Eylül’ü karartan ve ülkenin üzerine karabasan gibi çöken karanlıklar ne yazık ki devam ediyor. Üzerinden 28 yıl geçtiği halde hâlâ 12 Eylül darbesinin hesabı sorulmuş değil. Tıpkı 48 yıldır 27 Mayıs’ın ve kanlı 17 Eylül’ün hesabının sorulmadığı gibi. Demokrasiyi ve hukuku tahrip eden 12 Mart’la ve 28 Şubat’la hesaplaşamadı.
Esef verici ki Türkiye’de 12 Eylül’ü yargılamak, darbelerin bilânçosunu ortaya çıkarmak, darbenin vicdanlarda mahkûm edilmesiyle kalınıyor; gece yarısı birkaç kişilik sembolik gösteriler bile derdest ediliyor. Hem de demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları iddialarıyla AB ile müzâkere sürecinin başladığı bir süreçte…
Gariptir; Türkiye gibi dünyada da bir dizi “kara Eylül” darbesi yapıldı. İnancı ve mukaddesatı hiçe sayan Sovyet Ekim darbesini bolşevik bir “kara Eylül” darbesi tetikledi. Kargaşa ve karışıklıklar, kaos ve anarşist ayaklanmalarla başlatılan Eylül 1917’de komünist devrimi, “Rusya’nın bin senelik maddî ve mânevî mahsulatını zir-û zeber etti.” 70 yılda 70 milyon insanı katletmekle kalmadı, mânevî hayatları dahi söndürdü....
Bugün Amerika, kendi icâdı 11 Eylül kurbanlarını “anıyor.” Bush ve 22 İslâm ülkesinin iç darbelerle dönüştürülüp “büyük Ortadoğu projesi”yle ehlileştirilmesini öneren Dışişleri Bakanı Condi, kendi 11 Eylül kurbanlarına saygı duruşunda bulunuyorlar.
Gel gör ki ABD’nin 11 Eylül bahanesiyle işgal ettiği Irak ve Afganistan’da milyonlarca insanın katledilmesine ve on milyonlarca mâsumu yurtlarından eden göçe zorlayıp perişan edilmesine kimsenin ağladığı yok. Irak’ta, Filistin’de, Çeçenistan’da binlerce, onbinlerce Müslümana reva görülen zulüm ve işkence trajedisine sözde medenî dünyanın gözyaşı döktüğü yok…
17 EYLÜL; DEMOKRASİ
KERBELÂSININ CİĞERSÛZ CİNÂYETİ…
Eylül’ü karartan, geçtiğimiz dönem Amerikan Başkan adaylarından LaRouche’un itirafıyla, Amerika’yı şaşırtıp Müslümanları “düşman” göstermekle “savaş” ilân eden, yine Amerika’nın içinde Amerikan devletine dadanıp şaşırtan fesad şebekelerinin tezgâhladığı yalnız “11 Eylül makyaj operasyonu”, işgal ve istilâlara gerekçe gösterilen “küresel terör komplosu” değil.
Gizli istihbarat servisleri güdümündeki basının yalanlarla tutuşturulup alevlendirilen ve Demokrat Parti iktidarını asâyişi temin edememekle suçlayıp sıkıyönetim ilânına mecbur etmekle demokratik zaafa uğratmayı, Türkiye’yi kargaşa ve kaosa sürükleyip içte ve dışta sıkıntıya sokarak tâvizlere teşne hale getirmeyi hedefleyen 6-7 Eylül 1955 olayları da değil.
Tek Parti devrinden sonraki demokrasi döneminde darbelerin anası ve “demokrasinin kerbelâsı” 27 Mayıs 1960 ihtilâlinin 17 Eylül’le Türk siyasetine kan ve zulmü bulaştırması, Türkiye’nin yüzüne sürülmüş kara lekelerin başında geliyor.
1961’in 15 Eylül’ü 16 Eylül’e bağlayan gece, Demokrat Parti’nin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Mâliye Bakanı Hasan Polatkan’ın ardından 17 Eylül’ün gün ortasında Başvekil Adnan Menderes’in asılması, “demokrasi kerbelâsı”nın ciğersûz cinayetleri olmuştur. Menderes, Zorlu ve Polatkan’la birlikte, demokrasi, hukuk, insan hakları ve millet irâdesi katledilmiştir…
Yassıada “mahkemeleri”nde demokrasiyi katleden kanlı bir darbeyi ve zulmü “meşrûlaştırma” oyunu oynanmıştır. Yazılan senaryoya göre sahnelenen tiyatroda bol bol itham ve iftiralar atılmış, lâkin savunma hakkı verilmemiştir.
Aylarca Başbakan Menderes ve Demokrat Partililer suçlanmış; ancak cevap vermelerine dahi müsaade edilmemiştir. İhtilâlcilerin emrindeki istihbarat mensuplarının şahit olarak dinlenmesi talepleri bile reddedilmiştir. Çünkü hep komplonun deşifresinden, “kara Eylül”ün üzerindeki kara bulutların dağılmasından, Türkiye’nin yüz karası cinayet maskesinin düşmesinden korkulmuştur.
DEVLETİN ALNINDAKİ
KARA LEKELER DURUYOR…
Yassıda yargılamalarının, hâricî mihrakların tahrikiyle zâlime ve zulme arka çıkan işbirlikçilerin başlatılıp kışkırttıkları bir tertip olduğu artık açığa çıkmıştır.
Ne var ki üzerinden 47 yıl geçtiği halde, hâlâ 17 Eylül cânileri hesaba çekilmiş değil. Keza millet irâdesinin temsilcisi Meclisi lağveden, anayasayı ilga edip meşrû hükûmeti deviren, siyasî partileri kapatan 12 Eylül’ün hesabı da sorulamamış…
Darbeye muhatap kalan Başbakan Demirel’in tâbiriyle, “büyük bir devlet bunalımı ve müdahalesi” olan 12 Eylül öncesinde sıkıyönetim idâresine her türlü silâh, malzeme ve mevzuat desteği sağlandığı halde, hâlâ kasten önlenemeyen anarşinin sebebi üzerindeki kalın ve kara perde aralanmamış…
Keza “11 Eylül günü akan kan, nasıl oldu da 12 Eylül’de birden kesildi?” sorusunun cevabı hâlâ verilmemiş. Darbe gecesi tiyatro seyreden Amerikan Başkanının kulağına fısıldanan, “Türkiye’de bizim çocuklar işi bitirmiş” müjdesinin (!) “anlamı” da doğru dürüst araştırılmamış…
“Vicdan mahkemesi”, 27 Mayıs’ı, 17 Eylül’ü, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü ve 28 Şubat’ı çoktan yargılayıp mahkûm etmiş, ama devletin alnındaki bu kara lekeler hâlâ duruyor. 12 Eylül’ün üzerinden 28 yıl geçti, Türkiye hâlâ hesaplaşmış değil; hâlâ her alanda etkileri sürüyor.
Ve ilköğretim “İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” dersi kitabında Türkiye’nin geleceğini karartan, demokrasiyi katleden darbelere övgüler diziliyor…
Her fırsatta demokrasiden dem vuran Başbakan ve siyasî iktidar, biraz da bunlarla uğraşsa olmaz mı?
17.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|