|
|
Hüseyin EREN |
Gönüldeki hilâl |
|
Daha gelmeden panolar, bilbortlar, el ilânları, broşürlerle kendini hissettirdi maneviyât ayı Ramazan… Reklâmlar rakamlar üzerine anıyor Ramazan’ı; alış veriş yönü nazara veriliyor, tüketim yanı dikkatlere çekiliyor, açlık hissettirilmeden iftar sofraları diziliyor renk renk, çeşit çeşit… Çorbalar, envai çeşit yemekler, tatlıların türlü türlüsü, içeceklerin seçmecisi… Öyle ki reklâmlarla sanki Ramazan yemek yenilen günler gibi algılatılıyor… Son yıllarda lüks otellerde açık mönü tıka basa yenilen iftar sofraları, değişen Türkiye’nin diğer yüzünü gözümüze sokuyor ekranlarda… Sözüm ona kendini kabullendirmede dini yaşantının nerelere geldiğini gösterme çabaları, gerçek ise kenar mahallelerde yaşanan hayatın kendisi; ülkenin % 30’a yakını Afrika fakirliği sınırında…
Bir yanda sınırsız tüketim, diğer yanda hüzün veren ihtiyaç içinde kıvrananlar… Ağızlarda Ramazan edebiyatı, fakirlik, yoksulluk sözleri, “Komşusu aç iken yatan bizden değildir” yaşanmamışlıkla anlatılan boğazdan öteye geçmeyen süslü cümleler…
Ramazan nereye geliyor, hilâl kime doğuyor, komşular nereye gitti, işçinin teri kurumadan ücretini vermek nerede, malı alırken satarken küçük düşürmemek ve abartmamak, ücretini ödemede kolaylık göstermek hangi semtte, ben siftahımı yaptım komşuma git hangi beldelerde?
Bereketsizlik, barışla buluşamama, bağışlayamama nedendir? Ruhu soyulmuş, tüketim elbisesi giydirilmiş Ramazanlar bizden hayrı, hakikati, samimiyeti, maneviyâtı uzaklaştırıyor… Süslü sözler, cilâlı cümlelerle reklâm kuşaklarını dolduran bir objeye dönüştü maneviyât ayı… Daha ayıkmadan bayram reklâmları zihinleri çeliyor, sanki bayramlarda sadece şeker, çikolata yeniyor, cola içiliyor…
Kapital kasırga önüne geleni yutuyor, anneler günüymüş, sevgililer günüymüş, Ramazanmış, bayrammış hiç fark etmez, yeter ki tüketilsin, hepsi kabulümüzdür… Dinî birkaç enstantane ile işi savuşturup tüketim furyasıyla, değerleri deviriyor, kendimizi bizden çalıyorlar…
Gökte hilâl var da gönüllerde hilâl nerede? Dünya kapitalizmin kuşatması altında, kaçacak yer yok, nereye gitseniz üç aşağı beş yukarı aynı manzaralar, aynı kıyafetler, aynı yiyecekler, aynı konuşmalar, aynı keyfiyetsiz ve kifayetsiz hâl…
Kenar mahallere erzak paketleri dağıtmakla tesellî olur, iftar çadırları açmakla çare olduğumuzu sanırız… Hiç yapmamaktansa bunlar da güzel bir eylemdir, asıl olansa Ramazan’ı yaşamak ve yaşatmaktır; kalp evinde, hanesinde, mahallesinde, şehrinde, şehirlerinde, yeryüzünde…
Her şeyiyle güzeldir Ramazan; sahuruyla, açlığıyla, tatlı iftar bekleyişleriyle, uzun teravih namazlarıyla… Kutlu olsun, bereket getirsin, barış ve bağışlanma getirsin bizlere.
02.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Oruçlunun iki sevinci |
|
BÜYÜK bir zatın, meselâ bir genel müdürün, bir bakanın, bir başbakanın yemeğine dâvet edilseniz nasıl zevk ve şevkle koşarak gidersiniz. İftar vaktinin Allah’ın ziyafetine bir dâvet olduğunu hiç düşündünüz mü?
Bütün nimetler Onun. Ramazan’da oruç tutan kullarına bir ziyafet veriyor Cenâb-ı Hak. Onun için mü’min sevinçli, mutlu iftar vaktinde. Hem de hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek derecede sevinçli ve mutlu. Nitekim bir hadis-i şerifte buna şöyle dikkat çekilir: “Oruçlu için iki sevinç vardır. Birinci sevinci iftar vaktindeki sevincidir. İkinci sevinci de Rabbine kavuştuğu andaki sevincidir.”1
Bu, Cenâb-ı Hakk’ın Rububiyetine karşı kulun ubudiyetini, yani kulluğunu takınma hadisesidir. Ramazan İktisat Şükür Risâlesi’nde dikkat çekildiği gibi Cenâb-ı Hak yeryüzünü bir nimet sofrası hâlinde yaratmış, çeşit çeşit nimetlerini umulmadık yerlerden o sofraya dizmiştir. Bununla mükemmel Rubûbiyet, Rahmaniyet ve Rahimiyetini göstermiştir. Ama insanlar gaflet sebebiyle, sebeplere takılarak bu hakikati tam olarak göremez, bazen de unuturlar. Ramazan-ı Şerifte ise inananlar muntazam bir ordu hükmüne geçer, Sultan-ı Ezelînin ziyafetine dâvet edilmiş bir tarzda akşama yakın, “Buyurunuz!” emrini beklercesine bir kulluk tavrı göstermeleri o şefkatli, haşmetli ve geniş Rahmaniyete karşı geniş, büyük, düzenli bir kullukla mukabele ederler. Bu hakikate yer verildikten sonra şu soru soruluyor Ramazan Risâlesi’nde: “Acaba böyle ulvî ubudiyete, şeref-i kerâmete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?”
Ramazan-ı Şerifte tuttuğumuz oruç, verdiği sayısız nimetlerinden dolayı Allah’a bir şükrün ifadesidir. Bedenin zekâtıdır oruç. Nitekim Allah Resûlü (asm), “Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur”2 buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmişlerdir.
Cenâb-ı Hak bin bir çeşit nimetini gözün hoşlanacağı, ağzın tat alacağı, mideye yarayacak tarzda yeryüzünü bir nimet sofrası hâlinde önümüze sermiştir. Bunlara karşılık bizden şükür istemektedir. Ama insanoğlu sebeplere takılıp asıl nimeti veren Cenâb-ı Hakka gereken şükrü yapamamakta, O’nun sebeplerden bin kere daha fazla teşekküre lâyık olduğunu unutmaktadır. Birinci Söz’de dikkat çekildiği gibi bir Sultan’ın gönderdiği hediyeyi getiren adama teşekkür edip hediyeyi gönderen Sultanı tanımamak, ona teşekkür etmemek nasıl aptallık ise tablacı ve birer sebep olan yaratıkları tanıyıp da gerçekten nimet veren Cenâb-ı Hakkı tanımamak ne kadar büyük bir aptallıktır.
Cenâb-ı Hakk’a teşekkür etmek ise nimetleri doğrudan doğruya O’ndan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere ihtiyacını hissetmekle olur.
Dipnotlar:
1- İbni Mâce, Sıyam: 1.
2- İbni Mâce, Sıyam: 44.
02.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Emirdağ'da bunlar da yaşandı |
|
Seksen küsûr yıllık hayatının en uzun devresini Emirdağ'da geçiren Bediüzzaman Hazretleriyle alakalı olarak, bu beldede cereyan eden ders ve ibret alınacak pekçok hadise ve hatıra var.
Bunlardan tesbit edebildiklerimizi burada sizlerle de paylaşmak istiyoruz. Mümkün olduğunca kısaltmaya çalışarak, ilk hatıraya bugün başlıyoruz.
Uyuyan da istifade eder
Aslen Emirdağ'lı olan merhum Bayram Yüksel Ağabeyden bizzat dinlediğimiz bir hatıra...
1974 yılı yaz aylarında Malatya'daydık. Kıbrıs Savaşının bütün sıcaklığıyla yaşandığı günlerdi. Aynı zamanda Kore gazisi olan Bayram Ağabey, Malatya'daki Nur Talebelerini ziyarete geldi. Akşam, bir evde Risâle–i Nur dersi okunuyordu. Evin salonu hıncahınç dolmuştu. Kalabalıktan ve sıcak havanın vermiş olduğu rehavetten olsa gerek, yaşlı bir zat (Kerim Amca) uyuklamaya başladı.
Tam o esnada, yanındaki bir başka şahıs "Bayram Abinin bulunduğu bir derste sen nasıl uyuklarsın!" dercesine, uyuyan zatı dürtükleyerek uyandırmaya çalıştı.
Durumu anında fark eden Bayram Ağabey ise, dersin kesilmesine de mahal vermeden eliyle "Dur, karışma" işaretini yaptı. O kişi de buna uydu ve durdu, dersin sonuna kadar da hiç karışmadı.
Ders bittikten sonra Bayram Ağabey şu mânâda bir açıklamada bulundu:
"Kardeşler! Bakın, Üstad'tan gördüğümüzü ve acizane Risâle–i Nur'dan öğrendiğimizi size aktarmak istiyoruz.
"Risâle–i Nur dersinin okunduğu yerde bulunan bir kimse, uyusa dahi yine de hissesini alır. Çünkü, o şahsın şuuru kapanmış olmasına rağmen, başta ruh ve kalbi olmak üzere, diğer bütün latifeleri uyanıktır, hayattardır.
"Hem bilirsiniz ki, Risâle–i Nur, sadece akla ve şuura hitap etmiyor. Aklın ve kalbin ötesindeki duygulara, hatta—sekeratta—şeytanın bile elinin ulaşamadığı hislere hitap ediyor, o latifeleri iman nuru ile besliyor, tatmin ediyor.
"Bu bakımdan, 'Derste uyuklayan kimsenin Nurlar'dan istifadesi yoktur' gibi bir mülahaza yanlış olur. Risâlelerin mânâ ve mahiyetini tam derk edememek olur.
"Kaldı ki, biz de Üstad'ımızdan böyle gördük, böyle öğrendik.
"Tabiî, bu demek değildir ki, dersi uyuyarak geçirelim. Bunu kimse 'uyuma fetvası' şeklinde de düşünmesin. Okunan bir dersi ne kadar uyanık, dikkatli ve müteyakkız bir vaziyette dinlersek, istifademiz de o derece yüksek olur."
Genç ölümleri
Anadolu'da söylenen hakikatli bir sözdür: "Neylersin ki, eceldir bu: İhtiyarları alır sıra sıra; gençleri de alır ara sıra."
İşte o ihtiyarlardan biri olan M. Reşit Aydın, yakın zamanda ebediyete irtihal etti. Cesim, Abdülbari ve Ahmet kardeşlerin babası olan merhuma Cenâb–ı Hak'tan rahmet ve mağfiret, evlâtlarına taziyetlerimizi suranız.
Genç taifeden vefat eden kardeşimiz ise, adaşımız muhterem Latif Kaymak Ağabeyimizin kızı ve aziz arkadaşımız Nureddin Abut'un sevgili eşleri olan Nurcan Abut.
Nurcan kardeşimizin mânen yaşamaya ve şirket–i mâneviyedeki duâ ve hasenattan
hissedar olmaya devam ettiğine inanarak, kendisine Allah'tan rahmet ve mağfiret, geride kalan her iki taraftaki aile efradına taziyetlerimizi sunuyoruz. MLS.
Tarihin yorumu = 2 Eylül 1925
Sarık yasak, şapka mecburi
Meclis'teki tek partiye (CHP) dayalı Bakanlar Kurulu, 2 Eylül 1925'te almış olduğu "şok kararlar"la koca bir milletin ve memleketin dinî, tarihî ve kültürel değerlerini altüst etti.
Dünden bugüne doğru, bu kez kendisi altüst olmak durumunda kalan bu şok kararlar, şu önemli hususlara dairdir:
1) Müslüman Türklerin de yaklaşık bin yıldır kullandığı ve İslâmın artık bir şeairi, bir sembol kıyafeti haline gelen sarık, ülke genelinde yasaklandı.
2) Tekke ve zaviyeler kapatıldı, türbe ziyaretleri yasaklandı.
3) Devlet memurları için şapka giyme mecburiyetleri getirildi.
* * *
Sarık yasağı ile şapka giyme mecburiyetinin bütün şiddetiyle uygulandığı o dikta döneminde, sarığını başından çıkarttırmayan tek şahsiyetin Bediüzzaman Said Nursî olduğu biliniyor.
Üstad Nursî, defalarca sevk edildiği mahkeme salonları olsun, valilik gibi diğer devlet daireleri olsun, başındaki sarığı hiçbir zaman ve hiçbir yerde çıkarttırmadı.
O bu şeairi terk etmemekle, bütün bir milletin mânevî vebalden kurtulmasına vesile oldu.
Kapalı tutulan ecdat türbelerinin ziyaret edilmesi, bu millete yaklaşık 25 yıl süreyle yasaklandı.
Memurların şapka giyme mecburiyeti kànunen halen yürürlükte. Ancak, bugün bunu takan yok.
02.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur meslek ve meşrebinin ana umdeleri-1 |
|
Bediüzzaman, Risâle-i Nur meslek ve meşrebini bir kanaviçe gibi örer. Muhtelif mevzuları işlerken serpiştirdiği bu hususları, önce ana maddeler hâlinde sıralamaya, ardından açmaya çalışalım:
- Risâle-i Nur’un temel meşrebi; hakikat mesleği olmasıdır. Yani, iman esaslarını delillere dayanarak benimsemek;1 acz ve fakrını anlayarak, İlâhî hakikatleri tefekkür ederek; aklî, ilmî bürhanlara dayanarak gerçeği bulmak; ibadet ve zikirle özümsemektir.2
Hizmet tarzı tasavvuf/tarikatvârî değil, hakikat mesleğidir.3 Yani, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla veya evliyâ (mutasavvıflar) gibi yalnız kalbin keşif ve zevkiyle değil; veya hükema (İslâm felsefecileri, filozoflarının) ve ulemanın mesleğinde de gitmeyip, bunları birleştiren bir marifet penceresiyle bakmaktır.
- Nur mesleğinde evvelâ kendini muhatap alıp, nefsini terbiye etmek asıldır.4 Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimizden başlamalıyız.5
- Risâle-i Nur mesleğinde, îmandan sonra en fazla takva ve amel-i salih esastır. Takva, menhiyâttan ve günahlardan ictinab etmek; amel-i salih emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Farz ve sünnetlere dikkat ve büyük günahlardan çekinmek esastır.6
- Nur mesleğinin esası ihlâs sırrına dayandığından7 îman ve Kur’ân hizmeti, maddî ve mânevî hiçbir makama basamak yapılamaz.8 Zîrâ, hedef dünyayı değil, ahireti kazanmaktır.9
- Risâle-i Nur mesleği kardeşliktir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid arasındaki vasıtalar değildir.10
- Zaman cemaat zamanıdır. Kuvvet, sevk ve idare şahısların elinde değil; cemaatin, şahs-ı mânevînindir. Risâle-i Nur mesleğinde kerâmete ve şahsa ehemmiyet verilmiyor.11
- Nur mesleğinde şahıslar değil, şahs-ı manevî hükümrandır.12 Âl-i İmrân, 159. ve Şûrâ 38. âyetlerin emirleri gereğince Nur cemaatinde istişare ve şer’î meşveret esastır.13 Bediüzzaman, “Her meselemizde emir, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var”14 diyerek cemaat yapılanması ve yönetim biçimini belirler:
Risâle-i Nur hizmetinde, şahıslar değil, şahs-ı mânevî esastır. Benlik, enaniyet, şan, şeref, gösteriş ve makam peşinde koşmamak gerektir.15
- Nur mesleğinde bütün himmet ve gücü Risâle-i Nur’a ayrılmalı. Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak ve hayatının en önemli vazifesi onun neşir hizmeti bilmek.16 Başka eserlere çok çalışan var. Nur talebelerinin yüz eli de olsa, Nur’a ayırmalı. Amerika, İngiliz kadar serveti de olsa, yine îmânı kurtarmak dâvâsına hasretmeli. Zira; başka İslâmî hareketlerin mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O hakikatlerin intişarında bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lâzım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve âli hakikatler kaybolmasına vesile olur.17
- Nur mesleğinde tam ihlâstan sonra en büyük esas; sadakat (bağlılık), sebat ve metanettir.18 Yani, olaylara konjonktürel değil, Risâle-i Nur prensipleriyle yaklaşılır.
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 80.; 2- Mektûbât, s. 340.; 3- Mektûbât, s. 26.; 4- Sözler, s. 11.; 5- Sözler, s. 243.; 6- Emirdağ Lâhikası, s. 110.; 7- Kastamonu Lâhikası, s. 183.; 8- Hizmet Rehberi, s. 86.; 9- Emirdağ Lâhikası, s.455.; 10- Lem’alar, s.156.; 11- Emirdağ Lâhikası, s. 77.; 12- Hizmet Rehberi, s. 159.; 13- Hizmet Rehberi, s. 175.; 14- Emirdağ Lâhikası, s. 195.; 15- Lem’alar, s.159-160.; 16- Mektûbât, s. 329.; 17- Tarihçe-i Hayat, s. 600., Kastamonu Lâhikası, s. 52.; 18- Kastamonu Lâhikası, s. 187.
02.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Bu zihniyetin anatomisi ve Ramazan |
|
Edward Said’in bir oryantalist olan Louis Mossignon’dan aktardığı şu sözler, bizim Batılılaşma serüvenimizin hangi noktalara temas ettiğini göstermesi bakımından ilginçtir. “Onların her şeylerini tahrip ettik, felsefeleri, dinleri mahvoldu, artık hiçbir şeye inanmıyorlar, derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun bir hale geldiler.”
Bugün olduğu gibi, toplumumuzun “anarşi ve intihar için olgun bir hale gelmesi”nde hayat görüşümüzü, değerler sistemimizi Batı’ya kaptırmamızın büyük rolü vardır. Nesillerin böylesine kendi değerlerinden uzaklaşmasının ardında, Cumhuriyet döneminin önemli isimlerinden Vedat Nedim Tör’ün Cumhuriyet’te yazdığı, aslında bir şuur kaybının da ifadesi olan, şu sözler vardır:
“Bugünün neslini Avrupa kültürü ile yetiştireceğiz. Ona her şeyden önce klâsik bir sanat terbiyesi vereceğiz. Yunan ve Latin sanatından başlayarak, Avrupa kültürünün sanat numûnelerini ve sanat tarihini öğreteceğiz. Bu surette liseyi bitiren bir Türk genci Nef’i’yi, Baki’yi, Nedim’i anlamayacak, fakat Homer’i, Şekspir’i, Rasin’i, Şiller’i tadacak.
Hangi millete mensup olursa olsun, her Avrupalı genç bunları bilir, fakat Nef’i’yi tanımaz. Nef’i’yi tanımamak Avrupalılık için bir noksanlık değildir. Türklük için de. Fakat Göte’yi bilmemek büyük bir boşluktur.”
Tanzimat’la birlikte toplumumuzda başlayan “kültür ve medeniyet değişmesi”nin daha çok Batı kültürü lehinde doğurduğu “kültür ikiliği”nin temelinde işte bu zihniyet vardır. Bugün toplumumuzda yaşanan kimlik bunalımının da temelini bu anlayış oluşturmaktadır. Türkiye’nin modernleşme sürecine hakim olan din dışılık sayesinde tarihî bir derinliğe sahip olan İslâmî ritüellerin işaret ettiği derinlik sığlaşmıştır. Bugün, 30 Ağustos Resepsiyonuna dâvetler, eşli mi olacak eşsiz mi olacak? Başörtüsü siyasî bir simge midir, değil midir? şeklindeki çağdışı (üstelik ülkenin askerî ve siyasî açıdan kritik bir anında) tartışmalarının yapılmasını sürekli kılan, Ergenekonlarla ülkeyi kaosa sürükleyen hep bu zihniyettir.
Bizi derin bir boşluğa mahkûm eden bu zihniyeti karşısında önemli bir uyarı da–içerdekiler bir yana—dışarıdan gelmiştir. Avusturya devlet adamlarından Metternich, yakın dostlarından biri olan zamanın Viyana Sefiri Sadık Rıfat Paşa’ya bir mektubunda şöyle yazar: “İmparatorluk günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı? Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Temellerini III. Selim’in attığı bu zihniyeti derin cehâleti ve sonsuz ha-yalperestliği yüzünden II. Mahmud son haddine vardırır. Bâb-ı Âlîye tavsiyemiz şudur: Hükümetinizi dinî kanunlarınıza saygı esası üzerine kurunuz. Devlet olarak varlığınızın temeli, padişahla Müslüman teb’a arasındaki en kuvvetli bağ dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İda-renizi düzene sokun, ıslâh edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Avrupa medeniyetinden, sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın.”
Anarşi ve intihar için olgun bir hale geldiği düşünülen bir milletin, Risâle-i Nurlarla bu derin boşluktan çıktığını ve Risâle-i Nurların bahsi geçen “en kuvvetli bağ olan din” bağını bütün İslâm âleminde sağlamlaştırmaya devam edeceğini söylemek bir hakikatin teslimi olur. Bu gerçeği büyük bir iştiyakla ifa etmeye başladığımız Ramazan dolayısıyla daha iyi anlayabiliyoruz. Ramazan, bir çok yönüyle İslâm âlemi açısından bir duruşu, ittihad noktasındaki samimiyeti ve kurtuluş yollarını aramadaki gayreti ortaya koymaktadır. Müslümanların hayatın birçok noktasında kendini gösteren dağılmışlık ve savrulmuşluk hali, Ramazan’la birlikte sıkı bir bağa, sağlam bir birlikteliğe ve ortaklığa dönüşüyor ki, Bediüzzaman’ın Uhuvvet Risâlesi’nde ifade ettiği 1111 kıymetini ortaya koyuyor. Bu dayanışma, değerlerine ve inançlarına sahip çıkma görüntüsü, bizde Tanzimat’tan beri yaşanan kültür ve medeniyet buhranına ve kültür ikiliğine de son veriyor. İslâm âlemi, bu görüntüyü yaygınlaştırabildiği oranda sıkıntılarından kurtulacaktır. Bu birlikteliği diğer aylara da serpiştirebildiği anda kendi ayağına vurulan prangalardan kurtulacak ve kendisi için verilen müjdeleri görebilme imkânına kavuşacaktır.
02.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
“Mısır’da, Ramazan bir başkadır” |
|
Kahire’ye ilk taşındığım zaman, aylardan Eylül’dü. Bunun bir ehemmiyeti yoktu pek, ama o ayı ehemmiyetli kılan, Ramazan olmasıydı. Mısırlı arkadaşlarımdan yıllarca Mısır’da Ramazanın nasıl olduğunu duymuş ve bunu yaşamak için sabırsızlanmıştım. Ve iki yıl önce Mısır’da ilk Ramazan’ıma başlamış oldum.
Aslında bayram geldiğinde gurbette bıraktıklarıma yazdığım bir e-mailde, “Kahire’ye bakıp, İstanbul’u gördüğümü” söylemiştim. Nil’i Boğaz yapıp, oturduğum semti Bakırköy’e benzettiğim zamanlardı daha. Çok yeniydim. Çok acemiydim. Yemeklere alışamadığım için sahur yapmadan oruç tuttum. Yemeklere alışamadığım için birşey yemeden oruç açtım. İftar sofralarında suya bile dokunamadım bazen. Ama Mısır’da Ramazan’ın ne olduğunu uzaktan seyrederek çok iyi anlamıştım. Mısır’da Ramazan demek, şenliklerin en büyüğüydü. Ramazan, insanların 30 gün boyunca kutlayıp, doyasıya yaşadıkları ayların en zenginiydi.
Ramazan gelmeden önce sokaklarda, marketlerde, pazarlarda her yerde Ramazan’ı karşılayan süslemeler, yazılar göze çarpar. Marketlerdeki gıda çeşitleri artar, Ramazan’da tüketimi ön plana çıkan maddelerde kampanyalar başlar. İnsanların Ramazan’dan önce sanki kıtlık olmuşçasına alış veriş etmesine önce bir mânâ verememiştim. Ama, Ramazan boyu iftar ve sahur dâvetlerine, gecelerce süren faaliyetlere katılmaktan dolayı, normalde alış verişe pek zamanları kalmadığını gördüğümde biraz hak verdim. Gündüzleri de uyumaktan alış verişe pek zaman kalmıyordu.
Mısır’da devlet de Ramazan’da çeşitli düzenlemelere gidiyor. Kış saati uygulamasına mutlaka Ramazan’dan önce geçilmesi bana oldukça garip gelen uygulamalardan birisi. Artık Ramazan’ın iyice yaz aylarına denk geldiği bu yıl bile, Mısır’da saatler şu an itibariyle geriye alınmış durumda. Bir dahaki sene tam anlamıyla yaz olduğu zaman da aynı uygulamaya devam edecekler mi bilmiyorum, ama bu uygulamanın sebebini hiç anlayabilmiş değilim.
Bunun yanı sıra, okullardan bankalara, devlet dairelerinden özel işletmelere kadar çoğu yerde giriş-çıkış saatleri yeniden ayarlanıyor. Bir saatlik dersler 20 dakikaya, üç saatlik dersler bir saate düşürülerek, öğrencilerin oruçluyken fazlaca yorulmalarına meydan verilmiyor. Resmî daireler ve bankalar da öğlen itibariyle kapanıyorlar. Resmî işletmelerin, Ramazan boyunca, açık olsalar da, pek bir iş yaptıkları söylenemediğinden, Mısır’da Ramazan boyunca hiçbir işin yapılamayacağı ve yürümeyeceği yıllardır söylenegelen ve doğruluğu ispatlanmış tesbitler arasında. Bunun gibi şeyler, insanların Ramazan’ı dinlenme, eğlenme ve dostlarla bir araya gelme ayı olarak kabullenmesinden kaynaklanıyor.
İftardan önce fırtına öncesi sessizliğin yaşandığı Mısır sokakları, iftarın hemen ardından cümbüş yerine dönüyor. Sahura kadar kalabalığın dağılmadığı sokaklar ve her dakika dolup taşan lokantalar, rengârenk mağaza vitrinleri, her gün bayram arefesiymiş gibi dolup taşan dükkânlar, cıvıl cıvıl insan kalabalıklarıyla doluyor. Her gece sahur için başka bir lokantaya ya da kafeye rahatlıkla gidebildiğiniz Mısır Ramazan’larında iftar da başlı başına bir tören.
Bana enteresan gelen iftar geleneklerinden biri de, hurmaların çekirdeklerinin çıkarılıp, 7-8 hurmanın bir bardak süte konulması ile hazırlanan yiyecek. Oruç açarken içinde hurmaların beklediği bu sütü içip, ardından yumuşayan ve süt ile aromalaşmış hurmaları yemek, Mısır’daki Ramazan âdetlerinden biri. Bir diğeri de Amered-din (Kamer-ed Din) denen, bizdeki kayısı pestilinin eritilip, bir şekilde pelte yahut içecek haline getirilmesiyle sunulan bir meşrubat türü. Bu iki içecek-yiyecek, Mısır’da Ramazan sofralarının baş tacı denebilir.
Mısır’da Ramazan, 11 ay boyunca heyecanla beklenen ve yaşandığı bir ay boyunca da hiç bitmemesi yürekten dilenen bir ay. Aslında bu kadar övülüp, “Mısır’da Ramazan bir başkadır” denmesine ilk etapta insan bir mânâ veremese de, bir müddet yaşayıp halkı ve kültürü tanıdıktan sonra, Mısır’da Ramazan’ın ne denli başka olduğunu anlıyor.
02.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Millet ve asker |
|
Genel olarak bakıldığında, komutanların devir-teslim törenlerinde yaptıkları konuşmaların yankılarını önceki yıllardaki muadilleriyle kıyaslarsak, kamuoyunda çok fazla mâkes bulduklarını ve gündem oluşturduklarını ifade edebilmek bir hayli zor görünüyor.
“Paşalar her zaman böyle güzel konuşmalar yapıyorlar” diye başlayıp, “ama” ile devam eden CHP liderinin “Sözle etkili olma aşaması geride kaldı” şeklinde hayıflanması bundan olsa gerek.
Anlaşılan o ki, Baykal ya askerden ümidini kesti veya orduyu “sözün ötesine geçen fiil ve eylemler”e yönelmesi için provoke etmeye çalışıyor.
Oysa Türkiye artık bunları aşmış olmalı. Nitekim bilhassa AB sürecinde alınan mesafenin etkisiyle, askerin olur olmaz yer ve zamanlarda, kendi görev ve yetki alanının dışındaki konularda “söz” söylemesi bile ciddî şekilde eleştiriliyor.
Akıntıya karşı durulamayacağını tesbit edip değişime ayak uydurmanın yolunu “devrimcilik” ilkesini tekrar yorumlayarak bulmaya çalışan Büyükanıt’ın şu sözleri de bu bağlamda ilginç:
“Atatürkçü düşünce sistemini ve onun kazanımlarını korumak sadece Türk Silâhlı Kuvvetlerinin değil, tüm Türk milletinin görevidir.”
Milletin içinden çıktığını, onun emrinde ve hizmetinde olduğunu her fırsatta tekrarlayan ve denetim konusunda dahi “ulus dışında bir denetime ihtiyacı bulunmadığını” yeni Kara Kuvvetleri Komutanının ağzından ilân eden TSK, herhalde kendisini millete “görev dikte etme” pozisyonunda görerek bu mesajı vermemiştir...
Büyükanıt’ın o sözünden çıkarılacak sonuç, adı geçen “düşünce sistemi”ni koruyabilmek için tek başına TSK’nın yeterli olmadığı, milletin de sahip çıkmasının şart olduğu gerçeği olabilir.
O halde, bunun bir adım ötesi, gerek o konuda, gerekse diğer tüm konularda milletin vereceği karara kayıtsız şartsız saygılı olmak olmalı.
Milletin seçtikleriyle arasına mesafe koymakta, hattâ onlarla sürtüşmekte beis görmezken, kendisini doğrudan milletle muhatap sayan askerden beklenecek tavır herhalde böyle olmalı.
Çünkü içten ve gönülden gelen bir sahiplenme, dikte ederek, buyurarak, dayatarak sağlanamaz. Sevdirip benimsetmenin yolu bu olamaz.
Gerçekleri tahrif eden tek taraflı bilgilendirme ve propagandalarla da hiçbir yere varılamaz.
Onun için, bırakın, herşey alabildiğine özgür bir ortamda konuşulsun, kavga ve sürtüşmeye meydan vermeden, saygı ve hoşgörü içinde tartışılsın, gerçekler ortaya çıksın, herkese kendi hür iradesiyle tercihte bulunma imkânı verilsin.
Ne zaman bunu başarabilirsek, çağdaş, medenî ve huzurlu bir toplum olma yoluna ancak o zaman girebiliriz. Aksi halde kördövüşü bitmez.
Bunun önemli şartlarından biri, dediğimiz gibi, milletle doğrudan bağlantı içinde olduğunu her fırsatta vurgulayan askerin, aynı millet tarafından ülkeyi yönetmekle görevlendirilen seçilmişler karşısındaki tavır ve duruşunu da evrensel demokratik kurallara uygun hale getirmesi.
Bir taraftan milletin içinden çıktığınızı ve dünyada milleti tarafından en çok sevilen ordu olduğunuzu her fırsatta tekrarlayacaksınız; diğer taraftan milletin seçtiklerine kuşkuyla bakıp onları kendi çizginize gelmeye zorlayacaksınız!
Sanırız, asker hayli zorlanarak da olsa yavaş yavaş itidale doğru geliyor. Özellikle 27 Nisan ve 22 Temmuz tecrübelerinden, toplumda dayatma ve müdahale olarak algılanan tavırların ters teptiğini çok açık bir şekilde gösteren örnekler olmaları yönüyle gereken dersler çıkarılmış olmalı ki, ondan sonraki süreçte daha hazımlı ve dikkatli bir görüntü verilmeye başlandı gibi.
Ama müdahaleci anlayış “Cumhuriyetin temel niteliklerinde tarafız, bunun siyasî bir anlamı yok” söylemleriyle hâlen de devam ettiriliyor.
Bu yapılırken, milletin hassasiyetlerini incitecek ifade ve hattâ “sataşma”lardan geri durulmuyor. Yeni Genelkurmay Başkanının cemaatlerle ilgili sıkıntılı sözleri, bunun yeni bir örneği.
02.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Myanmar'da Ramazan |
|
Eski adı Burma olan, ancak askerî yönetim tarafından ismi Myanmar olarak değiştirilen 'yeşil ülke'de Ramazan ayının ilk günlerini idrak etmek nasip olacak İnşallah.
Myanmar'da, bilhassa başşehir Yangon'da hatırı sayılır bir Müslüman nüfus var.
Tabiî ki Myanmar denince akla Budism ve Budistler geliyor. Müslümanlar sadece bir azınlık. Bu Güney Asya ülkesinde resmî rakamlara göre yüzde 5, gayr-ı resmî rakamlara göre de yüzde 15 civarında Müslüman yaşıyor. Rakamlardaki bu açık fark, yönetimin Müslümanlara yaklaşımını da göz önüne seriyor.
Tabiî ki her ülkenin kendisine göre şartları var. İlk bakışta Myanmar'daki Müslümanların sıkıntısı hissedilmiyor. Öyle ye, başşehir Yangon'da görebildiğimiz kadarıyla onlarca küçük ya da büyük cami var ve hepsi de açık. Geçen Cuma namazını Yangon'daki tarihî bir camide kıldık. Caminin imamı Ramazan-ı Şerifle ilgili güzel bir hutbe okudu. Bu yönüyle her şeyin yolunda olduğu söylenebilir.
Fakat başşehrin kenar mahallelerine gidip, orada yaşayan Müslümanların halini görünce durumlarının çok da kolay olmadığını anlamak mümkün. Yangon'da faaliyet gösteren özel bir kurs merkezi mesabesindeki "El Ezher Enstitüsü"nün sorumluları, Myanmar'da yaşayan Müslümanların sıkıntıları nelerdir?" şeklindeki 'kolay' bir soruyu cevaplandırırken çok dertliydiler. "Hangisini sayalım ki?" diye söze başladılar ve şu ana kadar hiç duymadığımız 'iddiaları' sıraladılar. Buna göre, Müslümanlara 'kimlik kartı' verilmiyormuş. Az sayıdaki 'okumuş/yazmış' Myanmarlı Müslümanların dışında büyük çoğunluğun kalıcı bir kimlik kartı yokmuş. Sadece seçim dönemlerinde oy kullanabilmek için '3 ay süreli geçici kimlik kartı' veriliyormuş ve daha sonra bunlar geçersiz oluyormuş. Bizdeki 'tapu tahsis belgeleri' gibi bir uygulama olsa gerek. Tabiî ki 'kimlik kartı' olmayan bir kişinin, yaşadığı ülkede iş yapması, mülk edinebilmesi gibi en temel haklardan mahrum kaldığını hatırlatmaya gerek yok. Bu 'iddiayı' başka kişiler de tasdik etti ki, bu durum Müslümanların göründüğü kadar rahat olmadıklarını hatıra getiriyor.
Bu ülkede yaşayan Müslümanların azınlık olması, diğer bütün İslâm ülkelerine büyük sorumluluk yüklüyor. Elbette zor durumda olan Müslümanlar sadece Myanmar'da yaşamıyor. Belki de başka bazı ülkelerde 'azınlık' olarak yaşayan Müslümanlar çok daha zor şartlar altında hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. İşte mübarek Ramazan ayında diğer bütün Müslüman kardeşlerimizin halini daha iyi anlamalı ve onlara gelden gelen her türlü maddî ve manevî desteği, yardımı ulaştırmalıyız. Bu sorumluluk hepimizin ortak sorumluluğu. Devletler ve milletler nezdinde yapılabilicek işler olduğu gibi, şahsen yapabileceğimiz işler de olmalı. 'Komşusu açken tok yatan bizden değildir' ihtarı bu günlerde daha iyi tahlil edilmeli...
Myanmar, Ramazan ayına 2 Eylül'de başlıyor. Burada Türkiye'de olduğu gibi bir 'dinî otorite' yok. Daha çok 'hilâl gözlenerek' bu iş yapılıyormuş. Hazırlanan 'imsakiye'ler Ramazan ayının başlangıcını 2 Eylül 2008 olarak gösteriyor. Ramazan ayının aynı günde başlanması da elbette çok önemli, ancak başka problemler bu konuların gündeme gelmesini dahi engelliyor.
İslâm ülkelerinin üst kuruluşu olan İslâm Konferansı Örgütü, Müslüman milletlerin yaşadıkları ülkelerde rahat ve huzurlu olabilmesi için daha fazla gayret göstermeli. Bu problemler Birleşmiş Milletler nezdinde de güçlü bir şekilde gündeme taşınmalı ve çözülebilecek problemler bir an önce çözülmeli. 1 milyarı aşan İslâm dünyası, 'ittihad' etse, bu maddî ve manevî güç karşısında hangi insafsız durabilir? İslâm dünyası sahip olduğu manevî birliğin fırkına varmalı ve bunu gerek BM nezdinde ve gerekse başka mahfillerde mutlaka gündeme taşımalıdır.
İnsanca yaşamak bütün 'insan'ların hakkıdır. Bazı Müslüman topluluklarının yaşadığı hayat standardının 'insanca' olduğunu söylemek imkânsız. Pek çok başka örnekler içinde Myanmar'da yaşayan Müslümanlar buna bir örnek.
"Ramazan bayramında ya da başka dönemlerde hangi 5 yıldızlı otelde nasıl bir tatil yapayım? 'Kirlenen' koltuk takımlarımı ne zaman değiştireyim? Sıfır model lüks bir aracı kaç taksitle satın alayım?" diye düşünen ehl-i iman, bunlara karar vermeden bir de; yaşadığı ülkede 'azınlık' olan Müslüman kardeşlerini düşünsün. Daha doğrusu hepimiz birden düşünelim...
Bütün olumsuzluklara rağmen ümitvar olmaya devam İnşallah...
02.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Demokratik anayasa ve “resmî ideoloji” ikilemi |
|
Türkiye’de sistem tıkanmasının müsebbibi, şüphesiz “ideolojik devlet” dayatması. Elbette iktidar partisinin devlet kurumlarıyla çatışması uygun olmaz. Lâkin bu, emr-i vakilere gelmek, antidemokratik dayatmalara “teslim olmak” anlamına da gelmemeli…
Aslında AB’nin demokrasi standardına ulaşma azmindeki hiçbir demokraside millet iradesi vesâyet altına alınamaz. Zira hukukun üstünlüğünü esas alan çağdaş ve hürriyetçi demokrasilerde, “kayıtsız şartsız milletin” olan “egemenlik hakkı” hiçbir mülâhaza ile millet ve parlamento dışı kurumlara devredilemez.
Ne var ki mevcut anayasa bu illetle muallel. En bâriz örneği, 7. madde ile “yasama yetkisi”nin “Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde olduğunu” ve “bu yetkinin devredilemeyeceği”ni belirtirken, 6. maddede “kayıtsız ve şartsız milletin” olan “egemenlik hakkı”nın bizzat Anayasa ile bazı “yetkili organlar eliyle kullanılması” sapması. Bu vâziyet, daha başta demokratik sistemi hastalıklı hale getiriyor.
Dahası “egemenliğin kullanılmasının hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı” kaydına karşı, “yetkili organlar”ın araya sokuşturulması, demokratik bugünkü Anayasanın ne denli çelişkiler içinde olduğunu ortaya koyuyor.
Oysa anayasalar, demokrasilerde milletle devlet arasında temel mukavele metinleridir.
AB’Yİ ENGELLEYEN MÜSLÜMANLIK DEĞİL, “İDEOLOJİK DEVLET”
Gerçek şu ki onca ayıklanmaya rağmen, hâlâ demokrasiyi katleden 12 Eylül darbesinin derin izlerini taşıyan, resmî ideolojinin “korunma kollanması”nı amaçlayan bugünkü anayasa ile Türkiye demokratikleşemez, devlet hürriyetçi bir zemine oturamaz…
Bundandır ki AB muktesebatına ulaşmanın en birinci önceliği, evvelemirde anayasanın “resmî ideoloji”nin inhisarından kurtarılmasıdır. Zira hiçbir demokratik anayasada deli gömleği giydirilmiş felsefî tezler, şahısların ruhu öldüren uyduruk ideolojileri kılavuz alınmaz.
Türkiye’nin AB ile “resmî ideoloji” arasındaki ikilemini anlatan Avrupalı araştırmacıların değerlendirmeleri bu hususta dikkate değer.
Die Zeit gazetesinde yayınlanan “Batı Avrupalı gözüyle Kemalizm” yazısında Dr. Theo Sommer’in, “Kişiye tapma ve ‘ölümsüz önder, eşsiz kahraman’ gibi tumturaklı açıklamalarla Anayasa metnine kadar giren Cumhuriyetin kurucusuna Avrupa’dan çok Kuzey Kore yakışmaktadır” tesbiti bu açıdan çarpıcı. (XIII. Türk – Alman Gazetecilik Semineri, “Atatürk Devrimleri, Kemalizmin Dünü, Bugünü ve Yarını, 139)
“Aldanmayınız ve aldatılmaya da izin vermeyiniz” uyarısında bulunan Dr. Sommer’in, “Türkiye’nin yakın tarihte Avrupa Birliğine girişini engelleyen konu, Müslüman bir ülke olması gerçeği ya da ekonomik durumun AB’ne girişi sağlayacak ölçüde gelişkin olmaması da değildir” analizi oldukça anlamlı.
Neticede Dr. Sommer’in Türkiye’nin AB yoluna takoz koyan tek engelin, “Kemalizm töreni” olarak nitelendirilen “Atatürk’ün ilâhlaştırılmasını” nazara verip, “devlet kurucusunun ibadet şeklinde sunulan özdeyişleri, okul kitaplarında yer alan ruhu öldüren ideoloji” olduğu tahlili, Türkiye gerçeğini deşifre ediyor. Ve “bütün bunlar,—geçmişteki—Moskova, Varşova ve Prag’ı hatırlatmaktadır” atfı, dünden bugüne Türkiye’de demokrasi, hukuk ve insan haklarının karşı karşıya kaldığı handikabı ele veriyor.
Doğrusu “Kemalizmin karakteristiklerindeki bazı diğer hususları” demokratik bir devlet için “yadırgatıcı” bulan Avrupalı akademisyenin, en başta misal verdiği “ideolojik devlet” yapısından kaynaklanan dayatmalar, Türkiye’de devlet ve demokrasi ilişkilerini âdeta tanımlıyor. Sivil siyaset alanını daraltan, “ama”larla, “ancak”larla demokratik ve hürriyetçi değerleri kayıt altına alıp kısıtlayan, vesâyetçi denetimi meşrulaştıran tıkanık ve milletten kopuk sistemi su yüzüne çıkarıyor.
“CUMHURİYET VE DEMOKRASİ MÂNÂSINDAKİ MEŞRÛTİYET VE KÂNUN-U ESÂSÎ...”
Neticede bugün yapılacak olan, bundan bir asır önce Kur’ân’daki “meşveret” ve “şûra” İlâhî emrini rehber alıp Kur’ân nâmına sahip çıktığı Meşrûtiyeti ders veren Bediüzzaman’ın mebuslara hitaben “kanun-u esâsi”yi (anayasayı) izâh eden makalesinde temerküz ediyor.
Bediüzzaman’ın, “Cumhuriyet ve demokrasi mânâsındaki Meşrûtiyet ve kânun-u esâsî denilen adâlet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet (kuvvetin kanunda olması)” olarak târif ettiği vecihle, anayasaların her türlü ideolojiden azâde, sadece hakkı ve adaleti esas alması gerekiyor. (Divân-ı Harb-i Örfî, 69; “Yaşasın Kur’ân’ın Kanûn-u Esâsileri”, 26 Şubat 1324 –Mart 1909- Dinî Ceride, No:73)
Bu bakımdan siyasî iktidarın demokratik reformları temel alan “yeni anayasa”yı askıya alması; “kapatmama kararı”yla verilen “uyarı”lara kulak kabartıp milletten gelen demokratikleşme taleplerini kulakardı etmesi, Ankara’yı vâhim bir çıkmaza sürüklüyor. Daha yeni bir “kapatma dâvâsı” açılmadan iktidar partisinin kendini “demokratikleşmeye”, “hak ve özgürlüklere” kapatması, sonuçta “kendi kendini kapatması” olarak tezahür ediyor.
Sahi “kapatma” korkusuyla “kendi kendini kapattıktan” sonra daha “kapatma”ya gerek kalır mı?
02.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|