1998 yılındaki “Denizkurdu 1” tatbikatından sonra birçok bahriyeli arkadaşım gibi ben de sarsıldım. Sınıf arkadaşım Deniz Kıdemli Üsteğmen Arif Ekmekçi’nin şehit olduğu haberini almıştık.
Kaptan babasının aşıladığı deniz sevgisiyle büyüyüp Sualtı Taarruz Komandosu (SAT) olan Arif Ekmekçi’nin Karadeniz’in derinliklerine gömülen cesedi, tam 15 yıl sonra bulundu. Adeta “Ölümüm denizden olsun, neticede geniş bir kabirdir” dercesine şehadet şerbetini içmişti.
Yıllar sonra yapılan cenaze töreni ile sınıf arkadaşım Arif, şehitlikteki istirahatgâhına defnedilmişti.
Arif ile aynı gemide iki yıl birlikte görev yapmıştık. O, gemideki görevini bırakıp daha zor olan SAT komandosu olmayı, kafasına koymuştu bir kere. Cenâb-ı Allah’tan rahmetini ve mağfiretini esirgememesini niyaz ediyorum.
Bizim sınıfın ilk şehidi Arif değildi. Bora Gürgan isimli bir başka sınıf arkadaşım da erken yaşta kanser hastalığından vefat etmişti.
Bora ile Gölcük’teki Orduevinde bekâr subaylara tahsis edilen odada kalmıştım. Çok mütevazi bir kişiliği ve dost canlısı bir karakteri vardı. Fakat onun bir özelliğini aradan 26 yıl geçmesine rağmen asla unutmadım.
Bahriye Mektebinin ilk yılında Ramazan ayı oldukça problemli başlamıştı. Okulumuzda misafir öğrenci olarak bulunan Libyalı öğrencilere iftar ve sahur yemeği çıkarıldığı halde Türk öğrencilere oruç yasağı konulmuştu. Buna rağmen ben ve Bora’nın da bulunduğu 15 arkadaşım oruç tutmaya karar vermiştik.
İftar saati geldiğinde elimizdeki birkaç parça yiyeceği bir araya getirir, teneffüshanede yaptığımız çayla birlikte âfiyetle yerdik. Yasakları deldiğimiz için mi, ya da doğruluğuna inandığımız değerlere sahip çıktığımız için mi bilemiyorum fakat hayatım boyunca en çok zevk aldığım Ramazan ayını o zaman geçirmiştim.
Ertesi yıl, yeni okul komutanı ile birlikte bu anlamsız oruç yasağı kaldırılmış diğer arkadaşlarımla beraber güzel bir Ramazan ayı geçirmiştik. Bu güzel uygulama birkaç yıl daha devam etti. Fakat bizim sınıf mezun olduktan sonra yine yasakçı zihniyet ortaya çıkmış, oruç tutan öğrencilere yasaklar konulmuştu.
Fakat bu dönemde uygulanan yasak daha ağırdı. O sırada öğrenci olan bir subay arkadaşım çok üzülerek yaşadığı olayları anlattı. Güya oruç yasak edilmemişti, fakat yemekhaneye girme mecburiyeti getirilmişti. Oruç tutan öğrenciler yemekhaneye girmediği takdirde ceza alıyorlardı. İftar saati yemek saatinden birkaç saat sonra olduğu için yemek yiyemedikleri yetmiyormuş gibi bir de oruçlu iken guruldayan mide ile yemekleri seyrediyorlardı.
Şimdi nasıl bir uygulama var, bilemiyorum. Fakat yetkilerini kötüye kullanan bazı yöneticiler sayesinde insanlar çok hikmetli Ramazan ayının güzelliklerinden istifade edemiyorlar. Belki bizim yaptığımız gibi haksız yasaklara direnerek daha fazla sevap kazanabilme imkânları var ama bu yasaklar niçin konulur hâlâ anlayabilmiş değilim.
İşte diğer bir sınıf arkadaşım Arif gibi bir bir ölümün kıyısında dolaşıyoruz. Ölüm piyangosunun ne zaman hangimize çıkacağı belli değil. Yıllar önce Bora ve daha sonra Arif’in gittiği yere, hepimiz gideceğiz. Onlar şanslı, zira görevi başlarında ve vatanı korurken öldüler. Şehitlik rütbesine ulaştılar. Bizim ne zaman ve ne şekilde öleceğimizi Allah bilir. Fakat Cenâb-ı Allah’tan en büyük dileğim, imanla, yani Ona ve bize yüce dinimizi tebliğ etmekle görevlendirdiği Hazret-i Peygamber’e (asm) inanarak ölmeyi nasip etsin.
31.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|