur mu?”
Ramazan ayında Kur’ân-ı Kerîm’i mukâbele tarzında tilâvet etmek ve yapılan tilâveti takip etmek Hz. Resûlullah’ın (asm) ve Hz. Cebrâil’in (as) amelinden; Allah Resûlünün (asm) sünnetindendir.
Bilindiği gibi Hazret-i Cebrâil (as) her Ramazan ayında Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (asm) gelir ve Kur’ân-ı Kerîm’in o âna kadar nâzil olan âyetlerini baştan sona, karşılıklı, mukabele tarzında okurlardı. Peygamber Efendimiz’in (asm) vefât edeceği yılın Ramazan ayında Hazret-i Cebrâil (as) iki defa geldi ve Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona iki defa mukabele tarzında karşılıklı tilâvet buyurdular.
Peygamber Efendimiz (asm) Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severdi. Başkasından dinlerken mübarek gözyaşlarını tutamazdı.
İbn-i Mes’ud (ra) anlatıyor: Resûlullah (asm) bana hitaben:
“Bana Kur’ân oku!” buyurdu. Ben:
“Ya Resûlallah! Kur’ân sana indirildiği halde, sana Kur’ân’ı ben mi okuyacağım?” dedim.
Allah Resûlü (asm):
“Ben Kur’ân’ı kendimden başka birisinden dinlemeyi hakikaten severim” buyurdu. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem’e (asm) Nisâ Sûresinden okumaya başladım. Nihâyet; “Her ümmetten birer şâhit getirdiğimiz ve ey Muhammed, onların üzerlerine de seni şâhit olarak getirdiğimiz zaman onların hâli nice olur?”1 âyetine geldiğimde, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm):
“Şimdilik yeter!” buyurdu. Dönüp baktığımda, bir de ne göreyim, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (asm) iki gözünden yaşlar akıyordu.2
Kur’ân’ı dinlemek aynı zamanda Kur’ân’ın da emridir. Cenâb-ı Hak: “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet olunasınız”3 buyurur.
Şu halde, okunan Kur’ân’ı dinlemek farzdır.
Hazret-i Cebrâil (as) ile Hazret-i Peygamber Efendimiz’in (asm) Ramazan aylarında yaptıkları Kur’ân’ı karşılıklı okuma ibâdetini model alan Müslümanlar, asırlardan beri güzel sesli hafızların refakatinde her Ramazan ayında bu geleneği sürdürmüşler; Kur’ân’ı mukabele tarzında tilâvet ederek hatimler indirmişlerdir. Yani tek amel içinde farzı da, sünneti de ihyâ etmişlerdir.
Mukabeleye baştan sona iştirak etmekte İnşaallah hatim sevabı vardır. Mukabeleyi takip ederken mümkünse okunan harfleri içimizden tekrar etmeli, yani biz de okumalıyız. Mümkünse okunan Kur’ân üzerinde tefekkür etmeli, anlamlarını bildiğimiz âyetlerin emirleri üzerinde düşünmeliyiz.
Üçte birlik bölümünü geride bıraktığımız mübârek Ramazan ayında mukabele sünnetini ihyâ edenler, Kur’ân’ı dinleme, okuma ve üzerinde tefekkür etme farziyetini yerine getirmişler, Allah Resûlünün (asm) şefkatini, şefaatini ve Allah’ın mağfiretini İnşallah hak etmişlerdir.
Ebû Ümâme (ra) der ki: Resûlullah’ın (asm) şöyle buyurduğunu işittim: “Kur’ân okuyunuz! Çünkü Kur’ân, kıyâmet günü, kendi yârânına (kendisini okuyan ve amel edenlere) şefaatçi olarak gelecektir.”4
Ebû Hüreyre (ra) bildirmiştir ki, Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Bir cemaat, Allah’ın evlerinden birinde toplanır; Allah’ın Kitâbını okurlar ve aralarında (birinin okuduğunu diğerleri—açık veya gizli—tekrarlamak sûretiyle) ders yaparlarsa, üzerlerine huzur iner, onları rahmet kaplar, çevrelerini melekler kuşatır. Allah o kimseleri, kendi katında bulunanların arasında anar.”5
Dipnotlar:
1- Nisâ Sûresi, 4/41
2- R. Sâlihîn, 1005
3- A’râf Sûresi, 7/204
4- R. Sâlihîn, 988
5- R. Sâlihîn, 1020
10.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Kalbe ihtar”, akıl yürütme ve “akleden kalp!” |
|
“Akleden kalp”1, Kur’ân’ın tâbiridir. Öyle ise, Risâle-i Nur’a aklını karıştırmamak ve “kalbe ihtar edilen hakikat” ne demektir? Kalbe ihtar edilen ile, Kur’ân’ın “akleden kalp!” tabiri arasında bir çelişki yok mu?
Aslında akıl, anlama, ölçme-değerlendirme âletidir, yoksa, karar verme mekanizması değil. Dolayısıyla akıl da kalbin emrinde olmalıdır. Zira, kalp, duyguların kumandanıdır.
Zaten bilim; kalp ile beyin arasındaki çift yönlü muhabere ağını oluşturan, yani beyinden bağımsız, kendine has, kompleks ve esrarlı 40 bini aşkın, adına “kalpteki beyin” denen bir sinir sistemi bulunduğunu ve beyinle dört kanal üzerinden iletişim kurduğunu tespit etmiştir. İşte Kur’ân, bunu “akleden kalp” şeklinde tanımlanıyor olsa gerek.
Bediüzzaman, “kalbe ihtar edilen bir hakikat” derken, aklı iptal etmiyor; bilâkis aklı en yüksek seviyede ve en emniyetli bir şekilde kullanma melekesi kazandırıyor. Onu, “akleden kalbin” emrine veriyor, hakikî mecrâına oturtuyor.
Aslında, akıl, mantık ve gözleme dayalı matematik, fizik gibi fen ilimlerinin de kendilerine has ön kabulleri, formülleri var. Fen veya sosyal ilimler bunlardan hareketle akıl yürütülerek, muhakeme edilerek geliştirilir. Teâbüdî (ibadete ait) meselelerin de şekil ve prensipleri tartışılmaz, akıl yürüterek bir ilâve veya eksiltme yapılamaz. Ancak, bunların hikmetleri, özellikleri, güzellikleri akıl yürüterek anlaşılabilir, müzakere, mütalâa edilebilir. Böylece yeni bakış ve yaklaşım açıları kazanılır.
Trafik kuralları belirlenmiştir. Siz onları anlamaya ve uygulamaya çalışırsınız. “Ben de akıl sahibiyim!” deyip yeni kurallar koyarsanız, trafiği karıştırırsınız.
Risâle-i Nur’un meseleleri, hizmet stratejisi, ictimai-siyasî meslek ve meşrebi de böyledir; “ihtar edilen” hakikatler manzumesindendirler. Ve bunlar tartışılmaz temel prensipleri, ana kaideleri oluştururlar.
“Aklını karıştırma!” gibi ifadeler; uzman bir doktor gibi Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu reçetenin (temel meselelerin, prensiplerin, metotların) kritik edilemeden aynen uygulanması gerektiğini vurgulamak içindir. Yani, artık metre, kilo, litre ve benzeri ölçme ve değerlendirme birimleri gibi standartlaşmış hususlardır. Ölçme-değerlendirme birimleri üzerinde akıl yürütmediğimiz gibi, standartlaşmış iman, Kur’ân hakikatleri üzerinde de yürütülemez.
Zaten aklı en yüksek seviyede kullanan Bediüzzaman, Risâle-i Nur’lar için; “Bu Kur’ân dersleri dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri—ulûm-u îmâniye cihetinde—yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve îzahlarıdır veya tanzimleridir. Eğer biri dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve îzah hâricinde birşey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhatıdır”2 ifadelerini kullanır. Elbette “izah, şerh/yorum ve tanzim” en yüksek seviyede akıl yürütme ve muhakemeyi gerektirir. Birkaç gündür, “aklı karıştırmama!” meselesi ile ilgili asıl maksadımız muğlak kalmış olabilir. Şöyle özetleyelim: Aklın ve naklin ve ilhamın eseri olan Risâle-i Nur’u anlamak için muhakeme etmek, tefekkür etmek, meseleler arası akıl yürüterek sentez yapmak vazifemizdir.
“Aklını karıştırma, Üstad da karıştırmamış” derken, “Bunlar aynı zamanda ilhamın da eseridir. Sen, kendi aklına göre hizmet stratejileri, siyasî-ictimai sistemler, yeni yollar, çığırlar açamazsın” demek istiyoruz!
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Hac, 46.; 2- Mektûbât, s. 413.
10.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
Müslümanlar, ABD’de siyasî güç kazanıyor |
|
Ağustos 2008’de Demokrat Parti Ulusal Kongresi Denver, Colorado’da yapıldı. Burada iki önemli olan yaşandı.
Birincisi, Barack Obama, gelecek seçimlerde Birleşik Devletler Başkanı olmak yolunda partisinin büyük desteğini topladı. Eğer seçilecek olursa, Obama tarihte Birleşik Devletlerin başına geçen ilk Afro-Amerikan başkan olacak.
Amerika’da çoğumuz ömrümüz boyunca böyle bir şeyin gerçekleşeceğini rüyalarımızda bile görmeyi ummazdık. Yıllar var ki; ırkçılık vak'aları sebebiyle, bir Afro-Amerikan’ın böylesi önemli ve güçlü bir pozisyona getirilebileceğine inanmazdık.
Kongrede yaşanan ikinci önemli olay ise, bir Amerikalı Müslüman’ın Demokrat Parti Ulusal Kongresi’nde tarihî bir konuşma yapmış olmasıydı.
Kuzey Amerika İslâm Topluluğu’nun (ISNA) başkanı Dr. Ingrid Mattson, “Dünyamıza karşı kutsal sorumluluğumuz” başlıklı önemli bir konuşma gerçekleştirdi.
Oxford İslâmî Araştırmalar’ın internet sitesinde, Kuzey Amerika İslâm Topluluğu’nun (ISNA) 1982 yılında aralarında Müslüman Sosyal Bilimciler Birliği, Müslüman Bilimadamları ve Mühendisleri Birliği ve İslâmî Tıp Birliği gibi toplulukları birleştiren bir şemsiye kuruluş olarak Müslüman Öğrenciler Topluluğu’ndan (MSA) türediği belirtiliyor.
Dr. Ingrid Mattson’un söz konusu konuşması gerçekten de çok etkileyiciydi. Neoconlar ve onların Siyonist işbirlikçileri Dr. Mattson’un bu konuşmasını saldırılarıyla gölgelemek istediler. İslâm karşıtı olmasıyla bilinen Fox News, Dr. Mattson’un dünyayı yok etmek isteyen “radikal İslâmcılar” ile ilişkisi olduğuna dair, neoconların uydurduğu asılsız haberler verdi.
Bir kez daha, korku imparatorluğunun karanlık güçleri, Amerika’daki sorunlar hakkında konuşmak isteyen bir Müslümanı daha teröristler safına sokmaya çalıştı. Yoksa ABD’de, sadece İslâm karşıtı argümanlar ile konuşanlara mı ifade özgürlüğü var?
Amerika’nın insanlık dışı ve iki yüzlü uygulamalarına karşı çıkan Amerikalı Müslümanlara karşı bir korku oluşturma çabalarına bir başka örnek ise, Amerika’nın dünyadaki “ahlâkî otoritesini” bunlar yüzünden sarsıldığını söylemeleridir. Şimdi bir yandan Bush yönetimi Çin Halk Cumhuriyeti’ne insan hakları konusunda çağrılarda bulunurken ve Rusya’yı da Gürcistan işgali dolayısıyla eleştirirken, diğer yandan ise Küba’nın Gitmo Körfezinde Müslümanlara yaptığı işkenceleri söylemeyelim mi? -Bunun yanında sırf Batı’daki güçlü bir adam petrollerini koruyacak diye Afganistan ve Irak’ta vefat eden milyonlarca insanı ve işgal edilen toprakları da unutmayalım-... Peki bütün bunları söylemek mi Anti-Amerikancı yapıyor bizi?
Demokratik bir ülkede bu tür adaletsizlikler ve zulümlere karşı konuşmak “terörist” diye yaftalanmayı gerektirmez, bu ifade özgürlüğünün, demokrasinin ve en önemlisi İslâm’daki doğruluğun bir sonucu ve gereğidir.
Bir insanın konuşabilme özgürlüğü bir ulusun özgür olup olmadığı konusunda en doğru gösterge ve ölçüdür. Ayrıca özgürlük her zaman bir ülkeyi daha güçlü kılan bir etmen olarak görülmelidir, hükümetler kendi vatandaşlarından asla korkmamalıdır, bilâkis insanlarının isteklerine karşılık verebilmelidir, bunu da demokrasinin yeşermesine izin vererek sağlayabilir.
Demokratların Ulusal Kongresi’nde yaşananlar, Amerikalı Müslümanlara ülkenin siyasî arenasında organize bir politik varlık göstermek için ne kadar çok çalışmaları gerektiğini göstermiştir. Müslümanlar Denver’da gerçekten iyi temsil edilmişlerdir. Gün gittikçe genişleyen bu türden başarılar ve büyük adımlar ile Müslüman topluluğun siyasî olarak güçlenmesi sağlanacaktır ve gelişim süreci devam etmektedir.
TERCÜME: UMUT YAVUZ
10.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Vahyani veya iki okuma biçimi |
|
Komple komplo üstadlarından veya tuluatçılarından olan Erol Mütercimler, Ergenekon dâvâsından dolayı gözaltına alınıp salıverilmesinin akabinde bir tv kanalında konuşmuş ve ezcümle şunları söylemişti: “Mustafa Kemal yasamayı gökten aldı, yere indirdi...” Besbelli ki, Yalçın Küçük gibi bu tuluatçımız da hâlâ kendisini 19’uncu yüzyıl pozitivizminin etkisinden kurtaramamış. Cemal Kutay da bunlar emsali tarihçi tuluatçılarımızdan birisiydi. Bunların marifetleri ve sanatları, şapkadan tavşan çıkarma istidatlarıdır.
Adlî yılın açılış konuşmalarında da Erol Mütercimler’in konuşmasını hatırlatan nutuklar irad edilmiş. Yeni Asya gazetesi bu konuşmaları ‘tuhaf mesajlar’ başlığıyla manşetine taşıdı. Haber kısaca şöyle: “Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, 2008-2009 Adlî Yılının başlaması dolayısıyla Yargıtay’da düzenlenen törende yaptığı konuşmasına, Ramazan ayının bütün insanlığa barış, sevgi ve kardeşlik getirmesini dileyerek başladı. Gerçeker, laik bir devlette dinin kişilerin özel hayatı kapsamında vicdanî bir inanç konusu olduğunu ifade ederek, dinsel kuralların devlet ve kamusal kurumların çalışmalarına dayanak oluşturamayacağını söyledi. “Devlet tüm dinî inançlar karşısında tarafsızdır” diyen Gerçeker, laiklik ile din ve vicdan hürriyeti kavramlarının bu noktada kesiştiğini kaydetti. Seküler bir toplumda Tanrı’dan nakledildiği öne sürülen ve bu sebeple mutlak gerçek olarak kabul edilen kurallar yerine akla dayalı ilkelerin geçerli olduğunu savunan Gerçeker, bu bakımdan “laik” ve “seküler” kavramları arasında yakın ilişki bulunduğunu söyledi...”
***
Burada dikkat çeken husus kullanmış olduğu şu ifadelerdir: “Tanrı’dan nakledildiği öne sürülen ve bu nedenle mutlak gerçek olarak kabul edilen kurallar...” Derinden baktığınızda dinî buyruklar yerine bu ifadeyi mutlaklaştırdığımızda karşımıza bütün bütün semavî mesajların reddi çıkmaktadır. Zira red gerekçesi olarak ‘vakti geçmiş’ falan denmiyor. ‘Tanrı’dan nakledildiği öne sürülen’ ifadesi kullanıyor. Bu ise sadece İslâmiyetin reddi değil aynı zamanda sabık bütün mesajların reddi mahiyetindedir, en azından bunu hatıra getirmektedir. Bu anlamda Mesut Yılmaz’a atfedilen İslâmiyetin sertliğine dair ifadelerden daha ağır bir ifade biçimidir.
Burada akla gelen sorulardan birisi şudur: Madem dinî kurallar ve vahiy semadan indi öyleyse akıl yerden mi bitti? Dolayısıyla burada büyük bir çelişki ve iltibas var. Ulema vahyeyn’den yani iki vahiy türünden bahsetmektedir. Bu yerine göre Kur’ân ve onun şerhi ve izahı biçimindeki sünnettir. Bir başka vahiy türü ise fıtrattır ve kâinat ve akıl onun bir parçasıdır. İki vahiy türüne iki okuma biçimi demek de mümkündür. Birinci okuma Cebrail vasıtasıyla gelen vahiydir. İkinci okuma biçimi ise kitab-ı kâinat vasıtasıyla gelen vahy-i ilhamdır. Bu iki vahiy türüne iki okuma diyenler de olmuştur. Bu okumalardan birisi vahiydir.
Kitabullah’ın ikinci okuma biçimi ise İbni Rüşd’e göre felsefesidir. Bediüzzaman ve Alvani gibilerine göre ise aklın ve deneyin ve ilhamın ve vahyin bir ürünü olan fennî veya müspet ilimler ki; buna fıtrat da diyoruz. Bu ikinci okuma biçimini teşkil etmektedirler. Beşer olarak bizim görevimiz iki kitabı da birbirine mukabele etmek suretiyle okumaktır. Okumalar arasında düet yapmaktır. İki kitabı birden ve nasiyesinden ve cephesinden okumak gerekir. İki okuma birbirini tamamlar. Burada akıl çözme ve analiz yeteneğidir. Çözücüdür. Yani akıl iki okumanın ortak araçlarından birisidir.
***
Vahiy veri temin eder akıl da onu çözer ve işler. Birbirlerini tamamlarlar. Dolayısıyla akıl da Allah’ın âyetlerinden birisidir. Kimi tasniflere göre iç vahiydir. Cebrail vasıtasıyla peygamberlere gelen mesaj dış vahiy olarak kabul görünce aklı da içinde barındıran insandaki derunî melekeler de bir iç vahiy olarak telakki edilir. Bundan dolayı semavî vahyî reddetmek onun mülkünden veya vahyinden kurtulmayı garanti etmiyor. Sadece kulaklarınızı ve gönlünüzü tıkamış oluyorsunuz. Vahyin otoritesinden çıkmak için Allah’ın mülkünden de çıkmak gerekir. Sufiler onun için ‘Allah’a isyan eden onun mülkünden çıksın’ demişlerdir. İnkâr bu vadide sadece kısa bir rahatlamadır. O da ‘ene’nin kısa devre bir rahatlamasıdır. Esasında inkârda bir rahatlama yoktur kısa bir uyuşturma vardır. Kısaca, birinci vahiy biçimi Allah katından olduğu gibi ikincisi de Allah katındandır. Birincisi ikincisine sağlama olarak gönderilmiştir. Kâinat bir bütündür vahiy çeşitleri de onun parçalarıdır.
10.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Para ile imtihan |
|
Geçici dünya hayatı baştan sonra imtihanlarla dolu. Bu imtihanların belki de en zorlusu ‘para’ ile olan imtihan. Gerek şahısların ve gerekse siyasî iktidarların bu imtihanı kazanmaları en zor işlerden biri. Türkiye’de ticaret, siyaset ve medya dünyasındaki bozulma; insanlar arasında ‘Paran varsa arabanı dağdan aşırırsın, paran yoksa düz yolda yolunu şaşırırsın’ kanaatinin zemin bulmasına sebep olmuş.
Elbette para her şey değildir ve çoğu zaman da ‘hiç bir şey’dir; ama son yıllarda paraya yüklenen değer insanları şaşırtmış durumda. ‘Paranın çözemeyeceği problem yok’ kanaati, maalesef mütedeyyin insanlar arasında da yer bulmuş durumda. Oysa, dünya dolusu ‘para’mız olsa ‘ecel’imizi bir dakika erteleyebilir miyiz? ‘Bir dakika ömür’ karşısında ‘sıfır’a inen milyarlar, nasıl olur da ‘her derde çare’ olarak görülebilir?
Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de siyasî iktidarları koltuğundan eden şey, ‘para’ ile olan ilişkileridir. ‘Benim hırsızım iyidir’ anlayışı başlangıçta siyasî iktidarların ayakta durmasına fayda sağlasa da uzun dönemde iktidar koltuklarını kaybetmelerine sebep olmuştur. Çünkü işin içine ‘insan hakkı’ girmekte ve yükselen ‘ah’lar bir noktaya geldiğinde ‘baraj’ın taşmasına sebep olmaktadır.
Son günlerde iktidar ile bir medya patronu arasındaki cereyan eden kavga, neticesi itibarıyla Türkiye’nin ‘dürüstlüğe’ muhtaç olduğunu gösteriyor. Siyasetin ve ticaretin içi içe girmesinin vahim neticeleri görülmüş oluyor.
Aslında bugün dillendirilen iddialar, aylar belki de yıllar önce bir şekilde gündeme gelmiş, hatta ‘fısıltı gazeteleri’ne konu olmuştu. İktidara yakın kişilere haksız ihaleler verildiği zaten her dönem dillendirilen bir iddiadır. Öte yandan bir kısım medyanın da attığı her manşetinde bir ‘hesap’ yattığı, genellikle de ‘kaz gelecek yerden tavuğun esirgenmediği’ bilinen bir gerçektir. ‘Delil’i olsa da olmasa da millet bu kanaattedir. Dolayısı ile son günlerdeki tartışma özü itibarıyla ‘yeni’ değildir. Nasıl ki Ergenekon iddianamesiyle gündeme gelen konular daha önceden bir şekilde vatandaş tarafından biliniyor ya da hissediliyordu; aynı şekilde son günlerde dillendirilen yolsuzluk ve kayırma iddiaları da bilinmeyen şeyler değildi. Merak edilen, bu iddia ve isnadların niçin bu gün gündeme taşındığıdır.
Bazı konular vardır ki, ‘şuyuu/duyulması, vukuundan/gerçekleşmesinden daha beterdir’ denilir. Mütedeyyin insanların yolsuzluk yaptığı şeklindeki iddialar bu kabil iddialar olarak görülmelidir. Sağlam, inançlı insanların değil yolsuzluk yapması, bu şekildeki ithamlara dahi muhatap kalmamaları beklenir. Bu da ancak dinin emrettiği doğruluğu sözde değil, özde yaşamakla mümkündür.
Kartel medyasının attığı her adımda menfaat gözettiği noktasında vatandaşın şüphesi yok. Dün öyleydi, bugün de öyle. Yarın da öyle olmayacağına dair bir işaret yok. Ancak siyasî iktidarların bunu bildiği halde görmezden gelmesi, onlarla anlaşması ya da uzlaşması milletçe tasvip edilmiyor. “Bu güne kadar sustuk, bundan sonra gerçekleri açıklayacağız” demek bir anlamda ‘hata’nın itirafı olarak da görülebilir.
Duâ edelim ki, başımıza açılan ‘para’ imtihanını kazanabilelim...
10.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yıpratan kavga |
|
SON kavga, öncelikle Aydın Doğan’ı ciddî şekilde sıkıntıya sokmuş gibi görünüyor. Borsa yükselirken Doğan hisselerinin bir günde yüzde 10’dan fazla değer kaybetmesi, bu sıkıntının maddî bilânçosundaki ilk sinyallerden biri.
Yeni kazanç hesaplarıyla girişilen Hilton projesiyle CNN Türk’ün karasal yayın izni konularında yaşanan tıkanmalar da cabası. İşin enteresan tarafı, bu durumun, “Doğan Holding kârını altı ayda yüzde 158 arttırdı” haberinin üzerinden on gün bile geçmeden ortaya çıkmış olması.
Buna ilâveten, kamuoyunda “Doğan efsanesi”nin ilk kez böylesine ciddî şekilde yara alıp sarsılması ve karizmanın fena halde çizilmesi.
Bu ağır hasarın tamiri hiç kolay bir iş değil.
Görünen o ki, kendisini 4. kuvvet medyanın tekel konumundaki “imparator”u olarak gören Doğan, dizgin tanımayan hırsının ve özellikle de sahibi olduğu medya organlarındaki yayınlarla yıllardır millete ve demokrasiye verdiği çok büyük zararların bedelini galiba ödemeye başlıyor.
Gerçi bu kavga da, öncekiler gibi, perde gerisinde yürüyecek pazarlıklarla bir şekilde uzlaşmayla ve tarafların savaş baltalarını yine toprağa gömmesiyle sonuçlanabilir. Ancak izi kalır.
Olayın Doğan cephesi böyle. Ama Erdoğan ve AKP cenahı da parlak değil. Bugün itibarıyla Erdoğan’ın birbirini izleyen salvolarla üstünlüğü ele geçirdiği gibi bir görüntü oluşsa veya öyle bir izlenim verilmeye çalışılsa da, kavganın bütünü AKP için de hayli yıpratıcı sonuçlar getiriyor.
Bir defa, Erdoğan’ın, Başbakan olduktan sonra Kelkit’te, bugün hedefe koyduğu Doğan’a ait tesisin açılışında onunla verdiği samimî görüntüler ve Star TV’nin AKP döneminde Uzanlar’dan alınıp Doğan’a teslim edildiği unutulmuş değil.
İkincisi, gerek Erdoğan’ın, gerekse Doğan’ın beyanları, ihale düzeninin hâlâ çok büyük ölçüde Başbakanın iki dudağı arasından çıkan söze göre işlediğini ve bu sözün de bilhassa uluslararası nitelikteki projelerde yabancı aktörlerin tavrına göre şekillenebildiğini ortaya koyuyor.
Doğan’ın “2.5 milyar dolarım var. Ceyhan’da rafineri yapmak istiyorum” talebine Başbakandan “Orası için Çalık’a söz verdik, orada Putin ve Berlusconi de işin içinde” şeklinde bir cevap aldığını söylemesi, bunun dikkat çekici örneği.
Bir medya patronunun, alanı dışındaki sektörlerde milyar dolarlık projeler peşinde koşması ne kadar tuhafsa, böyle devâsâ projelerin kime verileceğinin Başbakan kararıyla tayin edilmesi de o derece garip ve son derece düşündürücü.
Hele Ceyhan rafinerisi için kendisine söz verildiği öne sürülen kişinin, kısa süre önce çok tartışmalı bir kredilendirme ve ihale ile Sabah-atv grubunu alan işadamı olduğu düşünülürse...
Tartışmanın hatırlatıp gündeme getirdiği bir diğer nokta, bazı medya patronlarının ve derin mahfillerin engellemesi sonucu yıllardır yaptırılmayan radyo-TV frekans ihalelerinin, AKP döneminde de bugüne kadar ertelenmiş olması.
Yaşanan tartışma ve kavgalar, bu durumun yol açtığı haksız ve adaletsiz sonuçların da eseri.
Millî Gazete çizgisinde yayın yapan TV-5’in, kanal kadrosunca AKP’ye izafe edilen baskı ve ambargoların da etkisiyle zora girip Doğan tarafından satın alınması, en taze örneklerden biri.
Gerçek şu ki, Türkiye’de başından beri çok sağlıksız bir medya yapılanması var. Bunun bir numaralı sebebi, cumhuriyet adı altında ülkeye musallat olan tek parti rejiminin ilk yıllarından itibaren “devlete bağlı” bir medyanın oluşturulması ve bu durumun çok partili sisteme geçildikten sonra da temelde değişmeyip sürmesi.
Resmî ideolojiyle temelde bir ihtilâfı bulunmayan AKP’nin, iktidara geldikten beri ağırlık verdiği “kendisine bağlı bir medya oluşturma” çabaları ise, bu tabloyu düzeltmiyor, tam tersine daha da sıkıntılı ve problemli hale getiriyor.
Son kavgayı başlatan yolsuzluk iddialarının bu yapılanmayla bağlantısı ise ap ayrı bir bahis.
Görünen o ki, bu hamur daha çok su götürür.
10.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|