Kimilerine göre 10, kimilerine göre 40 yıl ‘geri’ gitmemize sebep olan 12 Eylül 1980 ihtilâlinin yıl dönümündeyiz. 12 Eylül 1980 Cuma günü sabaha karşı yönetime el koyan ihtilâlciler, kendilerince Türkiye’ye ‘balans ayarı’ yapıp ‘düzen’ verdikten sonra yönetimi sivillere devretti.
İki üç yıl içinde yönetim sivillere devredildi, ama bu devir sadece kâğıt üzerinde bir devirden ibaret kaldı. İhtilâlciler, Türkiye’yi fiilen idare ettikleri günlerde öyle uygulamalar ortaya koydular ki, yönetim görünüşte sivillere/siyasetçilere geçmiş olsa da ‘ihtilâlci anlayış’ maalesef fiilen sürüp gitti.
En başta; hazırlanan ve millete zorla dayatılan/ kabul ettirilen 1982 Anayasasının sebep olduğu vahim durumları hatırlayalım. Aradan çeyrek asır geçtiği halde ve hemen her sivil iktidarın “Bu anayasa değişmelidir, Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamıyor. Daha demokratik, çağın şartlarına uygun bir anayasa gerekli” demesine rağmen 12 Eylül’ün ‘hediyesi’ olan anayasadan kurtulabilmiş değiliz.
12 Eylül’ü savunanlar, ‘kanlı’ ihtilâl olmamasından bahsederler. Aslında ihtilâlciler geçmiş dönemdeki ‘kanlı’ ihtilâllerin ters teptiğini görünce kendince yanlışlarından ders alıp, insanları ‘can evinden’ vurmayı tercih etmişlerdir. İnsanları olabildiğince sekülerleştirip, dindarları dahi dünyevîleştirmişlerdir. Maalesef, bunun için uygun ‘sivil siyasetçi’ de bulabilmişlerdir. Bütün bunlara rağmen milletin vicdanı, 12 Eylül uygulamalarını kabul etmemiş, imkân ve fırsat bulduğu her fırsatta bunu ifade etmiştir. Devam eden yıllardaki ‘sandık neticeleri’ bunun bir delilidir.
Her kötülüğün altında 12 Eylül ve benzeri ihtilâlcilik anlayışının bulunduğunu ifade etmemizde ‘komplo’ izleri arayanlar olabilir. Ama bundan eminiz. Çünkü gerek siyasî, sosyal ve gerekse ekonomik konulardaki problemleri bir bir sıralarsak, altında mutlaka bir 12 Eylül uygulaması ya da anlayışı bulabiliriz.
12 Eylül, sonraki ‘post modern darbe’lere de zemin hazırlamıştır. Sonraki açık ya da gizli darbe ve müdahaleler, 12 Eylül anlayışının o günkü versiyonundan başka bir şey değildir. Gerek 28 Şubat 1997’deki meşhur ‘bildiri’ ve gerekse ondan sonraki ‘bildiriler’de hep 12 Eylül’ün imzası, anlayışı, yaklaşımı vardır.
12 Eylül anlayışının hazırlayıp 1982’de millete dayattığı anayasayı ‘çöp’e atmadıkça problemlerden kurtulamayız. “Ne zorla dayatması, millet yüzde 92 nisbetindeki oyla 1982 anayasasını kabul etti” diyenler bilmem kendilerini kandırabilirler mi? Bu konuda milleti kandırmaları zaten mümkün değil. Bizzat yaşadığım için biliyorum, referandumda ‘hayır’ anlamına gelecek ‘mavi’ renkten bahsetmek bile yasaktı! Hele köylerdeki baskı? Tek kanallı ‘devlet televizyonu’ sebebiyle öyle bir hava meydana getirilmişti ki, 1982 Anayasasına ‘hayır’ demek, “anarşiye evet” demek olacaktı! Tabiî bazı dindarlar da “Din dersi mecburi oldu” diye sevindi ve anayasaya ‘evet’ kampanyasına destek verdi. İçi boş, hatta ‘İslâm dini’nden bahsetmeyen bir ‘din dersi’nin neresi savunulacaktı? Hem, ‘zorla din dersi’nin netice vermesi mümkün müydü?
Elbette 12 Eylül ürünü 1982 anayasından kurtulmak ‘tek çare’ değil, ama mutlaka bir an önce bu acubeden yakamızı kurtarmamız gerekir. Yanlışın nerede yapıldığını tesbit edebilirsek, doğruyu bulmakta zorlanmayız...
12.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|