Genel olarak bakıldığında, komutanların devir-teslim törenlerinde yaptıkları konuşmaların yankılarını önceki yıllardaki muadilleriyle kıyaslarsak, kamuoyunda çok fazla mâkes bulduklarını ve gündem oluşturduklarını ifade edebilmek bir hayli zor görünüyor.
“Paşalar her zaman böyle güzel konuşmalar yapıyorlar” diye başlayıp, “ama” ile devam eden CHP liderinin “Sözle etkili olma aşaması geride kaldı” şeklinde hayıflanması bundan olsa gerek.
Anlaşılan o ki, Baykal ya askerden ümidini kesti veya orduyu “sözün ötesine geçen fiil ve eylemler”e yönelmesi için provoke etmeye çalışıyor.
Oysa Türkiye artık bunları aşmış olmalı. Nitekim bilhassa AB sürecinde alınan mesafenin etkisiyle, askerin olur olmaz yer ve zamanlarda, kendi görev ve yetki alanının dışındaki konularda “söz” söylemesi bile ciddî şekilde eleştiriliyor.
Akıntıya karşı durulamayacağını tesbit edip değişime ayak uydurmanın yolunu “devrimcilik” ilkesini tekrar yorumlayarak bulmaya çalışan Büyükanıt’ın şu sözleri de bu bağlamda ilginç:
“Atatürkçü düşünce sistemini ve onun kazanımlarını korumak sadece Türk Silâhlı Kuvvetlerinin değil, tüm Türk milletinin görevidir.”
Milletin içinden çıktığını, onun emrinde ve hizmetinde olduğunu her fırsatta tekrarlayan ve denetim konusunda dahi “ulus dışında bir denetime ihtiyacı bulunmadığını” yeni Kara Kuvvetleri Komutanının ağzından ilân eden TSK, herhalde kendisini millete “görev dikte etme” pozisyonunda görerek bu mesajı vermemiştir...
Büyükanıt’ın o sözünden çıkarılacak sonuç, adı geçen “düşünce sistemi”ni koruyabilmek için tek başına TSK’nın yeterli olmadığı, milletin de sahip çıkmasının şart olduğu gerçeği olabilir.
O halde, bunun bir adım ötesi, gerek o konuda, gerekse diğer tüm konularda milletin vereceği karara kayıtsız şartsız saygılı olmak olmalı.
Milletin seçtikleriyle arasına mesafe koymakta, hattâ onlarla sürtüşmekte beis görmezken, kendisini doğrudan milletle muhatap sayan askerden beklenecek tavır herhalde böyle olmalı.
Çünkü içten ve gönülden gelen bir sahiplenme, dikte ederek, buyurarak, dayatarak sağlanamaz. Sevdirip benimsetmenin yolu bu olamaz.
Gerçekleri tahrif eden tek taraflı bilgilendirme ve propagandalarla da hiçbir yere varılamaz.
Onun için, bırakın, herşey alabildiğine özgür bir ortamda konuşulsun, kavga ve sürtüşmeye meydan vermeden, saygı ve hoşgörü içinde tartışılsın, gerçekler ortaya çıksın, herkese kendi hür iradesiyle tercihte bulunma imkânı verilsin.
Ne zaman bunu başarabilirsek, çağdaş, medenî ve huzurlu bir toplum olma yoluna ancak o zaman girebiliriz. Aksi halde kördövüşü bitmez.
Bunun önemli şartlarından biri, dediğimiz gibi, milletle doğrudan bağlantı içinde olduğunu her fırsatta vurgulayan askerin, aynı millet tarafından ülkeyi yönetmekle görevlendirilen seçilmişler karşısındaki tavır ve duruşunu da evrensel demokratik kurallara uygun hale getirmesi.
Bir taraftan milletin içinden çıktığınızı ve dünyada milleti tarafından en çok sevilen ordu olduğunuzu her fırsatta tekrarlayacaksınız; diğer taraftan milletin seçtiklerine kuşkuyla bakıp onları kendi çizginize gelmeye zorlayacaksınız!
Sanırız, asker hayli zorlanarak da olsa yavaş yavaş itidale doğru geliyor. Özellikle 27 Nisan ve 22 Temmuz tecrübelerinden, toplumda dayatma ve müdahale olarak algılanan tavırların ters teptiğini çok açık bir şekilde gösteren örnekler olmaları yönüyle gereken dersler çıkarılmış olmalı ki, ondan sonraki süreçte daha hazımlı ve dikkatli bir görüntü verilmeye başlandı gibi.
Ama müdahaleci anlayış “Cumhuriyetin temel niteliklerinde tarafız, bunun siyasî bir anlamı yok” söylemleriyle hâlen de devam ettiriliyor.
Bu yapılırken, milletin hassasiyetlerini incitecek ifade ve hattâ “sataşma”lardan geri durulmuyor. Yeni Genelkurmay Başkanının cemaatlerle ilgili sıkıntılı sözleri, bunun yeni bir örneği.
02.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|