Türkiye’de sistem tıkanmasının müsebbibi, şüphesiz “ideolojik devlet” dayatması. Elbette iktidar partisinin devlet kurumlarıyla çatışması uygun olmaz. Lâkin bu, emr-i vakilere gelmek, antidemokratik dayatmalara “teslim olmak” anlamına da gelmemeli…
Aslında AB’nin demokrasi standardına ulaşma azmindeki hiçbir demokraside millet iradesi vesâyet altına alınamaz. Zira hukukun üstünlüğünü esas alan çağdaş ve hürriyetçi demokrasilerde, “kayıtsız şartsız milletin” olan “egemenlik hakkı” hiçbir mülâhaza ile millet ve parlamento dışı kurumlara devredilemez.
Ne var ki mevcut anayasa bu illetle muallel. En bâriz örneği, 7. madde ile “yasama yetkisi”nin “Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde olduğunu” ve “bu yetkinin devredilemeyeceği”ni belirtirken, 6. maddede “kayıtsız ve şartsız milletin” olan “egemenlik hakkı”nın bizzat Anayasa ile bazı “yetkili organlar eliyle kullanılması” sapması. Bu vâziyet, daha başta demokratik sistemi hastalıklı hale getiriyor.
Dahası “egemenliğin kullanılmasının hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı” kaydına karşı, “yetkili organlar”ın araya sokuşturulması, demokratik bugünkü Anayasanın ne denli çelişkiler içinde olduğunu ortaya koyuyor.
Oysa anayasalar, demokrasilerde milletle devlet arasında temel mukavele metinleridir.
AB’Yİ ENGELLEYEN MÜSLÜMANLIK DEĞİL, “İDEOLOJİK DEVLET”
Gerçek şu ki onca ayıklanmaya rağmen, hâlâ demokrasiyi katleden 12 Eylül darbesinin derin izlerini taşıyan, resmî ideolojinin “korunma kollanması”nı amaçlayan bugünkü anayasa ile Türkiye demokratikleşemez, devlet hürriyetçi bir zemine oturamaz…
Bundandır ki AB muktesebatına ulaşmanın en birinci önceliği, evvelemirde anayasanın “resmî ideoloji”nin inhisarından kurtarılmasıdır. Zira hiçbir demokratik anayasada deli gömleği giydirilmiş felsefî tezler, şahısların ruhu öldüren uyduruk ideolojileri kılavuz alınmaz.
Türkiye’nin AB ile “resmî ideoloji” arasındaki ikilemini anlatan Avrupalı araştırmacıların değerlendirmeleri bu hususta dikkate değer.
Die Zeit gazetesinde yayınlanan “Batı Avrupalı gözüyle Kemalizm” yazısında Dr. Theo Sommer’in, “Kişiye tapma ve ‘ölümsüz önder, eşsiz kahraman’ gibi tumturaklı açıklamalarla Anayasa metnine kadar giren Cumhuriyetin kurucusuna Avrupa’dan çok Kuzey Kore yakışmaktadır” tesbiti bu açıdan çarpıcı. (XIII. Türk – Alman Gazetecilik Semineri, “Atatürk Devrimleri, Kemalizmin Dünü, Bugünü ve Yarını, 139)
“Aldanmayınız ve aldatılmaya da izin vermeyiniz” uyarısında bulunan Dr. Sommer’in, “Türkiye’nin yakın tarihte Avrupa Birliğine girişini engelleyen konu, Müslüman bir ülke olması gerçeği ya da ekonomik durumun AB’ne girişi sağlayacak ölçüde gelişkin olmaması da değildir” analizi oldukça anlamlı.
Neticede Dr. Sommer’in Türkiye’nin AB yoluna takoz koyan tek engelin, “Kemalizm töreni” olarak nitelendirilen “Atatürk’ün ilâhlaştırılmasını” nazara verip, “devlet kurucusunun ibadet şeklinde sunulan özdeyişleri, okul kitaplarında yer alan ruhu öldüren ideoloji” olduğu tahlili, Türkiye gerçeğini deşifre ediyor. Ve “bütün bunlar,—geçmişteki—Moskova, Varşova ve Prag’ı hatırlatmaktadır” atfı, dünden bugüne Türkiye’de demokrasi, hukuk ve insan haklarının karşı karşıya kaldığı handikabı ele veriyor.
Doğrusu “Kemalizmin karakteristiklerindeki bazı diğer hususları” demokratik bir devlet için “yadırgatıcı” bulan Avrupalı akademisyenin, en başta misal verdiği “ideolojik devlet” yapısından kaynaklanan dayatmalar, Türkiye’de devlet ve demokrasi ilişkilerini âdeta tanımlıyor. Sivil siyaset alanını daraltan, “ama”larla, “ancak”larla demokratik ve hürriyetçi değerleri kayıt altına alıp kısıtlayan, vesâyetçi denetimi meşrulaştıran tıkanık ve milletten kopuk sistemi su yüzüne çıkarıyor.
“CUMHURİYET VE DEMOKRASİ MÂNÂSINDAKİ MEŞRÛTİYET VE KÂNUN-U ESÂSÎ...”
Neticede bugün yapılacak olan, bundan bir asır önce Kur’ân’daki “meşveret” ve “şûra” İlâhî emrini rehber alıp Kur’ân nâmına sahip çıktığı Meşrûtiyeti ders veren Bediüzzaman’ın mebuslara hitaben “kanun-u esâsi”yi (anayasayı) izâh eden makalesinde temerküz ediyor.
Bediüzzaman’ın, “Cumhuriyet ve demokrasi mânâsındaki Meşrûtiyet ve kânun-u esâsî denilen adâlet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet (kuvvetin kanunda olması)” olarak târif ettiği vecihle, anayasaların her türlü ideolojiden azâde, sadece hakkı ve adaleti esas alması gerekiyor. (Divân-ı Harb-i Örfî, 69; “Yaşasın Kur’ân’ın Kanûn-u Esâsileri”, 26 Şubat 1324 –Mart 1909- Dinî Ceride, No:73)
Bu bakımdan siyasî iktidarın demokratik reformları temel alan “yeni anayasa”yı askıya alması; “kapatmama kararı”yla verilen “uyarı”lara kulak kabartıp milletten gelen demokratikleşme taleplerini kulakardı etmesi, Ankara’yı vâhim bir çıkmaza sürüklüyor. Daha yeni bir “kapatma dâvâsı” açılmadan iktidar partisinin kendini “demokratikleşmeye”, “hak ve özgürlüklere” kapatması, sonuçta “kendi kendini kapatması” olarak tezahür ediyor.
Sahi “kapatma” korkusuyla “kendi kendini kapattıktan” sonra daha “kapatma”ya gerek kalır mı?
02.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|