Sen mi sessizce geldin, yoksa diyarlarımızdaki gaflet gürültülerinden ötürü seni duyamadık mı? Ey şaşaa, haşmet ve rahmet tarrakalarıyla mazi kıt'alarını ziyaret etmiş şehr-i rahmet, gafletimizle garipliğin arasındaki hüzün tepeleri hazana döndü…
Hazan, gelişini kulaklarımıza fısıldamasaydı günahlar içinde daha da perişan yakalanacaktık, vüruduna ey Sultan-ı şuhur… Hem, her sene, sana olan hasretimizi söylenir durur ve gidişine olan hüznümüzü yana – yakıla satırlara dökeriz, hem de; kalbimizi, ruhumuzu, duygu ve hayâllerimizi sana hazırlamaz, adeta ecnebîlerce yakalanırız gelişine…
Bu defa da başaramadık. Sultanlara yaraşır kudümünü kutlayamadık. İçimizi, etrafımızı, dünyamızı süprüntülerden temizleyerek yollarını güllerle donatamadık. Halbuki sen yine bir bahar mevsiminde teşrif ediyorsun… Bahar olduktan sonra ne fark eder, ilk ile son arasındaki mesafe ne ki… Ey Kur´ân´ın hakikî diyarından Cibril tazeliğiyle gelen sevgili… Bizler, kucağında taşıdığın ne vahye ve ne de vahy elçisine lâyık hazırlıklar yapamadan geldin. O şefkatli duruşun ve ümit dolu bakışın da olmasa, ümitsizlik fırtınalarına kapılıp – mahvolacağız. Yeisin sam yellerini, muhabbet ve hararetinle kesmeseydin; çoktan çölde kavrulmuş nihallere dönmüştük. İşte rahmetin; çölleri bağistana, haşin beyebanları yeşil sahralara çevirdi, ey sevgili… Ey şehr-i Rahmet, hal-i pür melâlimizden ve harabeye dönmüş diyarlarımızdan bizi anlayacağını umuyoruz. Yakalandığımız hipnotik aletlerle düştüğümüz faciayı sen daha iyi tahlil edersin. Tebessümsüz simalarımız, donuk bakışlarımız, müstağni hareketlerimiz ve daha doğrusu sana koşamayışımız sakın seni üzmesin. Dedik ya, ahirzaman fitnesinin müfsid aletlerine yakalandık. Bize zamanın musibetzede ve hastaları nazarıyla bak ve öyle muamelede bulun!… Ayılanlarımızın; peşin sıra eteklerine yüzlerini süre – süre nasıl koşuşturduklarını görüyorsun ya… Biz seni çok seviyoruz. Sevgi ve muhabbetin babalarımızın ninnisiymiş, beşiklerinde… Esintisini biz de duymuştuk. Sen coğrafyalarımızın daimi sevgilisiydin… Ecdadımızın senin aşkına yazdıkları kasidelerin, her sene gözyaşlarıyla nasıl okunduğunu bizden daha iyi biliyorsun… Sen yalnızca rahmet ayı değil, kimliğimizsin. Ebem, amcamı senin isminle çağırır. O tatlı isimler Balkan'da Ramadan, Ege´de iramazan ve doğuda remzan´a dönüşür… Hepsi seni yâdederler… Yalnız biz mi? İsevî âlem seni dünyasına hüsn-ü misal gösterirken, kâfirlerin cehennemî dünyasında seninle ılık bir meltem eser. Birçok münafığın senin gelişinle ihlâs tepesine tırmandığına şahit olduk… Sultanım, biz seni sultanlara yakışırcasına karşılayamasak da, Sen Sultansın… Gelişinle dünya mutad halini değiştiriyor ve sana lâyık hürmetle dönüyor, sakinlerinin dünyasında…
Anlıyoruz… Habercilerin olan Receb-i Şerif´ten ve Şaban-ı muazzamadan gafletimizi sorguluyorsun… Leyâl-i Aşereye olan ecnebiliğimizi… Ve de ebedî beraatlere olan ilgisizliğimizi… Efendim gafletimizi kat – kat ördüler… Sana açılan kapılara “Yasak!” yazıp – ayak seslerini ve kokunu işittirecek bütün pencerelerimizi kapattılar… Dünyayı öyle süsleyip – sarmaladılar ki, itirazımıza, evvelâ bizden karşı koyanlarla ellerimizi ve ağızlarımızı bağlattırdılar. Süslü – bezekli dünya gelinine aldananlarımız, işaret parmaklarını ağızlarının üzerine koyarak susmamızı telkin ettiler. Evet, doğrudur… Buna rağmen susmamalıydık… En azından derin bir çığlık atabilirdik, fakat onu da başaramadık. N´olur perişanız… Bakışların ruhumuzu kırbaçlaya dursun. Şefkatli duruşunu bizden esirgeme… Sen sultansın. Sen şehr-i gufransın… Yeryüzünü rahmetiyle kuşatanın ismiyle geldin… Seninle sekerata girmiş dünyalarımız tekrar dirilecek. Sen İsevî bir nefhasın… Ölmüş olsak bile diriltir, nefeslerin, ey sevgili!…
Melbourne´dan Toronto´ya; zulümlü, kirli, iktisatsız ve bedbaht insanların karıştırmasıyla kokuşmaya başlayan dünyamız, rahmetinle yıkansın… Kulaklarımızı kalblerimizle, ruhlarımızı kalb, göz ve gönüllerimizle gürültü ve süprüntülerle perişan olan âlemimiz sendeki lâhuti seslerle durulsun. Açılsın yine maveranın kapıları, Kur'ânlar sarsın derunî diyarlarımızı ve cevşenler okşasın ruhlarımızı, sultanım… Sen sultanların sultanından bize rahmet, mağfiret ve kurtuluşsun, efendim…
Ey takdis edilmiş kutlu mevsim!… Hiçbir zaman senin kadar mutlu olmamalı… Zira rahmet kapılarının sonsuza dek açıldığı demler sende gizli. Çekirdeğin ormanlara dönüştüğü anlar sende saklı. Bir demin, seksen küsûr sene tuttuğu zamanlar da… Seni şu küçücük aklımızla ölçmeye kalkışmamızı da nadanlığımıza ver. Yerlerin – göklerin ihata edemediği bu kutsî visal anını ateş böceklerine yetişmeyen akıllarımız mı kucaklayacak… Haşa ve kella… Ama biliyoruz ki; sen şehr-i gufransın… Sen şehr-i Kur´ân´sın… Sen leb´a leb rahmet ve biz günahkârlara mağfiretsin, sultanım… Hoş geldin! Hoş geldin! Ey! şehr-i gufran hoş geldin!
12.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|