BAŞBAKAN, Anayasa Mahkemesinin partisi hakkında verdiği karar için “Saygı duymaktan başka çaremiz yok” diyor ve ardından ekliyor:
“Bu şartlarda siyaseti sürdüreceğiz.”
Oysa AYM Başkanı o kararı açıklarken demişti ki: “Mahkememizin üyeleri, Meclisin çözmesi gereken bir konunun önlerine gelmesinden rahatsızlar. Artık gerekli düzenlemeler yapılsın ve bu tür meselelerle meşgul edilmeyelim.”
Gerçi Başkanın kast ettiği şey, “teknik” anlamda parti kapatma kurallarının tekrar tanzimi. Yoksa “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler”le ilgili bir talep değil.
AYM’nin gerek başörtüsü, gerekse kapatma dâvâsında verdiği kararların özü, bu maddelere dayanıyor ve bu yönüyle hem AKP’yi, hem de siyasetin tümünü sıkı bir cendere içine alıyor.
Erdoğan’ın “Bu şartlarda siyaseti sürdüreceğiz” sözü, bu durumu kabullenip teslim olmuş ve boyun eğmiş bir halet-i ruhiyenin ifadesi.
Ancak hiç olmazsa AYM Başkanının çağrıda bulunduğu konuda, sözü edilen “teknik” düzenlemeleri yapmak için niye hâlâ harekete geçmediğini anlamak mümkün değil. Tıpkı beş yıl önce yine bizzat Anayasa Mahkemesince hazırlanıp gündeme getirilen reform taslağının neden ıskalandığına hâlâ bir anlam verilemediği gibi.
O zamanki tavır tecrübesizliğe, şimdiki durum kapatma dâvâsının getirdiği çekingenlik ve sinmişliğe bağlanabilir, ama sonuç değişmiyor.
Milletin neredeyse yarısının verdiği oylar, göz göre göre bloke edilip muattal hale getiriliyor.
Peki, AYM kararı karşısında bu tavrı sergileyen Başbakanın, son günlerde askerî cenahtan sâdır olan alışılmadık çıkışları ya tevil etmesine ya da suskunlukla geçiştirmesine ne denilmeli?
Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklu bulunan iki emekli orgenerale “TSK adına” yapıldığı resmen açıklanan ziyareti televizyon haberlerinden öğrendiğini söyleyen Başbakan, aynı beyanında söz konusu tuhaf ve tartışmalı ziyaret için “insanî amaçlı” gibi bir izah getiriyor.
Eğer bu gerekçe kabul edilirse, “İçerideki diğer asker kökenli tutuklular ‘insan’ değil mi?” suali ister istemez gündeme geliyor. Onlar da aynı soruşturma kapsamında tutuklu, bazıları aylardır içeride ve bir kısmının gayet ciddî sağlık sorunlarıyla karşı karşıya olduğu söyleniyor.
Önceki rütbelerin mahkeme önünde değer taşımadığı ve sanıkların tümünün eşit şartlarda yargılanmayı beklediği bir süreçte, sadece iki yüksek rütbeliyi kapsayıp diğerlerini dışlayan bir “insanî amaç” tevili hiç inandırıcı olmuyor.
Ve nitekim kamuoyu önünde, televizyonlardan öğrendiği ziyaret için bu zorlamalı tevili yapmaya çalışan Başbakanın, yakın çevresine çok farklı konuştuğuna ilişkin söylentiler var.
Buna göre, Erdoğan Kandıra ziyaretine tepkisini “Bu nasıl iş? Bu ülkeyi nasıl yöneteceğiz? Birbirimize nasıl güveneceğiz?” gibi sorularla dile getirmiş (O. Müderrisoğlu, Sabah, 8.9.08).
Ama kamuoyuna yönelik açıklamalar farklı.
Kandıra’ya yapılan tuhaf ziyaretin tepkilerinin sürdüğü bir ortamda Genelkurmay Başkanının Diyarbakır’a gidip “ayıklanmış STK temsilcileri”yle bir araya gelmesi ve “halkla kaynaşması” olayında ise tümüyle sessiz kaldı Erdoğan.
Bazı ulusalcı basın organlarında “Başbuğ bu ziyaretiyle hem Cumhurbaşkanının, hem Başbakanın, hem valinin, hem de belediye başkanının yapması gerekenleri yaptı” şeklinde yorumlara konu olan Diyarbakır çıkartması için Başbakanın bu sessizliği acaba ne anlama geliyor?
Peki, yargı ve asker karşısında böyle paralel ve birbirine benzer tavırlar sergilenirken, Aydın Doğan’ın alışılmadık bir üslûpla hedefe konulmasının izahı ne? Asıl niyet statüko cephesinin medya ayağını çökertmek mi, yoksa Doğan grubu medyasının iktidar partisine karşı yoğunlaştırdığı yolsuzluk suçlamalarını püskürtmek mi?
Keşke birinci şık geçerli olsa. Ama Başbakanın konuyu işleyiş tarzı hiç de öyle göstermiyor...
11.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|