|
|
Hadis-i Şerif Meâli
Ramazan ayı girdiğinde Cennet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar zincire vurulur.
Câmiü's-Sağîr, No: 337
|
02.09.2008
|
|
Oruç, zengini fakirin yardımına koşturuyor
Üçüncü Nükte: Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muâvenetine davet ediyor. Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.
Dördüncü Nükte: Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hattâ, mevhum bir rububiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar.
İşte, Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.
Beşinci Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzîb-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musîbetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır—eğer gaflet kalbini bozmamışsa!
Mektubat, 29. Mektub, 2. Risâle, s. 389
muâvenet: Yardım.
nefisperest: Nefsini tapar derecede seven.
mevhum: Vehmî; olmadığı halde varmış gibi kabul edilen, kuruntu edilen.
rububiyet: Allah’ın terbiye ediciliği.
keyfemâyeşâ: Keyfine göre hareket etme.
fıtrî: Yaratılıştan.
gasıbâne: Hakkı olmayan şeyi alarak, gasbederek.
mâlik: Sahip.
abd: Kul, köle.
ubudiyet: Kulluk.
tehzîb-i ahlâk: Ahlâkı güzelleştirmek, kötü huyları gidermek.
lâyemûtâne: Ölmeyecekmişçesine.
tamah: Açgözlülük, cimrilik.
Hâlık: Yaratıcı.
hayat-ı uhreviye: Ahiret hayatı.
ahlâk-ı seyyie: Kötü huylar, çirkin ahlâk.
mütemerrid: İnatçı.
|
02.09.2008
|
|
Ramazanın çocukluğu
Farklı farklı güzellikleri içinde barındıran, farklı renk ve tonlarda hayatımızda yer alan, bir anafor gibi içine çeken, büyüleyen ve salıveren bir kalp atışıdır Ramazan. Siz durursunuz, bedeniniz durur, zaman durur bir an.
Sonra..
Yine başlar.
Kaldığı yerden...
Zamanı, müddeti sınırlıdır, vakti bellidir ama mesajları ömürlüktür.
Ramazan bir ruhtur yaşayabilene. Bir sevdadır anlayabilene. Bir ışıltı, bir kıvılcımdır görebilene. Bir duyuş, bir seziştir hissedebilene. Ve bir hayattır okuyabilene.
İnsan her zaman hem kendisini, hem de çevresini huzurda ister. Sağlık ve âfiyette, sıhhat ve selâmette ister. Öyle arzu eder. Ama bu her zaman mümkün olmaz. Dünyanın yaratılışı gereği iyisiyle, kötüsüyle sürer hayat. Acısı ve tatlısıyla...
Ramazanla birlikte huzuru ve mutluluğu önce vicdanında yaşayan insan, cemiyetin de huzuru ve mutluluğu için çaba gösterir. Böylece herkesin kendi kapısının önünü süpürdüğü mahalle misâli, toplum ve cemiyet de huzuru yudumlar.
Aslında bunlar görünen faydalarından birkaç tanesi. Elbette zekât ve yardımlaşmanın, sadece kendini düşünmemeyi öğrenmenin, açları doyurmanın, yetimleri okşamanın, dahası ihtiyacı olanın ihtiyacına koşmanın faydaları saymakla bitmez.
Tadı damağımızda kalan Ramazanlar, elbette kalp ve toplum ittifakıyla örülü olarak yaşadığımız Ramazanlardır. Hatırlarsanız, ilk sahura kalktığınız, ilk iftar sofrasında ezanı beklediğiniz, ilk teravihinizi kıldığınız Ramazan, çocukluk zamanlarınızda yaşadığınızdır. Neden? Hiç düşündünüz mü?
Çünkü çocukluk, çevremizi ve olayları en masum algıladığımız zaman dilimidir. O yüzden çocuklar Ramazanı bütün safiyetleriyle, sevinçlerinin en yalınıyla, hislerinin, duygularının en coşkunuyla yaşarlar. Ama büyüdükçe bu çocukluk büyüsü ortadan kalkar ve kendimize neden eskisi gibi yaşayamıyorum Ramazanı diye sorduğumuzda, aldığımız cevap genelde kendi iç dünyamızla ilgili değildir. O zamanlar iftarlar şöyle olurdu, sahura böyle kalkılırdı türü şekilvârî sebepler buluruz. Aslında aldığımız tatların eksilmesi ya da kaybolması, bizim büyüyüp hayatı ve dünyayı algılamamızın değişmesiyle alâkalı.
Şimdiki çocuklara bir sorun. Onlar için de Ramazan çok tatlıdır. Sevinçleri, duyguları taptazedir Ramazana karşı.
Demek ki değişen Ramazanlar değil, biziz. Bizim bakış açımız, bizim duygularımız... Belki de içimizdeki çocuğu küstürmemiz ya da öldürmemiz...
Büyürken galiba, çocukluğumuzun masumiyetiyle birlikte, sevinçlerini, hazlarını ve belki de tatlı yaramazlıklarını rüşvet veriyoruz hayata. Duygularımızı bastırmayı, sevmediğimiz halde sever görünmeyi, nezaket kurallarınca yaşamayı, oturmayı, kalkmayı öğreniyoruz. Daha da büyüyünce geçim derdi, aile kurma, çocukların sorumluluğu peşinden geliyor. Aslında biz, büyürken ıskalıyoruz hayatı. Biz büyürken küçülüyor, küçüklüğümüzün tatları. Sevinçlerimiz ölçülü, üzüntülerimiz ölçülü oluveriyor bir anda. Ve biz yavaş yavaş kopuyoruz çocukluğumuzun masum Ramazanlarından.
Acaba mukayese yapsak... Önceden hangi duyguları yaşıyordum, şimdi neler hissediyorum gibi. Çocukluğumuza küçük bir seyahat yapsak... Onarabilir miyiz içimizde eksilen Ramazanları? Başarabilir miyiz yok olan, kaybolan merhametimizi yerine koymayı? Dünya hırsımızı törpüleyebilir miyiz dünya malı dünyada kalır diyerek? Bu Ramazan yapabilir miyiz bunları sizce?
Kimbilir...
Her şey bir yana dostlar, ömrümüzün sayılı Ramazanlarından birini daha yaşıyoruz. Bu Ramazan, kendimizi senelik bir bakıma alıp—hani tatile gitmek gibi ya da seyahate çıkmak—öyle bakalım, hayata, yaşamaya...
Aynaya bakıp fazlalıklarımızı hesapladığımız gibi, Ramazanla kendimize bakıp onaralım içimizi. Biraz merhamet duygum eksilmiş, Allah rızasını daha çok düşünüp öyle amel etmem lâzım, biraz dünya hırsına kapılmışım, mal mülk sevdasına düşmüşüm deyip Ramazana uygun yeni bir yapılanmayla seneye hazırlanalım. Günlerimizi taze bir heyecanla, tatla, aşk ve şevkle geçirelim. Bu Ramazan kendimiz için, kendimiz adına değişik birşeyler yapalım. Ramazanımızı çocukluğumuzla saralım.
Farklı geçsin.
Olmaz mı?
|
HAVVA KÜÇÜK KONUR
02.09.2008
|
|
|
|