"Gerçekten" haber verir 11 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Başka hiçbir şeye ihtiyaç hissettirmeyen hakikat



"RABBİMİZ Allah’tır’ deyip sonra da doğru yolda sebat edenlere gelince, onların üzerine melekler iner ve derler ki: ‘Korkmayın ve üzülmeyin; size vaad olunan Cennetle sevinin. Dünya hayatında da, ahirette de biz sizin dostunuzuz. Orada canınızın çektiği ve istediğiniz herşey vardır. Bu, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olan Allah tarafından bir ziyafettir.”

İzinde, 9 Ağustos’ta davetleri üzerine Melbourn’da ikamet eden, Nevşehirli Mustafa Okur kardeşimizin oğlu Muhammed Halid’in Nevşehir’deki sünnet düğününe katıldığımızda okunan Kur’ân tilâveti bu meâldeki âyetlerle başlıyordu. Sünnetin mânâ ve önemine dikkat çektikten sonra ilk konumuz bu minval üzerinde konuşmak oldu. “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da doğru yolda sebat etmenin önemi üzerinde durduk. Âyet doğru yolda sebat edenler için ahirette korku ve hüzün olmadığı gibi dünyada da korku ve hüzün olmadğını müjdeliyor. Onlar doğru yolda olmanın sevinç, huzur ve mutluluğu içinde ömür sürerler.

Doğru yolda olmak çok önemli İslâm’da. O kadar önemli ki, Allah Resûlü (asm), başka birisine sorma ihtiyacı duymayacağı tarzda kendisinden öğüt isteyen birine, “‘Allah’a inandım’ de, sonra da dosdoğru ol” buyurmuşlardı.

Dinin temeli doğruluktur. Asıl olan ömrü noktalayıncaya kadar dürüstlükten ayrılmamaktır. Allah Resûlü (asm), “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”1 meâlindaki âyeti kastederek “Beni Hud Suresi ihtiyarlattı” buyurmuştur.

Ebû Cehil sırf inadı sebebiyle, “Ya Muhammed! Sen doğrusun. Ben senin doğruluğunu değil, savunduğun dâvâyı inkâr ediyorum” deme çelişkisini gösterirken Abdullah bin Selam gibi insaflı bir Yahudî bilgini, daha Peygamberimizin (asm) simasını görür görmez, “Vallahi bu simada yalan olamaz, hile olamaz” deyip hemen Müslüman olmuştu.

Her zaman olduğu gibi günümüzde de Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “Doğru olarak İslâmiyeti, İslâmiyete lâyık doğruluğu” göstermek gerekiyor. Yine Üstadın dikkat çektiği gibi biz İslâmiyetin güzelliklerini, güzel ahlâkını hâl ve hareketlerimizle göstersek dünyanın devletleri, kıtaları bile grup grup İslâmiyete gireceklerdir.

İkinci konumuz da dünya nimetlerinden yararlanmayla ilgiliydi. Allah yer ve gökleri emrimize vermiştir. Peki, bu nimetlerden hangi şartlarda yararlanmalıydık? Bunun üzerinde de inşaallah bir sonraki yazımızda duralım.

Bu vesileyle Cuma akşamı Nevşehirli, Cumartesi akşamı da Aksaraylı dostlarla birlikte olduğumuzu, çevre illerden gelen arkadaşlarla birlikte sohbetler ettiğimizi belirtelim. Nevşehirlilerin güzel ve geniş bir sohbet salonları var, birkaç katlı bir hizmet binası inşâ etmişler. Aksaraylıların yeni hizmete açtıkları hizmet külliyeleri de harika. Onların da geniş bir sohbet salonları var. Yeter ki hizmet düşüncemiz olsun, hizmet aşkıyla yanıp kavrulalım. Ummadığımız imkânları Cenab-ı Hak bir bir ihsan ediyor.

Dipnotlar:

1- Fussilet Suresi: 30-32

11.09.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kongre yemini ve nihaî bildirisi



Yurdun her tarafından gelen millî temsilcilerin katılımıyla gerçekleştirilen Sivas Kongresi, yedinci ve son toplantısını 11 Eylül 1919 günü yaptı.

4–11 Eylül arasında gerçekleştirilen bu toplantının ardından, ertesi gün halka açık bir oturum yapıldı ve alınan nihaî kararlar bir "Umumî Beyannâme" şeklinde Türkiye ve dünya kamuoyuna ilân edildi.

Aynı gün ayrıca şu iki önemli karar alındı:

1) Anadolu ve Rumeli Müdafaa–i Hukuk Cemiyetinin kurulması.

2) Millet Meclisi teşkil olununcaya kadar, kong-re kararları ile hükümet idaresinin 15 kişilik bir Temsil Heyeti tarafından yapılması.

Umumî Beyannâme şeklinde ilân edilen diğer kararları yazının sonuna bırakalım ve son derece mühim bir noktayı dikkat nazarlarına sunmaya çalışalım.

Anadolu ve Trakya'dan gelen onlarca delegenin iştirak etmiş olduğu Sivas Kongresi, şimdiki Sivas Lisesi binasında yapılan harikulâde bir yemin merasimiyle çalışmalarına başladı.

İşte o pek mühim olan yemin metni, ne hikmetse çoğu yerde gizleniyor, yahut görmezden geliniyor.

Oysa, o gün olduğu gibi, bugün ve yarın gelecek nesillerin de bunu bilmesi gerekiyor.

Bilinmesi, bu ülkeden yaşanan her vatandaşın en temel haklarından biridir diye düşünüyoruz.

Zira, Erzurum ve Sivas Kongreleri, işgalden kurtuluşun ve yeni bir devleti kurmaya giden yolun başlangıcı ve en önemli kilometre taşlarından biridir.

Ayrıca, bu yemin metnini önemli kılan daha başka sebepler de var. Fakat, biz bunların detayına girmeden konuyu toparlamak istiyoruz.

İşte, kongreye katılan delegelerin çalışmaya başlamadan evvel yüksek sesle okumuş olduğu söz konusu yemin metni:

"Makam–ı Celil–i Hilafet ve Saltanata, İslâmiyete, devlete, millete ve memlekete mânen ve maddeten hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığına binaen, kongrenin müzakeresi ve devamı müddetince ihtirasat–i şahsiye ve siyasiyeden ve fırkacılık emellerinden münezzeh bir azim ve imân ile çalışacağıma, ayrıca İttihat ve Terakki Cemiyetinin ihyasına çalışmayacağıma, nâmusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billah yemin ederek söz veriyorum."

Millî vicdanın mâkesi

Şimdi, sıra geldi Umumî Beyannâmeye...

Daha evvel yapılmış olan Erzurum Kongresinin devamı ve daha da genişletilmiş bir mahiyetindeki Sivas Kongresi, 4–11 Eylül tarihlerinde çok daha geniş bir katılım ile gerçekleştirildi.

Son toplantıda alınan ve 12 Eylül günü umuma ilân eden nihaî kararlar şu şekilde tanzim edildi:

Millî sınırlar içinde bulunan vatan bir bütündür; birbirinden ayrılamaz.

Kuvâ–yı Millîyeyi selâhiyetli ve millî iradeyi hâkim kılmak esastır.

Osmanlı ülkesinin herhangi bir kısmına yapılacak müdahale, işgal ve Ermenilik, Rumluk teşkili gayesine yönelik hareketlere toptan karşı konacaktır.

Azınlıkların her türlü güvenliği sağlandığından siyasi egemenlik ve toplum dengesini bozacak ayrıcalıklar verilemez.

İstanbul hükûmeti, bir dış baskı karşısında topraklarının herhangi bir parçasını bırakmak zorunda kalırsa, buna karşı bütün tedbirler alınır ve kararlar verilebilir.

Mondoros Mütarekesi imzalandığı tarihte sınırlarımız içinde bulunan, halkı Müslüman olan topraklar üzerindeki tarihi, ırki, dini ve coğrafi haklarımıza saygı gösterilmesini ve bunlara aykırı girişimlerin geçersiz hale getirilmesini bekleriz

Devletin bağımsızlık ve bütünlüğü saklı kalmak şartıyla topraklarımızı ele geçirmek isteği olmayan herhangi bir devletin ekonomik, teknik ve sınaî yardımlarını memnuniyetle karşılarız

Millî iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisi'nin derhal toplanması mecburidir.

Millî vicdandan doğan cemiyetler birleşmiş, Anadolu ve Rumeli Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti adını almıştır. Bu cemiyet her türlü fırkacılık cereyanlarından, şahsi ihtiraslardan uzaktır. Bütün Müslüman vatandaşlar bu cemiyetin tabii üyesidirler

Umumî Kongre tarafından kutsal gayelere erişmek, bunları takip etmek için bir temsil heyeti seçilmiştir.

* * *

Erzurum Kongresinde seçilen 9 kişiye Sivas Kongresinde seçilen 6 kişinin ilâve edilmesiyle, 15 kişilik Heyet–i Temsiliye teşkil edilmiş oldu. Bu heyet, Büyük Millet Meclisi kuruluncaya kadar, en büyük karar ve icra merciî sıfatıyla faaliyette bulundu.

NOT: Bilhassa Cumhuriyetin ilânından sonra, kongrede yapılan yemin metnine ne derece sadık kalındığını ve yine aynı kongrede alınmış olan nihaî kararlara ne ölçüde riayet edildiğini varın siz mukayese edin.

11.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Şimdi nasıl bir tuzak hazırlanıyor dersiniz?



Aydın Doğan, Başbakan Erdoğan’a; Başbakan da Aydın Doğan’a saldırıp duruyor! Bunun sebebi ne olabilir? Bu sadece imar-tapu meselesi olsaydı, halledilirdi. Bana sorarsanız, işin arkasında başka şeyler var. Ne olabilir ki! Şimdi filmi geriye saralım:

Doğan Medya grubu ve kartel medyası; Erdoğan’ı büyük bir kahraman, AKP’yi, ak-pak gösterip iktidara itmedi mi? Şimdi ne değişti de saldırmaya başladılar? Erdoğan, Doğan’ın borçlarını ötelerken, onu ihya ederken, o neden şimdi böyle davranıyor?

Bence bunda bir tuzak daha var! 22 Temmuz için bir tuzak hazırlanıyor, bozalım, dedik, bozamadık! Neydi o tuzak; ABD’nin BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ve Irak meselesi önemli, ona bir partner lâzım, acemi olacak, işleri bilmeyecek... İçeride de 28 Şubat süreci devam edecek. Ama, iktidara acemi biri gelmesi gerekir. Her ne istenilirse ona yaptırılacak, ama onun istekleri yaptırılmayacak!

Kendi isteklerini dindar başkana yaptırdılar. Köşe oldular!

Örnek mi istersiniz? Başörtüsü, AB’nin savsaklanması, katsayı, Kur’ân kurslarına yaş sınırlaması vs, vs.

Ne zaman başörtüsüne, meslek liselilerinin katsayı meselesine sıra gelse, kapatma tehdidinin ardından, AKP’ye demir korseyi geçirdiler!

Bu arada, dış sermaye ve içtekilerle işbirliği yapıp kazandığını kazandı…

Demek bu bir tuzaktı!

Şimdi ABD’de iktidar değişiyor! Cumhuriyetçiler gidiyor, muhtemelen Demokratlar gelecek… Eee, Bush’un partneri ile devam edecek değiller ya!

Sonra, Erdoğan biraz tecrübe kazandı; yıprandı da! Artık onu gönderip, bir başka acemiyi getirmenin provalarını mı yapıyorlar?

Medya patronu sayın Doğan, sayın Başbakan için diyor ki: “Öfkenin sebebi bana göre şu; 2002 yılında geldi, ‘Ben bütün vurgunların, yolsuzlukların üstüne gideceğim’ dedi. Vurgun, yolsuzluk diz boyuna çıktı. Daha bir ay içinde Dişli olayı patladı, peşinden Gaziantep olayı patladı, peşine Deniz Feneri, peşine Batman olayı patladı.”

Salvoları bekleyin! Yolsuzluk dosyaları, ahlâksızlık dosyaları havada uçuşacak!

Umarız, terörü azdırmazlar!

Ne dersiniz, bir tuzak daha mı hazırlanıyor?

Gözümüzü şahsî menfaatlere dikip öte taraftan kurulan tuzakları görmezlikten mi geleceğiz?

“22 Temmuz seçimlerinde tuzak var, tuzak var” deduk, inanmadunuz, şimdi sonuca bakın, ne öldi?

Yine, “Tekrar ne öldi şimdi de?” demeyelim?

11.09.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Suna DURMAZ

Mukaddes Emanetler



Bu yılki iznimizi kullanmak üzere Türkiye’ye gelirken biraz endişeliydim. Yıllardır Ramazan ayını Kuveyt’te geçirmiştim. Türkiye’deki Ramazan günlerini çoktan unutmuştum. Ramazan’ı Türkiye’de geçirmek nasıl olacak diye çok merak ediyordum doğrusu. Şimdi ise bu endişelerimin yerini büyük bir gönül rahatlığı aldı. Sanki ab-ı kevser içmiş gibi huzurlu ve rahat hissediyorum kendimi. Bu rahatlığımın sebebi, Topkapı Sarayında sergilenen Hırka-i Saadet’i çok yakından görme şerefine nail olmamdır. Böyle bir şerefe nail olduğum için kendimi çok, ama çok bahtiyar hissediyorum. Ve bu satırlar aracılığıyla Hırka-i Saadet’in ziyarete açılma merasimine katılan seçkin davetliler arasına beni ve eşimi de kattığı için Topkapı Müzesi Müdürü Prof. İlber Ortaylı’ya şükranlarımı arz ediyorum.

Muhterem tarihçimiz İlber Ortaylı tam bir hizmet adamı. Onun Topkapı Müzesi Müdürlüğüne getirilmiş olması çok hayırlara vesile olacak inşaallah.

Geçmişte olduğu gibi şimdi de Mukaddes Emanetler Dairesinde 24 saat Kur’an okunmaktadır. Ve İlber Beyin girişimiyle, Fatih Sultan Mehmed’in has odasında som altından yapılmış bir sandukça içinde bulunan Hırka-i Saadet, Ramazan ayı münasebetiyle ziyarete açılmaktadır.

Efendimiz Zişan’ın giymiş olduğu mübarek hırkası, Yavuz Sultan Selim vasıtasıyla İstanbul’a getirilmiş. Her yıl Ramazan ayının ortasında halka gösterilmek üzere ziyarete açılırmış. Ve bu gelenek yüzyıllarca sürmüş. Bu manevî hazine, Osmanlıya güç kaynağı olmuş hep. Yıllarca kesintiye uğrayan bu mübarek gelenek, üç yıl önce tekrar başlatılmış. Temennimiz, bize doyumsuz haz tattıran bu geleneğin ebediyen devam etmesidir.

Burada mübarek ziyaretimiz hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. 9.9.2008 günü sabah saat 10’da aralarında Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı’nın da bulunduğu özel davetliler, ayakkabılarımızı çıkararak beraberce Has Oda’ya girdik. Davetlilerin büyük bir kısmı yere diz çöktü. Bir kısmı ise ayakta kaldı. Merasim, Fatih Camii hocalarından Osman Şahin’in Kur’an okumasıyla başladı. Daha sonra İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı kısa bir konuşma yaptı. ”Fatih’in Efendimiz Hazretlerinin İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisine mazhar olma gayreti olmasaydı, bugün bizler burada olmayacaktık. İstanbul Kostantinapol olarak kalacaktı. Selef-i Salihîn ulûhiyyet ve ubudiyyet kavramlarını birbirine karıştırmadan İslam dinini muhafaza etmiştir. Peygamberimize büyük bir sevgiyle bağlanmış olan bu millet ‘Canım sana kurban olsun, adı güzel kendi güzel Muhammed’ diye övgüler yağdırmıştır” dedi. Ortaylı’nın konuşmasından sonra ilahi grubu Efendimiz Hazretlerini öven ve biz davetlileri gözyaşları içinde bırakan kasideler okudular. Son olarak da Fatih Müftüsü güzel bir dua yaptı.

Daha sonra Hırka-i Saadet’in muhafaza edildiği sandukçanın etrafında halkalandık. Tekbirler ve salâvatlar getirmeye başladık. Üzerinde âyetler yazılı bulunan yeşil renkli ipek bohçaların her bir katı açıldığında, bir heyecandır aldı beni. Son kat da açılıp Hırka-i Saadet göründüğünde ise dizlerim titremeye başladı!

Sanki Resulullahın huzurundaydım. Bir an, Hırka-i Saadet’e değil, Efendimizin mübarek yüzüne bakıyor hissettim kendimi. Bu yüzdendir ki utandım; doğru düzgün bakamadım mübarek hırkaya. Arka tarafa geçip salâvat getirdim. Rabbimden bizi bu mübarek hırkanın yanına getirdiği gibi, tüm Müslümanların hırkanın sahibinin şefaatine nail olmalarını ve o mübarek elinden ab-ı kevser içmelerini niyaz ettim.

Hırka-i Saadet ziyaretimizden sonra, ilk kez ziyarete açılan “Osmanlı Devletinde Ehl-i Beyt Sevgisi” başlıklı sergiyi gezdik. Topkapı Müzesi Mukaddes Emanetler Dairesi Silâhdar Hazinesi Bölümünde sergilenmekte olan Ehl-i Beyt’e ait mübarek eşyalar 24 Kasım tarihine kadar ziyarete açık. Sergide Hz.Fatıma annemizin hırkası, Hz.Peygamberin su tası, Hz.Ali’nin kılıcı gibi daha nice değerli eşyalar mevcut.

Efendimizin kokusunu almak isteyenlere, bu mübarek Ramazan günlerini fırsat bilip manevî kazançlarına kazanç katmak için sergiyi mutlaka gezmelerini tavsiye ediyorum.

11.09.2008

E-Posta:




Saadet BAYRİ

Ramazan ve çocuk



Çocukluğum koşuşturuyor penceremden baktığım caddede.

Birkaç arkadaşını yakalamış, yakar top oynuyor. Top değmesin diye nasıl da sakınıyor. Arada mızıkçılık yapmıyor değil, kızıyorum seyrettikçe: “Haksızsın! Ne diye tartışıp küsüyorsun ki” diyorum penceremin ardından sessizce.

O hiç oralı değil…

Arkadaşları oyuna devam edince, unutuyor her şeyi. Bir de bakıyorum yeniden oyunda, top elinde birilerine değirmeye çalışıyor. İçinde zerre kadar kırgınlık kalmadan hem de.

Bir ara yoruluyor, koyu bir sohbet başlıyor aralarında… Yaşlarından büyük sözler çıkıyor ağızlarından.

Şaşıp kalıyorum.

Çok dertliyim o günlerde.

Defalarca tembihlediğim halde, sahura kaldırmamışlar. Ne kadar da kızmışım anneme. “Bilerek kaldırmıyor” diyorum. Sahursuz oruç tutma telâşındayım. Küçücük aklımla, “Dayanmak zor diyorum” bir diğeri onaylıyor.

Oruçluların test vakti geliyor sonra, zira oruç olduğumuzu dilimizin beyazlığı ispatlıyor. Dilimiz beyazsa orucuz, değilse vay halimize.

İlginç bir deneme yanılma bu. Ama bayağı rağbet görüyor aramızda.

Annem söz vermiş, bugün ilk orucumu akşama kadar tutarsam beni sırtında gezdirecek. Sırtında gezdirme telâşıyla tutuyorum orucumu ama dayanamayıp su içiyorum bir ara. Kapının arkasına saklanıp, bir şeyler yemişim bir de.

Kimsecikler görmemiş.

Pencereden gülüyorum bu çocuksu ve bir o kadar masum halime…

Neden sonra annem fark ediyor ve anlatıyor: Allah’ın her yerde beni gördüğünü. Bizim onun rızası için oruç tuttuğumuzu.

Utanıyorum yaptığımdan. Annem halimi fark edip, bir daha yapmazsan bir şey olmaz diyor. Gülümsüyorum, mahçup mahçup

Derken yarım günlük oruçlarım başlıyor. Öğlene kadar tutuyorum. Üç öğlen bir gün ediyor. Ve Ramazan'ın sonunda tuttuğumuz oruçların sayısını söylüyoruz sevinçle.

Bazen satıyorum babama orucumu. Kârlı bir alışveriş oluyor aramızda, pazarlığı unutmuyorum.

Şaşıyorum, ne kadar çok orucu oluyor babamın.

Ahhh! Her yıl “Keşke ben de hepsini tutabilsem” diye hayal kurduğum ramazanlar.

Çocukluğum, şimdi sadece seyrettiğim ve dokunamadığım çocukluğum.

Yaşım ilerledikçe, o kadar gençleşiyor hayalimde o masum anılar.

Ve öğreniyorum: Ramazanın tohumu çocukken atılırmış.

Derken koca koca çocukları görüyorum etrafımda.

Acaba diyorum küçükken onlara kimse anlatmamış mı? Orucun ne demek olduğunu…

Ve Ramazan'ın ne bereketli, ne şirin geçtiğini.

Bilmiyorlar mı yoksa?

İçimden bin tane belki geçiyor, onlar sigaralarıyla geçip giderken yanımdan.

Belki hastadır, belki hali yoktur, belki unutmuştur, belki sahursuzdur. Ama hiçbir belki, “Oruçluya saygı göstermek gerekir” edebini bozup, hak verdirtmiyor onlara.

Sonra penceremden çocukluğuma takılıyor yeniden gözlerim.

Bakıyorum da, annem öğlene kadar oruç tutup da bozacağım zaman, eve girmeden elime hiçbir şey vermezdi.

Ne yaparsam yapayım, elimde bir yiyecekle dışarıya çıkamazdım. Boyum kapının koluna yetişmiyordu ancak Ramazan'da elimde bir şeyler varken dışarı çıkmamam gerektiğini biliyordum.

***

Tüm çocukluk Ramazanların, yetişkin Ramazanlarımıza köprü olması duasıyla

Hayırlı Ramazanlar ve iftarlar efendim.

11.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Titanların kapışması



Türkiye Doğan-Erdoğan kapışmasına sahne oldu. Cephelerden birine dahil olanlar için haklı-haksız tespiti gayet kolay. Fazla akıl yormaya gerek yok. Bazı amigoların ‘Bizim takım karşı takımı ezdi geçti’ nevinden tezahüratlarını duyabilirsiniz. Bunların muhasebe, özeleştiri ve cihad-ı ekber denilen cihaddan haberleri bile yoktur. Onlara göre cephe karşıdadır ve hücum etmek kâfidir. Zaten çarpışmalarda veya savaşlarda ilk fire ve kayıp da hakikatın kendisidir. İki tarafın da olaya böyle baktığından şüphe yok. Bizzat Başbakan Recep Tayip Erdoğan bodosloma bir saldırı ile birlikte Doğan’ı muhatap olarak şunları söyleyecektir: “Senin maaşlı köşe yazarların var, silâhşörlerin var. Benim o kadar köşe yazarım, silahşörüm yok…” Bu sözler üzerine iki cepheye; Doğan ve Erdoğan kutuplarına ayrılan basında “Kim, kimdir?” tadadı başladı.

Yazarları silâhşör ve tetikçi mevkiine koymak hazin olmanın ötesinde gerçekten de her şeyden önce AKP’ye yakın gazetecileri de rencide edecektir.

İkinci olarak, Başbakan’ın sözleri şantaj doludur. ‘Açıkladın açıkladın açıklamadın ben açıklayacağım…” Bunun ceza hukukundaki müeyyidesi bir tarafa; şık da olmamıştır ve herkes pazarlıkta anlaşamadıkları için tarafların deşifre yoluna başvurduğunu düşünmektedir. ‘Doğan grubu yazdıkça açıklayacağım’ mantığı gerçekten de kendini ele veren karşı tarafa zarar vermeden kendine zarar veren bir yaklaşımdır. Bu üslupla birlikte başbakan sanki yine kontrolden çıkmıştır. Halbuki kendisinden bildiklerini suç unsuru taşıyorsa yargıya intikal ettirmesi beklenirdi. Zira yargıda ihale fesadı diye bir cürüm ve suç çeşidi vardır. Buna mukabil, rafineri konusunda Çalık’a söz verdiğini söylemiş, ama kapıyı Doğan’a da tam olarak kapatmadığı anlaşılmaktadır. Kimbilir, belki de uzlaşma zemini aramıştır. Onu da yedekte tutmuştur.

***

İhale meselesi aslında iki tarafın da malî piyasalara nizamat verme konusunda ihtiraslı olduğunu ortaya koyuyor. İki taraf da malî piyasalarla alâkalı olarak rajon kesiyor; kimin hangi alana girip girmeyeceğini belirliyor. Bundan dolayı Doğan’ın eski çalışanı Fatih Altaylı, Doğan’ı işadamlarının Alaeddin Çakıcısı olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla bu kapışma titanların kapışmasıdır. Titanların çatışması olduğu kadar kuralı olmayan bir kapışmadır. Kim kimin üzerinde sorusunun cevabını vermeye matuf bir çekişmedir. İki tarafın da yeteri kadar gücü ve cephanesi var. Bilindiği gibi gücün kimde olduğunu fark eden Mesut Yılmaz göreve geldikten sonra ilk ziyaretlerinden birisini Doğan’a yapmış ve adeta askerî tabirle sabahın köründe ona tekmil vermişti. Doğan, Tansu Çiller gibi siyasetçilerle de kapışmıştı. Doğan’ın bu noktada çok çetin birisi olduğu belli. Zira açık oturumlarda kendisiyle ilgili konulara sık sık müdahale etmekte ve bazılarını da ağlatabilmektedir. Sadettin Tantan onun canlı yayında tarizlerine maruz kalan siyasetçiler arasındadır. Keza Erhan Göksel de canlı yayında Doğan tarafından hırpalanmış ve ardından kendini tutamayarak ekranda hüngür hüngür ağlamıştır. Dolayısıyla Aydın Doğan muhaliflerine karşı sürekli güç gösterisinde bulunan bir medya patronudur. Bu itibarla, sonunda dişine göre, mizacına göre çetin ceviz bir rakip bulmuştur. Biz bu noktada Amerikalıların dediği gibi iyi olan, becerikli ve güçlü olan kazansın demiyoruz. Sadece temiz olan kazansın diyoruz. Kimileri Aydın Doğan’ı fiziken Gorbaçov öncesi Rus Lider Brejnev’e de benzetiyor. İnsan elbette çift yaratılmıştır ve birbirine benzer. Bundan kötü bir maksat üretmeye de gerek yok.

***

Bu mesele basını da tam ortadan ikiye ayırdı. Kimin nerede duracağı kapışmayla birlikte yeniden belirlendi ve şekillendi. Saflaşma arttı. Sözgelimi Ahmet Hakan ile birlike Sebahaddin (Hako ile Sebo) Önkibar’ın safları daha bir pekişti. Ortada gel gitler yaşayanlar ise saflarını seçmek durumunda kaldılar. Bu noktada hükümetin ‘iki Taha’sı olarak da anılan Taha’ların birbirinden ayrılması üzücü. Taha Akyol, Doğan cephesinde kalırken Taha Kıvanç ise tercihli noktasında yerini korudu. İdeolojik nedenlerden değil de şahsî nedenlerden dolayı Doğan’la yolları ayrılan Fatih Altaylı, Doğan grubu karşısında atmaca kesildi. Adeta Doğan’ı topa tuttu. Emin Çölaşan ise ‘bunlar birbirlerini ısırmazlar sonunda çıkarları galip gelir. Biz yine aralarında ayrık otu gibi kalırız. İyisi mi sonucu görmeden tercihte bulunmayalım. İyi olan kazansın’ diyenlerin yani ortadakilerin veya bitaraf olarak bertaraf olması gerekenlerin safında bulunuyor. Tank Hasan ise akil adam pozisyonunda ve iki arada bir derede kalmış vaziyette. En zor konum onunkisi olsa gerek. Gönlü Tayyip Bey’le birlikte, ama Tayyip Bey’in ifadesiyle kalemi veya kılıcı ise öbür cephede sallanıyor. Parçalanmışlık veya şizofrenik bir durum. Allah kimseyi düşürmesin.

Son sıralarda Hasan Celal Güzel sık sık parçalanmışlık hali yaşıyor. Ergenekon aleyhtarlığıyla Ümit Özdağ arasında kalmıştı. Aydın Doğan ile birlikte CHP’nin de taraf olduğu meselenin merkezinde Deniz Feneri ve Kanal 7 var. Muhalif medya, Kanal 7’nin bir zamanlar Konya holdinglerinin reklam kanalı gibi çalıştığını ileri sürüyor. Deniz Feneri ile alakalı konunun yanlış bir tarafı hükümet aleyhtarı kampanya haline getirilmesidir. Konya holdinglerine para kaptıran vatandaşlara geçmişte Başbakan: “Para yatırırken bana mı sordunuz?’ diye cevap vermişti. Şimdi o meselinin bir başka boyutuyla alakalı olarak kendisi de suçlanıyor. Bununla birlikte, Hikmetyar meselesinde olduğu gibi bu meselede de CHP’nin zorlaması var. Bununla birlikte Sözcü gazetesinin de ima ettiği gibi dindarların ahlâka, diğer cephenin de dindarlığa ihtiyacı var. Dinle ahlâkı bütünleştiremediğimiz müddetçe bu tür skandalların ardı arkası kesilmeyecektir.

Zaman zaman yanlış yöntemi ideoloji ve ardından yandaşlık adına meşrulaştırdık. Bu hususta bazı yanlışları şöyle sıralayabiliriz. Kayıtdışılık, şeffafiyet eksikliği, yanlış yöntem ve yanlış adam. Bahsi geçen skandallarda bütün bu unsurlar var. Mahkeme safahatında ve öncesinde Mehmet Gürhan hakkında müspet konuşan bir tek kişiye neredeye rastlanmamıştır. Evet, yanlış adam ve yanlış adam vakasını besleyen yalakalık eninde sonunda kendi zeminini vurur ona zarar verir.

11.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Demokratikleşme ders kitaplarından başlamalı



2008-2009 öğretim yılının başlamasıyla birlikte eğitimdeki sıkıntılar da yeniden gündeme geldi. Her ilin, kendisine has eğitim sıkıntıları var. Kimi yerde ulaşım, kimi yerde derslik yetersizliği, kimi yerde de öğretmen sıkıntısı sözkonusu.

1999’daki Marmara Depremiyle sarsılan İstanbul’da da ‘okulları tamir etme’ çalışmaları eğitimi aksatıyor. Bazı okuların öğrencileri geçici olarak ‘komşu okul’lara gönderiliyor ve bu da sıkıntılara sebep oluyor. Türkiye’yi idare edenler belki de; ‘Yok öyle bir şey. Her şey yolunda’ diyecekler, ama velisi olduğumuz bir öğrenci, okuları tamir ve bakımda olduğu için başka bir okula yönlendirildi ve orası da ancak önümüzdeki Pazartesi günü eğitime hazır olabilecek!

İlköğretim öğrencileri bile şunu soruyor: Bu okulların tamiri yaz aylarında tamamlanamaz mıydı?

Neyse, hadisenin ‘teknik’ yönünü bir kenara bırakıp, asıl dert olan kitap muhtevalarına bakalım. Hatırlanacağı üzere yeni öğretim yılında okutulacak olan ilköğretim 8. sınıf ‘İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük’ ders kitabında başta 1960 İhtilâli olmak üzere bütün ihtilâller ve darbeler bir anlamda övülüyor. Türkiye’nin maddî ve manevî anlamda kalkınmasına darbe vuran ihtilâllerin haklı gösterilmesi her türlü tepkiyi hak ediyor. Nitekim, Millî Eğitim eski Bakanlarından Nahit Menteşe de ders kitaplarındaki davbe övgüsüne tepki göstermiş ve haklı olarak hatanın bir an önce düzeltilmesini istemiş.

Tabiî ki ders kitaplarındaki yanlışlık sadece darbe övgüsüyle sınırlı kalmıyor. Başka pek çok yanlış bilgi de ‘doğru’ diye çocuklarımıza dikte ettiriliyor. Bütün bunlara itiraz etmeliyiz ve ediyoruz. ‘Resmî tarih’ gözlüğüyle yazılan ders kitapları, çocuklarımızı gerçek dünyadan koparıyor. Gün geçtikçe yanlışlar ayıklanacağı yerde, yeni yanlışların ders kitaplarına girmesi hayra alâmet değil.

Zaman zaman, Türkiye’nin demokratikleşmesi için ‘yol’un şuradan/buradan geçmesi gerektiği ifade edilir. Asıl demokratikleşme, ders kitaplarının doğru dürüst hazırlanmasından sonra olabilir. Gerek tarihî gerçekleri ve gerek sosyal hadiseleri olduğundan farklı öğrenen çocuklarımız, hür düşünceli olabilir mi?

O halde, ilk adım olarak mevcut ders kitaplarındaki tarihî ve sosyal yanlışlar ayıklanmalıdır. Bunu da ancak geniş bir komisyon yapabilir. Kısmî düzeltmelerle bu işin içinden çıkmak mümkün değil. Geçmişte komşularımız Yunanistan ve Suriye ile ilgili aleyhte bilgiler ders kitaplarından çıkarıldı. Benzer şekilde, kendi tarihimizle ilgili yalan yanlış bilgiler de ders kitaplarından ayıklanmalıdır.

Bu cümleden olarak, “Lise Millî Güvenlik Bilgisi” (Komisyon, MEB Devlet Kitapları, Üçüncü Baskı, Uniprint-İstanbul, 2008) ders kitabının da iyi incelenmesi ve tartışmaya açılması icap eder. Teknoloji çağında, lisede okuyan öğrencilere subay ve astsubayların ‘rütbe’lerini ezberletmek ne derece doğrudur?

Ders kitaplarının çağın şartlarına uygun olması ve demokrasi süzgecinden geçmesi gerektiği gözden uzak tutulmamalı...

11.09.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Ergenekon”un geri üsleri (1)



“ŞEMDİNLİ dâvâsı” savcısının meslekten ihracını hatırlatan, “Ergenekon soruşturması”nı yürüten Cumhuriyet Savcısı hakkında “inceleme” başlatılması kararı, siyasî iktidarın bu dâvânın da arkasında durmayacağı sinyalini verirken, “Ergenekon”un “geri üsleri” ve “uluslararası bağlantıları” tam bir garabeti su yüzüne çıkarıyor.

“Ergenekon”un Türkiye’de terörle toplumu kargaşa ve iç çatışmaya sürükleyen ucu harice dayanan bir şebeke olduğunu 18 Temmuz tarihli “Hudson’dan Ergenekon’a” başlıklı yazımızda duyurmuştuk. Çok geçmeden Ergenekon örgütünün geri üslerinin Washington’da olduğu çeşitli eylem plânı belgeleriyle ortaya konuldu.

Gerçek şu ki “Ergenekon iddianamesi”ndeki bir dizi suikast ve bombalı saldırılara varan kanlı komplonun, toplumu etnik ve mezhebî ayrışmalarla kargaşa ve iç çatışmaya itmek olduğu her geçen gün kendini ele veriyor.

Tıpkı 27 Mayıs, 12 Eylül, 12 Mart ve 28 Şubat “postmodern darbe” öncesinde olduğu gibi, stratejinin “laik-anti laik” ikilemiyle toplumu karşılıklı kamplaşmaya sürüklemek olduğu açıkça anlaşılıyor. Hedef, tahrik ve terörle ülkeyi istikrarsızlaştırmakla zafiyet ve kırılganlığa duçar edip ifsat komitelerince tezgâhlanan ortama sürüklemek. Bu durum, gün geçtikçe daha bariz bir biçimde tezâhür ediyor.

Soruşturmada ele geçirilen belgelerde, söz konusu mihrakların cebir ve şiddet kullanarak halkı isyana tahrik, patlayıcı madde bulundurup atmaya azmettirmek, meşru demokratik otoriteyi zaafa uğratmak ve kamu düzenini bozarak kaos ortamı oluşturmak olduğunun açıklanması, bunun belgesi.

“TÜRKİYE’Yİ İSTİKRARSIZLAŞTIRMA”

KUKLACILARI…

Her ifsatta olduğu gibi “Ergenekon” borusunun başında da dıştaki bozguncu odaklarının olduğu, artık Türkiye dışında da belirtiliyor. Ve ne garip ki, karmaşık ecnebi işbirliklerinin başını yine Amerika’da neocon’lara akıl satan mihraklar geliyor.

Geçtiğimiz hafta Yeni Aktüel dergisinin 164. sayısında yer alan ve Fransa’daki Jacques Cheminade hareketinin internet sitesinde yayınlanan iki makaleye atfedilen değerlendirme, Ergenekon ifşaatlarının artık yabancıların da diline düştüğünü gösteriyor.

Fransa’da bir dönem İşçi Partisi’nin genel sekreterliğini de yapan Cheminade’nin, Ergenekon’un Amerikan ve Yahudi lobisi bağlantılarını deşifresi, bu gerçeği bir defa daha doğruluyor. “Ergenekon’un geri üsleri” olarak ABD’de neo-con’lara çalışan bazı “düşünce kuruluşları”nın etkisini açıkça ispat ediyor.

Keza “Ergenekon çetesinin bazı geri üsleri Washington’da bulunuyor” başlıklı yazıdaki bilgiler, Ergenekon’un arka plânında, “her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran” Yahudi lobisinin Türkiye üzerindeki oyunlarını açığa çıkarıyor.

Bu bağlamda, “Türkiye’nin istikrarsızlaştırılmasının perde arkasındaki kuklacılar üzerine yapılan Ergenekon soruşturması, ABD’deki bazı neocon düşünce tapınaklarının da bu işe bulaştığını ortaya çıkardı” analizi, Ergenekon’un arka plânını gözler önüne seriyor.

Anlaşılan o ki, bazı Batılı kaynaklarca da açıkça itiraf edildiği gibi çoğu Amerikan Yahudi lobisi güdümündeki “düşünce kuruluşları”, “Ergenekon’un geri üssü” vazifesini görmüş. Bunların başında ise Avrupa ve Avrasya’dan sorumlu Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Matt Bryza’la evlendiği için “Amerikan gelini” diye tanıtılan Zeyno Baran’ın aktif olarak çalıştığı Hudson Institute’ın gelmesi, dikkat çekici…

“GLADİO’NUN İZİNDE GERİLİM STRATEJİSİ”

Hatırlanacağı üzere, Zeyno Baran, Macar Yahudisi dünyaca ünlü dolar spekülatörü George Soros’un finanse ettiği “renkli devrimler”le bölgenin topyekûn “demokratikleştireceği” görüşünü öne sürmüştü. İran ve Azerbaycan’ın kurtuluşunun, Gürcistan ve Ukrayna’dakine benzer “iç darbeler”le olacağını iddia etmişti.

Türkiye üzerinde tasarlanan “felâket senaryoları”yla gündeme gelen, “kaos ve dehşet projeleri üretim merkezleri”nden biri olarak öne çıkan Amerikan Hudson Enstitüsü ve diğer “düşünce kuruluşları”, belli ki Ergenekon eylemlerinde “anahtar rol” oynamış. Bundandır ki bu “anahtar rol”, “Gladio’nun izinde giderek yeni bir gerilim stratejisi güdüp askerî darbe gerçekleştirmek isteyen Ergenekon çetesi için de geri üssü vazifesi görmek” tarzında tanımlanıyor.

Ve işin ilginç yanı, Türkiye ile ilgili “eylem plânı”nın açıklanmasının ardından bir yerlerden “düğmeye basılmış”; Ergenekon’un “birinci sanığı”yla irtibatlı bir tetikçi marifetiyle Danıştay üyelerine suikast saldırısı yapılarak “irtica”ya fatura edilmişti. Devamında Ankara Anafartalar çarşısına katliâm gibi bombalı saldırı düzenlenmiş; AKP’yi “kapatma dâvâsı” öncesinde “laik-anti laik” kavgası körüklenmişti. Peşinden de İstanbul’daki Amerikan Konsolosluğu önünde üç polisin şehit edildiği saldırıdan sonra Güngören’de masum insanları katleden patlamalar tertiplenmiş; akabinde de Mersin ve İzmir’de bombalama eylemleri hazırlıkları suçüstü yakalanmıştı…

Neticede fitnenin ateşlenmesinin, ülkeyi iç karışıklık, kargaşa ve kaosa itilmesine teşne hale getirmek amacını taşıdığı gün gibi aşikâr olmakta…

İbret verici…

11.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Orada teslim, burada taarruz



BAŞBAKAN, Anayasa Mahkemesinin partisi hakkında verdiği karar için “Saygı duymaktan başka çaremiz yok” diyor ve ardından ekliyor:

“Bu şartlarda siyaseti sürdüreceğiz.”

Oysa AYM Başkanı o kararı açıklarken demişti ki: “Mahkememizin üyeleri, Meclisin çözmesi gereken bir konunun önlerine gelmesinden rahatsızlar. Artık gerekli düzenlemeler yapılsın ve bu tür meselelerle meşgul edilmeyelim.”

Gerçi Başkanın kast ettiği şey, “teknik” anlamda parti kapatma kurallarının tekrar tanzimi. Yoksa “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler”le ilgili bir talep değil.

AYM’nin gerek başörtüsü, gerekse kapatma dâvâsında verdiği kararların özü, bu maddelere dayanıyor ve bu yönüyle hem AKP’yi, hem de siyasetin tümünü sıkı bir cendere içine alıyor.

Erdoğan’ın “Bu şartlarda siyaseti sürdüreceğiz” sözü, bu durumu kabullenip teslim olmuş ve boyun eğmiş bir halet-i ruhiyenin ifadesi.

Ancak hiç olmazsa AYM Başkanının çağrıda bulunduğu konuda, sözü edilen “teknik” düzenlemeleri yapmak için niye hâlâ harekete geçmediğini anlamak mümkün değil. Tıpkı beş yıl önce yine bizzat Anayasa Mahkemesince hazırlanıp gündeme getirilen reform taslağının neden ıskalandığına hâlâ bir anlam verilemediği gibi.

O zamanki tavır tecrübesizliğe, şimdiki durum kapatma dâvâsının getirdiği çekingenlik ve sinmişliğe bağlanabilir, ama sonuç değişmiyor.

Milletin neredeyse yarısının verdiği oylar, göz göre göre bloke edilip muattal hale getiriliyor.

Peki, AYM kararı karşısında bu tavrı sergileyen Başbakanın, son günlerde askerî cenahtan sâdır olan alışılmadık çıkışları ya tevil etmesine ya da suskunlukla geçiştirmesine ne denilmeli?

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklu bulunan iki emekli orgenerale “TSK adına” yapıldığı resmen açıklanan ziyareti televizyon haberlerinden öğrendiğini söyleyen Başbakan, aynı beyanında söz konusu tuhaf ve tartışmalı ziyaret için “insanî amaçlı” gibi bir izah getiriyor.

Eğer bu gerekçe kabul edilirse, “İçerideki diğer asker kökenli tutuklular ‘insan’ değil mi?” suali ister istemez gündeme geliyor. Onlar da aynı soruşturma kapsamında tutuklu, bazıları aylardır içeride ve bir kısmının gayet ciddî sağlık sorunlarıyla karşı karşıya olduğu söyleniyor.

Önceki rütbelerin mahkeme önünde değer taşımadığı ve sanıkların tümünün eşit şartlarda yargılanmayı beklediği bir süreçte, sadece iki yüksek rütbeliyi kapsayıp diğerlerini dışlayan bir “insanî amaç” tevili hiç inandırıcı olmuyor.

Ve nitekim kamuoyu önünde, televizyonlardan öğrendiği ziyaret için bu zorlamalı tevili yapmaya çalışan Başbakanın, yakın çevresine çok farklı konuştuğuna ilişkin söylentiler var.

Buna göre, Erdoğan Kandıra ziyaretine tepkisini “Bu nasıl iş? Bu ülkeyi nasıl yöneteceğiz? Birbirimize nasıl güveneceğiz?” gibi sorularla dile getirmiş (O. Müderrisoğlu, Sabah, 8.9.08).

Ama kamuoyuna yönelik açıklamalar farklı.

Kandıra’ya yapılan tuhaf ziyaretin tepkilerinin sürdüğü bir ortamda Genelkurmay Başkanının Diyarbakır’a gidip “ayıklanmış STK temsilcileri”yle bir araya gelmesi ve “halkla kaynaşması” olayında ise tümüyle sessiz kaldı Erdoğan.

Bazı ulusalcı basın organlarında “Başbuğ bu ziyaretiyle hem Cumhurbaşkanının, hem Başbakanın, hem valinin, hem de belediye başkanının yapması gerekenleri yaptı” şeklinde yorumlara konu olan Diyarbakır çıkartması için Başbakanın bu sessizliği acaba ne anlama geliyor?

Peki, yargı ve asker karşısında böyle paralel ve birbirine benzer tavırlar sergilenirken, Aydın Doğan’ın alışılmadık bir üslûpla hedefe konulmasının izahı ne? Asıl niyet statüko cephesinin medya ayağını çökertmek mi, yoksa Doğan grubu medyasının iktidar partisine karşı yoğunlaştırdığı yolsuzluk suçlamalarını püskürtmek mi?

Keşke birinci şık geçerli olsa. Ama Başbakanın konuyu işleyiş tarzı hiç de öyle göstermiyor...

11.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır