Daha Anayasa Mahkemesinin iktidar partisi hakkındaki “gerekçeli kararı” açıklanmadan, başta Başbakan olmak üzere siyasî iktidardan “teslimiyet” sinyalleri veriliyor. Ve yeni tabirle “neo AKP”nin milletin değerlerinden ziyâde siyaset ve demokrasi dışı mihrakların “hassasiyetleri”ni nazara alacağını gösteriyor.
“Ciddî ihtar”lı “kapatmama kararı”yla daha da belirginleşen siyasî iktidarın sistemle “entegre” olma ve demokrasi dışı odakların “emrine girme” zafiyetinin “gerekçeli karar”la daha da derinleşeceği, bizzat Başbakan ile hükümet ve iktidar partisi sözcülerinin sözleriyle ikrar ediliyor.
Doğrusu, “Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin kapatılmasıyla ilgili dâvâda yazacağı gerekçeli kararın siyasetin alanının daraltacağı yönünde eleştiriler var, buna ne diyorsunuz?” sorusuna Erdoğan’ın verdiği cevap, içine sürüklenen kırılgan süreci ele veriyor.
Başbakan’ın “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara saygı duymaktan başka çaremiz yok; bu şartlarda siyaseti sürdüreceğiz” demesi, siyasetin alanını daraltan ve adeta demokrasiyi cendereye alıp Meclise rezerv koyan vahim kuşatmayı kabullenmesi, iktidar partisinin daha şimdiden havlu attığını deşifre ediyor.
SİYASETİN SINIRLANMASININ PEŞİNEN KABULÜ
Elbette iktidar partisinin devlet kurumlarıyla, Meclis ve siyaset dışı mercilerle çatışması doğru değil. Başbakan’ın öteden beri ifade ettiği “mutabakat arayışı”na da kimsenin bir şey dediği yok. Siyasetin tabiî seyri içinde demokratikleşme ve temel hak ve özgürlüklerin daha kapsamlı ve kalıcı olması için şüphesiz Meclis’te ve hatta siyaset dışı mercilerle “uzlaşma arayışları”nın olması gerekli.
Ne var ki bu “arayış” hiçbir zaman “teslimiyet”e dönüşmemeli. Bir yandan yıllarca kamuoyunu “uzlaşma arayışları”yla oyalayıp diğer yandan başörtüsü yasağına karşı ta İspanya’da sarf edilen “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışında olduğu gibi, meseleyi içinden çıkılmaz çıkmaza sokmamalı. Zira bu kırılganlık, öncelikle sözkonusu hak ve hürriyetlerdeki kazanımları kaybettiriyor. Kısmen de olsa AB uyum yasaları gereği yapılan demokratik düzenlemeleri de eğip bükerek işe yaramaz hale getiriyor.
Siyasî iktidarın sürekli erteleyip sonunda askıya aldığı YÖK yasasının, yasadışı başörtüsü yasağını “anayasa değişikliği”yle kaldırma teşebbüsünün akamete uğraması, özellikle din ve vicdan hürriyetinde, din eğitimi ve öğretiminde el attığı her konuyu yüzüne gözüne bulaştırmasının altında bu ciddî yanlışlık yatıyor.
Aslında Başbakan’ın demokrasi dışı mihrakların tam da istediği tarzda, siyaseti “Mahkemenin belirlediği çerçevede yapma” kaydını daha baştan kabullenmesi, göz göre göre milletin hakkını ketmetmek anlamına geliyor. Anayasaya göre “kayıtsız ve şartsız milletin olan” ve hiçbir mülâhaza ve gerekçeyle “hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılmayacak” “egemenlik hakkı”nı paylaşmaya peşinen razı olması, hakkına ve hukukuna sahip çıkmayan siyasetin demokrasiyi muallel duruma düşürdüğünün son örneği…
Daha çok darbe ve ara rejim dönemlerinde rastlanan bu “illet”, anayasanın Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine verdiği ve hiçbir surette devredilemeyecek olan “yasama yetkisi”ni demokrasi ve siyaset dışı “organlar”la paylaşma oyununa geldiğinin açık itirafı oluyor...
İKTİDAR, MİLLETİN EMANET
ETTİĞİ İRADEYE SAHİP ÇIKMALI...
Ne yazık ki siyasî iktidar milletin emânet ettiği iradeye sahip çıkmıyor; demokratik kararlılık göstermiyor. Başbakan, “Türkiye’nin en güçlü partisi AKP” diye övünüyor, “demokrasilerde meşruiyetin temelinde halk vardır” diye konuşuyor; lâkin iktidar partisi olarak “meşruiyetin temeli”ne dinamit sokulmasını “çaresiz” ve adeta “sindirerek” kabulleniyor. Hiçbir “demokratik tedbir” gereğini vurgulamadan, “Bu şartlarda siyaseti sürdüreceğiz” teslimiyetini ilân ediyor.
Başbakan’ın “gerekçeli karar”ın siyasetin hareket sahasını sınırlayacağı haberlerine mukabil, “Ne ben, ne de arkadaşlarım AKP’yi laiklik karşıtı eylemlerin odağı gösterilmesini kabul ediyoruz” savunmasını yaparken bile, “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmama” hesabına Meclis’in yasama yetkisinin kısıtlanması dahil bütün bu dayatmaları hazmedeceğini örtülü bir şekilde deklâre ediyor.
Aydın Menderes’in dikkat çektiği gibi, Başbakan ve iktidar partisi yönetimi, partinin iktidarda olmasını esas alıyor; önemli olan “iktidar koltuğunda kalmaktır” mantığıyla, bu uğurda en hayatî hususlarda bile tâvizlere hazır halde bekliyor. “Siyaseti sürdürme” hevesine ve “iktidarda kalma” adına her şeye hazır olduğunun sinyalini veriyor.
Oysa dâvâ sürecinde partisini kapatılması için “temkinli” ve bir bakıma gerilimi düşürücü “suskun politika” izleyen Başbakan ve iktidar partisinin, topyekûn siyasetin ve demokrasinin çembere alınması karşısında, her şeyden önce Anayasa Mahkemesi kararlarıyla demokrasi ve siyasetin “ihata”ya alınmayacağını haykırması icap ediyor.
Anayasanın, “egemenliğin kullanılması” ve “yasama yetkisini” belirleyen esaslarını; “Anayasa Mahkemesi, bir kanun veya kanun hükmünde kararnâmenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez” hükmünü hatırlatması ve bunda hiçbir etkiyle tâviz verilmeyeceğini bildirmesi gerekiyor.
Sahi her şey partiden mi ibâret; ve mesele AKP’nin iktidarda kalması mı? Sonra vesâyet altındaki bir iktidarın millete ne faydası olacak?
Başbakan ve iktidar partisi yöneticilerinin asıl bunu düşünmesi gerekiyor…
08.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|