Tasavvuf müessesesi olan tarikatin gayesi; imanın inkişafı, gelişmesi ve marifetullahtır. Yani, kâinatın Yaratıcısını en güzel isim ve sıfatlarıyla tanımaktır. Duygularını mecrâına yönlendirme, yani nefis terbiyesidir. İlim ve tefekkürle olgunlaşma, gelişmedir. Bunun sonucu ise, daimî bir huzur, sürekli bir mutluluktur. Bu da seyr ü sülûk (mânevî seyahat, gözlem), vird ve zikirle mümkün.
Tekye ve zaviye, 1700’lü yıllara kadar bu işlevi pek yüksek bir performansla gördü. Bu tarihten itibaren İslâm âlemi ve Osmanlı’da ekonomi, teknoloji, askerî ve sosyal gerileme başladı. Tabiî ki, bunun sebebi; iman, ilim, ibadet, ahlâk ve tasavvuftaki zaaflardı. Fikren ve zikren kendisini yenileyemeyen, müesseselerini de ayakta tutamaz.
İnsanlık her çağda belli bir ivme, gelişme kaydeder. Geçmiş çağların nakil vasıtaları kağnı, at arabası günümüz insanlarına kâfî gelmediği gibi, eski tasavvuf bakış açısı da onu hedefine ulaştıramaz. Sosyal, kültürel ve din hayatı da bu gelişmelere paralel bir seyir izlemeli. İşte, bu sosyal olguyu nazara alan ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî (ra) (H. 971, M. 1563-1624) tasavvufa yeni bir bakış açısı getirmiş, tarikat yapılanmasını o günün şartlarına göre yenilemiş. Ki, hayatı boyunca medrese ve tekye ehlini birleştirmek için büyük gayret sarf etmiştir. Tarikatleri, özellikle Nakşîliği, iman hakikatlerinin anlaşılmasına vasıta yapmıştır. Çağımız, ilim ve teknolojinin muhteşem iletişim ağlarıyla örülmüş. Fen ve sosyal ilimler başdöndürücü bir hızla ilerliyor. Nazarlar, dikkatler ve nerede ise bütün işler fennî buluş, teknolojik ve sosyal keşiflere yönelmiş… Dünyamız ve ulaşılabilen tabiat, fen ilimleriyle didik didik inceleniyor. Uzaya seferler başlatılmış.
Bu ilmî birikime paralel bir iman ve tefekkür yolunun açılması kaçınılmazdı. Kur’ân ve Sünnet’in bütün fen ilimlerinden aldığı fezleke, öz ve tefekkür mesajları, tasavvuf perspektifinde de insanlığa ulaşmalıydı. Ancak, kalp ayağıyla hareket eden tarikatın eski metot ve sistemiyle hedefe gidilemeyeceği açıktı. Zira, geçmiş devrelerde kalp hâkimdi. Oysa insan yalnız kalpten ibaret değil. Akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifeli letâifi ve hasseleri (duyguları) var. Kâmil insan bütün o lâtifelerini, duygularını kendilerine mahsus ayrı ayrı kulluk yoluyla, hakikat cânibine sevk eder. Tıpkı Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette kalp bir kumandan gibi hareket eder. Letâif de (hisler, duygular) asker gibi kahramanâne maksada yürürler. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitse, iftihar edilecek durum değil, zarardır.1
Üstelik, özden uzaklaşan ve kendini yenileyemeyen tasavvuf, tarikat da daha ziyade, şekle ve görüntüye büründü. Vasıta, vesile olmaktan çıktı, amaç ve gaye haline geldi. Oysa, tarikat ve hakikat vesîlelikten çıkmamalı. Eğer bizzat maksat yerine geçseler, o vakit şeriatın hükümleri ve muamelatı ile sünnet-i seniyyeye ittibâı resmî hükmünde kalır, kalb öteki tarafa müteveccih olur.2 Diğer taraftan tarikat ve şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor.3 Ki, bu zaman, îmanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i sülûk-u kalbî ile, tarîkat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkülat (zorluklar) bulunur.4
Eski zamanın metot ve sistemiyle hareket etmek; tıpkı, eski devirlerin iletişim ve nakliye vasıtalarını bu zamanda kullanmak gibidir.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 456.; 2- Mektûbât, s. 498.; 3- Emirdağ Lâhikası-I, s. 237-238.; 4- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 40.
17.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|