Kendisine yazı yazılacak kadar müstesna aylardan bahsedilecek olursa, bunlardan birisi de Eylül’dür. Öyle ki, kalem erbabı istesin veya istemesin, ömründe Eylül’den bir şeyler serpmiştir satır veya mısralarının arasına. Bunun farklı psikolojik sebepleri vardır elbet. Ve belki de en önemli sebeplerinden birisi, yazla kış arasında bir geçiş köprüsü mahiyetinde olmasıdır ki; işte bu durum, kalbi naif hemen herkesin duygu dünyasını dalgalandırma kabiliyetine sahiptir. Çünkü Eylül, bir bakıma belirli bir sona gidişin ilk durağıdır. Bunun içindir ki, Eylül daima bir şaşkınlık ve bir nebze melankoliyle beraber anılır olmuştur.
Nedendir bilinmez, belli belirsiz üşütücü rüzgârların yerlere savurduğu sararmış yaprakların vaziyetini bana gösteren Eylül’e ben de kayıtsız kalamadım. Nitekim, Hazan mevsiminin hüzün basamağında beni ilk karşılayan Eylül oluyor sanki. Ahmet Hâşim gibi, “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivelerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak” mısralarını mırıldanırken, döngüsel bir labirent içinde ömür istasyonlarını tek tek dolaşıp ölüm durağına adım adım ilerlediğimin farkındalığını yaşamak, beni ürpertiyor.
Ölüm… Değişmeyen ve mukadder yazgısı yaratılmışların… Belki de bu gerçeklik yüzünden, ne kadar sıcaklığını hissettirse de güneş, hep sırtımızdan akan soğuk terlerdir bize görünen. O soğuk terler ki, onulmaz bir ayrılık rüzgârı tenimize değerken bize kalan şebnem taneleridir her biri. Dahası, onlar insanoğlunun acziyet ve fakrından süzülen ve “kimsesizler kimsesi”ne duyulan şiddetli ihtiyacın ortaya döktüğü inci taneleridir. Hemen her şey “öte dünyanın” duygu ve düşünceleriyle girerken dünyasına insanın, “Ey göz, gönlümdeki ateşe gözyaşımdan su saçma, ki bu denli tutuşan ateşe su çare olmaz” diyen Fuzuli gibi, ezelî bir ayrılık ve yalnızlığın ördüğü ağlardan süzülen bir hüzün, “Eylül”le ilişkilendirilmesin de neyle ilişkilendirilsin?
Eylül’ü bu anlamda hissetmek; elbette gören göz, hisseden kalp ile ruh ve düşünen bir zihnin kârıdır. Zira o akılları baştan alan yaz sıcaklığının, yerini yavaş yavaş soğuk havalara bırakması, sis ve karın habercisi yağmurların ortalığı ıslatırken yüreğimizdeki “sonsuz son”a dair kıvılcımları hareketlendirmesi ve sararan yaprakların daima hatırlattığı, “Anam babam topraktır” gibisinden dervişane düşünceler hep Eylül’ün hasadıdır. Hele ki, bu yıl başına taç olmuş bir Ramazan var ki, bu da Eylül’ü daha farklı kılmaya yeter de artar bile. Ne kadar güzel bir buluşma değil mi? Bence çoğu zaman beşeri dürtülerle bezenen ayrılıklardan dem vurulması kuvvetle muhtemel olan Eylül’e bir uhrevilik katıyor Ramazan. Ve çehresini alenî bir şekilde ulvileştiriyor. Söz gelimi; ansızın bizi ensemizden yakalayan o ayrılık hüznü, sonsuzluk yolunda vuslata döşenen basamak ve çekilmesi gereken çileler hükmünü alıyor. “Merhabâ merhaba meh-i Ramazân / Merhabâ halka rahmet-i Rahmân” gibi beyitlerin de belirttiği gibi, belki de sabır ve şükür mânâları Ramazan’ın şevk kanatları altında Eylül’e bambaşka bir uhrevilik katıyor. Ne mutlu bunu fark edene!..
Bence, insan daima yaşadığı zamanı sorgulayabilmeli. Zira, içinde bulunduğu zamanı idrak ettikçe, duyarlılığı ve hayatı şuurlu bir şekilde yaşama yetisi daha bir artıyor gibime geliyor. Bunun yolu da deyim yerindeyse, yıllarca bir Hüma kuşu gibi her yıl farklı zaman dilimlerinde konaklayan şehr-i Ramazan’ın Eylülde konaklamasından yola çıkarak, zamanı kütle misali değil de küçük dilimler şeklinde zihnimize yerleştirmekten geçiyor. Tipik bir saatin kronometresi hızında bir zaman döngüsünün bizi çepeçevre sardığını düşünmek gibi bir şey bu.
İnsan, işte o zaman adımını daha dikkatli ve daha dolu atmak gibi bir farkındalık içinde olur vesselâm…
13.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|