Yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un görevi devralırken yaptığı konuşmada verdiği mesajlar yeni değil.
Önder Aytaç’la Emre Uslu’nun dikkat çektiği gibi (Taraf, 1.9.08), Başbuğ önceki konuşmalarının küçük rötuşlarla tekrarı niteliğinde bir konuşma yaptı. Bunu yaparken bazı mesajlarını ciddî şekilde yumuşatmış olması ise önemliydi.
Bunun tipik örneklerinden biri, cemaat ve tarikatlarla ilgili değerlendirmelerinde görülüyor.
2006'da Harbiye’nin yeni eğitim-öğretim yılına girişi vesilesiyle yapılan törende Kara Kuvvetleri Komutanı olarak konuşan Başbuğ, cemaat ve tarikatları “devrim karşıtı hareketin odağı” olarak nitelemiş; bunlara karşı mücadelenin öncelikle kültür, eğitim ve öğretim alanlarında verilmesi gerektiği görüşünü seslendirmişti.
Geçen yılki Harbiye konuşmasında ise bu çeşit sert ve keskin suçlamalara yer vermezken, “Türk devrimine karşı” yürütülen girişimlerle “hukuk içinde” topyekûn mücadele çağrısı yaptı.
Bir sene daha geçti ve bu defa Genelkurmay Başkanı sıfatıyla yaptığı ilk konuşmada, giderek güçlenen “bazı cemaatlerin ekonomiyi yönlendirmeye, sosyopolitik yaşamı biçimlendirmeye ve dine bağlı bir yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalıştıkları”nı söyledi.
Bu değerlendirmesinin ardından kullandığı cümleyle ise çok önemli bir nüansın altını çizdi:
Başbuğ bu vâkıayı bir “sosyal gerçek” olarak niteliyor ve bu oluşuma karşı alınacak tedbirlerin başarısının, söz konusu sosyal gerçeğin doğru analiz edilmesine bağlı olduğunu ifade ediyor.
Birer yıl arayla yaptığı önceki iki konuşmasında kültür, eğitim, öğretim ve hukuk alanlarında verilmesi gerektiğini söylediği mücadeleye vurgu yaparken, bu defa olayı bir “sosyal gerçek” olarak niteleyip “evvelâ doğru analiz” gereğine dikkat çekmesi, Başbuğ’un konuya bakışının daha mâkul bir çizgiye yaklaştığını gösterir mi?
Bize göre, aşırı beklentilere girmemek kaydıyla, öyle bir temennînin mahzuru olmasa gerek.
Öte yandan, madalyonun diğer yüzünde, bazı cemaatlerin bilhassa zenginleşme ve siyasallaşma yoluyla “cemaat” olma özelliğinden uzaklaşıp dünyevîleşme sürecine girdikleri vâkıasının da derin şekilde analiz edilmesine ihtiyaç var...
Genelkurmay Başkanının eleştirilen bir diğer beyanı da, toplumun bir kesimine izafe ettiği bir endişeyi dile getirirken, bu kesimde “yeni bir kültürel kimliğin ve yaşam tarzının oluşumunda dinî düşüncelere büyük ağırlık verildiği” düşüncesinin varlığından bahis açması ve bu endişenin ciddîye alınması gereğini söylemesi oldu.
Başbuğ’un, gerekçesini “Çoğulcu demokrasi anlayışı çerçevesinde toplumsal huzur için bu zorunludur” diye açıkladığı söz konusu endişe ciddîye alınsın; ama hayatında dinî düşüncelere ağırlık vermek isteyen daha geniş kesimlerin yaşadığı sıkıntıların da ciddîye alınması şartıyla.
Ne yazık ki, şimdiye kadar bu kesimler hep incitildi, horlandı, baskı altında tutuldu. Onların yaşadığı sıkıntı, mevhum bir “endişe” değil; en temel haklarının göz göre göre gasp edildiği bir fiilî gerçeklik haliydi. Ve maalesef bu sıkıntıların 28 Şubat kaynaklı olanları hâlâ devam ediyor.
Bu itibarla, “çoğulcu demokrasi anlayışı çerçevesinde toplumsal huzur”dan söz edilecekse, işin bu tarafının da görülüp dengenin sağlanması lâzım ki, dile getirilen talep vicdanlarda tasdik bulsun. Ve hiç kimsenin, inanç ve hayat tarzı tercihinden dolayı aşağılanıp baskı altına alınmadığı bir saygı ve hoşgörü hakim kılınsın.
Bu arada, “dinî düşüncelere ağırlık verilmesi”nin bir kesimde endişeye yol açtığı iddiasına, bizzat o kesimden itiraz gelmesi de çok ilginç.
“Bu ülkede ‘dinî düşünceler’in yeri her zaman ayrıdır, din her zaman önemli ve ağırlıklı olarak yaşamda yerini almıştır” diyerek, sıkıntının belli bir dinin devlete veya devlet tarafından dayatılmasından kaynaklandığını ifade eden Ruhat Mengi’nin isabetli eleştirisi gibi (Vatan, 2.9.08).
03.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|