|
|
Bediüzzaman “İnsanın vazife-i asliyesi, iman ve duâdır” (Sözler, s. 502); “Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir” der. Çünkü “insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duâdır. Duâ ise esas-ı ubudiyettir. Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir duâ eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmek gerektir. Tâ ki, makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.” (Sözler, 503-504)
Ünlü psikolog William James “Üzüntü ve sıkıntılarımızın en değerli ilâcı din ve imandır” der. Francis Bacon da, doğru düşüncenin insanı dine, imana ve duâya yönelteceğini ifade etmiştir.
Gerçek saadetin imanda ve her şeye kadir olan Allah’a duâ etmekle kazanılacağı fikrinde birleşen filozoflar “Gerçekten dindar bir insanda sinir illeti olmaz” demektedirler. Herry Ford da “Benim inancıma göre, işler, Allah’ın elindedir, onun iradesindedir... O, her şeyi en güzel şekilde yapar. O halde, üzülecek ne var?” demiştir.
Hz. İsa (as) “İsteyin size verilir. Arayın bulursunuz! Kapıyı çalın size açılır” diyerek havarilerini ve inananları duâ ile Allah’a yöneltmiştir. Gerçekten de duâ etmek, cesaret ve emniyetle düşünmeye yardım eder.
Dale Carnegie’nin dediği gibi “İnsanı dindar yapan, belli fikirleri aklen kabul etmek değildir, belli kaidelere uyması da değildir. Belli bir ruha sahip olması, belli bir hayata katılmasıdır.”
Yine William James “Okyanus üzerindeki derin, azgın, coşkulu dalgalar, derin kısımlara dokunmazlar. Geniş ve derin hakikatlerle uğraşan bir insan için, dış dünyadaki değişiklikler, nispeten ehemmiyetsiz görünür. Binaenaleyh, gerçekten dindar olan bir insan, sarsılmaz bir hoşgörü ile doludur. O, olacak herhangi bir olayı sükûnetle bekler” diyerek Allah’a tevekkül eden bir insanın olaylar karşısında itidalini kaybetmeyeceğini ve tehevvüre kapılmayacağını ifade etmiştir.
Duâ, derdimizi olduğu gibi ifade etmeye yarar. Ayrıca yalnız olmadığımızı hissetmek ve derdimizi bilen ve gidermeye gücü yeten birisi ile paylaşmak demektir. Yine duâ, dertlerimizden kurtulmak ve yükümüzü hafifletmek için atılan ilk adımdır.
Duânın en tatlı meyvesi şudur ki: “Duâ eden adam anlar ki, birisi var; onun hâtırât-ı kalbini (kalbine gelen hatıraları) işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.” (Sözler, Sayfa 288) Her şeye kadir ve her şeye mâlik olan bir Zatın varlığını bilmek ve Ona inanmak, insanı büyük bir rahata ve huzura kavuşturur.
Şu şekilde duâ edebiliriz:
“Allah’ım! Hakkımda en hayırlı olan nedir, bilmiyorum, fakat sen bilirsin. Bize en hayırlısını, rızana uygun olanını nasip eyle. Sevdiğin şeylerden bize ihsan et. Rızandan ayırma. Allah’ım! Bizi son nefesimize kadar iman ve Kur’ân hizmetinde hayırlı vazifelerde istihdam et. Bizi nefsimize bırakma, her türlü kötülüklerden muhafaza et...” Âmin!
03.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ramazan’ın kazandırdıkları |
|
BİR Müslüman için en önemli hedef ve maksat Allah’ın rızasını kazanmaktır. İslâmın bütün emir ve yasaklarının maksadı da insanı Allah’ın rızasına götürmek ve mükemmel bir insan ve Müslüman olmasını sağlamaktır.
Allah’ın razı olduğu mükemmel insandan kim memnun olmaz ki?
İşte Ramazan-ı Şerif ve bu ayda tutulan oruç bu hedefe ulaştırmada en ideal bir zaman ve ibadettir.
Oruç her şeyden önce kula kulluğunu, kulluk için yaratıldığını, Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla yükümlü olduğunu hatırlatır. Her zaman yiyip içegeldiği nimetlere el uzatamamakla, “Demek bu nimetler benim mülküm değil. Bunları yiyip içmekte hür değilim. Rabbimin nimetleridir. O'nun emrini bekliyorum” diye düşünür ve emir dinlemeyi öğrenir. Helâl rızıklara dahi el uzatamaması haramlardan uzaklaşma noktasında da daha büyük bir kolaylık sağlar.
Sürekli yiyip içen, ama zamanla gaflet sebebiyle faydalandığı nimetlerin kadrini, kıymetini unutma noktasına gelen insan ne kadar kıymetli, büyük ve leziz nimetlerle beslenip büyütüldüğünü anlar. İftar vaktinde suyun ne kadar büyük bir nimet, hatta kuru bir ekmeğin bile baklavadan, börekten daha leziz bir nimet olduğunu hisseder, ne kadar çok şükretmesi gerektiğini düşünüp yaratılış gayesi olan şükre yönelir.
Oruç sağlık açısından en güzel bir ilâç, maddî ve manevî bir perhizdir. Yeme içmede ölçüyü kaçıran insan vücuduna ne kadar zarar verir. Hele helâl haram ayırt etmiyor, rastgeleni yiyip içiyorsa mânevî hayatını da zehirler. Artık o insanda kalp ve ruh yerine nefis dizginleri eline alıp hükmetmeye başlar, kalp ve ruhun sesine kulak vermez. İnsan ona değil, o insana biner.
Oruçla perhize alışan, emir dinlemeyi öğrenen nefis bir taraftan mideyi rahatlatırken, diğer taraftan kalp, ruh ve lâtifeleri istirahata alır. Mide ağlarken onlar güler, ilerler ve feyizler alırlar. Bu noktada “Oruç tutun ki sıhhat bulasınız”1 hadis-i şerifinin önemi ve evlenemeyen gençlere oruç tutma tavsiye edilmesindeki2 sır daha iyi anlaşılır.
Hem oruç sadece mideyi aç bırakmak değildir. Akıl, ruh, kalp, sır; el, ayak, göz, kulak gibi bütün duygu ve organlara da oruç tutturmaktır. “Öyle oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan ellerinde açlık ve susuzluktan başka bir şey kalmaz”3 ikazı ne kadar anlamlıdır. Midesi aç kaldığı halde dilini yalan sözden, gözünü harama bakmaktan korumayan insan, orucun hikmetini anlamamış demektir. Allah Resûlünün (asm) yalancılıktan, yalan yere şahitlikten, cahilce davranışlar yapmaktan çekinmeyen kimsenin yeme içmesini terk etmesine Allah’ın değer vermeyeceğini bildirmesi4 orucun nasıl tutulacağını göstermesi bakımından önemlidir.
O zaman mide bir yandan Allah için aç kalarak oruç tutarken dil zikir, tesbih, salâvat getirmekle, Kur’ân okumakla, kulak güzel sözleri ve Kur’ân’ı dinlemekle, göz ibretle bakmakla; akıl, kalp, hayal güzel şeyleri düşünmekle oruca katılmış olurlar.
Dipnotlar:
1- et-Terğib ve’t-Terhib, 2:83.
2- Neseî, Sıyam: 43.
3- İbni Mace, Sıyam: 21.
4- A.g.e.
03.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Unutulan zafer |
|
Bir televizyon programında herkesin unuttuğu fakat Genelkurmay Başkanlığının hatırlattığı bir zaferden bahsedildi. Birinci Dünya Savaşı esnasında 29 Nisan günü kazanılan “Kut Zaferi”.
Bu zafer, belgesel programına değil de niçin bir haber programına konu olmuştu? Sadece zafer günü 29 Nisan olduğu için mi?
Hayır, bu zafer aradan geçen 94 yıl sonra bile bir haber değeri taşıyor. Zira İngilizler yine Irak topraklarındalar ve yeni bir bozgunun eşiğine gelmiş durumda bulunuyorlar. En önemli fark yanlarında Fransızlar değil de Amerikalılar var.
Yakın tarihimiz ne yazık ki çok çarpıtılmıştır. Gerçekler bazen tersine çevrilmiş, kahramanlar hain, işbirlikçiler ise kahraman ilân edilmişlerdir. Bunun bir delili de bahsetmiş olduğumuz Kut-ül Amare Zaferi veya kısaca tarihte Kut Zaferi olarak geçen bu savaştır.
Niçin bu savaş unutulmuş veya 2008 yılına kadar hatırlanmamıştır. Bunun elbette bir sebebi vardır. Hoş ben yazılarımda defalarca bu zaferden bahsettim. Okuyucularımın ve tarihe ilgi duyanların bilgisi dâhilinde olan bu zaferin üzerinde durulmamasının en önemli sebebi “Enver Paşa” düşmanlığıdır.
İyi de “Savaşın muzaffer komutanı Enver Paşa değil, Halil Kut Paşadır, ne alâkası var!” demeyin zira Halil Paşa, Enver Paşanın amcasıdır. Enver Paşaya düşman olanlar, amcası bu zaferi kazandığı için onu çağrıştırır endişesi ile bu zaferi unutturmaya çalışmışlardır.
Evet, kolay değil, bir İngiliz Tümeni, başındaki generalleri ile birlikte esir alınmıştır. Ben “20 bin İngiliz askeri esir edilmiş ve o güne kadar İngilizlerin teslim olmuş en büyük birliği” diye konu etmiştim. Lâkin haberde 13 bin askerin esir alındığı ifade edildi. Belki savaşın diğer safhalarındaki esirler ilâve edilmediği için bu fark ortaya çıkmıştır.
Gerçek rakam ne olursa olsun elde edilen zafer büyüktür. Bu ve Çanakkale zaferleri sayesinde İngilizlerin savaş azmi kırılmış, Türk askeri karşısında bu eski düşmanımızın gözü büyük ölçüde korkmuştu. Zaten İstiklâl Savaşı’na İngilizler direkt olarak katılmamış, Yunanlıları kışkırtarak üzerimize göndermişlerdir. Unutulan bu zaferlerin önemi işte şimdi ortaya çıkmaktadır.
Yeni Asya gazetesi ve neşriyâtı kimsenin cesaret edemediği yakın tarihimiz ile ilgili konularda kamuoyuna ve okuyucularına büyük bir hizmet sunmuştur. Yakın Tarih Ansiklopedisi bunun en güzel delilidir. Kamuoyunun bilgisine sunulan tarihî gerçekler aradan yıllar geçmesine rağmen bir bir ortaya çıkmaktadır.
Maalesef bu güzel hizmetimizin reklâmını yeteri kadar yapamıyoruz. İşte “Kut Zaferi” buna sadece bir örnektir. Gerçi haber yapılırken bunu Genelkurmay Başkanlığının ortaya çıkardığı ileri sürülmektedir. Ziyanı yok, gerçeklerin ortaya çıkarılmasında varsın bu kurumumuz öne sürülsün. Önemli olan, hakikatlerin gün ışığına çıkmasıdır. Bugün sadece bir hakikat ortaya çıkmıştır, fakat daha yüzlerce hatta binlerce konu ettiğimiz fakat tartışmaya açamadığımız nice gerçekler unutturulmaya çalışılmaktadır.
Peki, niçin gerçekler örtülüyor veya ters bir şekilde önümüze sürülüyor? Özellikle resmî tarih kitaplarında birçok örneği bulunan bu haksızlık neden yapılıyor?
Bu sorunun cevabı uzundur, kısaca bu hamur çok su götürür. Lâkin birkaç hususu dile getirerek yazımıza nihayet verelim.
Efendim, yeni bir nesil ortaya çıkarılmak istenmiştir. Bu neslin dine düşman olması ve geçmişine sövmesi için elden gelen bütün gayret esirgenmemiş, hatta hâlâ bunun için çalışmalar devam etmektedir.
Fakat mızrak çuvala sığmaz. Gerçekler muhakkak ortaya çıkacaktır. Buna engel olmak için tarihimizi ne derece değiştirmeye de çalışsalar da buna muvaffak olamazlar. Yeter ki biraz cesaret ve çalışma azmi olsun, vesselâm…
03.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Sizin kedi gargur ediyor mu? |
|
Kedi bahsi, Nur Risâlelerinde olduğu gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin hayatında da genişçe bir yer alır.
Bizim Barla, Isparta ve Emirdağ'da yaptığımız tesbitlere göre ve görgü şahitlerinden de bizzat dinlediğimiz kadarıyla, buralarda Üstad Bediüzzaman'ın ikamet ettiği menzillerde birden çok kedileri varmış.
Şahitler, Emirdağ'daki evinde iki adet kedi beslediklerini söylerken, Barla'da ise dört adet kedisi olduğunu Üstad'ın bizatihi kendisi ifade ediyor.
Kedilerin rızıklarının bereket sûretinde geldiğini ve kendisinin de onların bereketinden istifade ederek onlara minnettar olduğunu da itiraf eden Hz. Bediüzzaman, bakın dört kedisiyle alâkalı olarak 24. Söz'ün başlarında neler ifade ediyor: "...Bir gün kedilere baktım; yalnız yemeklerini yediler, oynadılar yattılar. Hatırıma geldi, 'Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübârek denilir?' Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarîh bir sûrette, 'Yâ Rahîm, yâ Rahîm...' diyerek, güyâ hatırıma gelen îtirazı ve tahkiri, tâifesi nâmına reddedip yüzüme çarptı." (Age, s. 301)
* * *
Emirdağ'da ikamete mecbur edildiği dönemde, Üstad Bediüzzaman'ın Afyon'dan iki ziyaretçisi gelir. Onlar daha kendilerini tanıtmadan evvel, Üstad onlara "Hoşgeldiniz mollalar" diye hitap eder. Meğerse, ikisi de molla, yani hoca imişler, Üstad'ı bir din âlimi diye ziyarete gelmişler.
Sohbet esnasında yanlarına Üstad'ın bir kedisi gelir. Üstad, biraz dolaştıktan sonra yanı başında oturan kediyi başından beline doğru sıvazlayarak sevmeye başlar. O kediyi okşadıkça, kedi de sarih bir sûrette "Ya Rahim, Ya Rahim..." diye mırıldanmaya başlar.
Bu durum, mollaları ikinci kez şaşkına çevirir. Onların çokça şaşırdığını gören Üstad: "Mollalar, sizin kediniz de böyle 'Ya Rahim, ya Rahim' diyor mu?" diye sorar.
Mollalar cevap verir: "Demez, yok efendim, bizimki demez."
Hazret–i Bediüzzaman'ın onlara son sözü şu olur: "Der mollalar, der. Fakat, sizin kedilerin boğazından haram lokma geçtiği için, ağzı 'gargur' eder; tam olarak 'yâ Rahim, yâ Rahim'i çıkaramaz olur."
Evet, ne dersiniz? Evlâtlarımızın boğazından geçen haram lokma onlara nasıl büyük zarar veriyorsa, aynı haram lokma kedi gibi mâsum ve mübarek hayvanları dahi menfî bir sûrette etkileyebiliyor, demek ki...
Şu mübarek Ramazan hürmetine, Cenâb–ı Hak, bizlerin, evlâtlarımızın ve hatta hayvanlarımızın boğazından, kursağından haram lokma geçirtmesin.
Tarihin yorumu = 3 Eylül 1961
"Eminsular" mı? Sakın ola!
Eylül 1961 Türkiye'sinin genel manzarası şuydu: 27 Mayıs darbecilerinin silâh zoruyla iktidardan alaşağı ettikleri Demokratlar'ın Yassıada'daki duruşmaları sona ermiş ve Başbakan Menderes ile iki DP'li bakanın idam kararı kesinlik kazanmıştı. Nitekim, bu mazlumlar iki hafta sonra idam edilecekti. İdamdan bir ay sonra ise (15 Ekim 1961), Türkiye'de genel seçimler yapılacak ve rejim–gûyâ–normale dönecekti.
İşte, tam bu esnada, eski (emekli) Kara Kuvvetleri Komutanı, yani Millî Birlik Komitesi (MBK) Başkanı Org. Cemal Gürsel, genel seçimlere hazırlanan siyasî parti başkanlarını topladı ve onlara şu üç önemli konuda tehditvâri şekilde ikaz etti:
1) 27 Mayıs Darbesini tenkit etmekten şiddetle kaçının.
2) Aynı şekilde, Demokrat Partiyi övmekten kaçının.
3) Eminsular hadisesini ağzınıza almayın.
Bu maddelere uyma mecburiyeti, bilâhare deklare edilerek yazılı ve imzalı hale getirildi.
* * *
Günümüz insanları, ilk iki maddenin ne anlama geldiğini az çok biliyor.
Ancak, "Eminsular" meselesinin ne olduğunu ve yakın tarihimizde yaşanmış olan bu önemli vak'anın ne mânâya geldiğini bilenlerin sayısı çok az.
Eminsular (Emekli İnkılâp Subayları), Ağustos (1960) ile Şubat (1961) ayları arasında zorla emekliye sevk edilmek sûretiyle ordudan atılan binlerce subayın kurmuş olduğu derneğin ismidir.
235 general ve amiral ile 5000'e yakın mağdur durumdaki subayın kurmuş olduğu bu derneğin asıl maksadı, âdil bir mahkeme yoluyla yeniden ordudaki vazifelerine dönmek idi. Ancak, MBK'nın sert ve kesin tavrı karşısında bir netice alamadılar ve mağduriyetleriyle başbaşa kaldılar.
Gariptir ki, 2 Ağustos 1960'ta emekliye sevk edilenlerden biri de iki aydır Genelkurmay Başkanlığı makamında bulunan Org. Ragıp Gümüşpala'dır. Cuntacı kafa, en yüksek rütbeli bir generali bile dışlayıp harcamaktan çekinmiyordu.
Aynı dönemde ordudan atılan aşina bir başka isim ise, Binbaşı rütbesindeki Münip Yeğin'dir. Sonradan kimya profesörü olan Münip Bey, Üstad Bediüzzaman'ın talebelerinden Abdullah Yeğin'in biraderi olup Eminsular derneğinin de bir üyesidir.
* * *
Menderes ve Demokrat yanlısı diye telâkki edilerek ordudan atılan binlerce subayın kurmuş olduğu Eminsular teşkilâtından korkan cuntacılar, yine dayatma ve zorbalık yoluna başvurarak, bu derneğin faaliyetini boşa çıkardılar. Dolayısıyla da, bu 5235 sadakatli subayı bütün aile efradıyla birlikte ömürboyu mağdur etmiş oldular.
Tarihte yaşanmış olan darbe hadiselerinin tamamı şahittir ki, insanların şu veya bu şekilde mağdur olması, hatta can ve mallarının telef olması dahi, darbecilerin zerre kadar umurunda değil. Zira darbecilik, en vahşi, en zalim, en gaddar bir ruh halidir. Kandan, kinden, zulümden beslenir; ezmekten, sindirmekten, işkence çektirmekten menhus bir lezzet alır.
03.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur meslek ve meşrebinin ana umdeleri-2 |
|
Nur mesleğinde, mü’minlerin kardeşliği esastır.1 İman, mâl-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır.
- Nur hizmetkârlığı, yani, iman hizmeti gizlenmez: İhfa (gizlemek) ve havf (korku); riyâdandır. Farzda riyâ yoktur.2 “Bâzı kardeşlerimizin, lüzumsuz, talebeliğini inkâr, husûsan (...) eskide ehemmiyetli kendi hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz setretmeleri (örtmeleri), gerçi çirkin, fakat onların sâbık hizmetleri için affedip gücenmemeliyiz.”3
- Şeâir-i İslâmiyeye (İslâmî esaslar, farzlar, sembollere) uymak ve ilân etmek esastır. Çünkü, Şer’î meselelerde bir kısım meseleler, umuma umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, şahsî farzlardan daha önemlidir.4 Meselâ; ezan ve başörtüsü şeair-i İslâmiyedirler; aynı zamanda tevhidi sema ehli dahil bütün varlıklara ilân ve İslâmı tebliğdirler.
Hizmet için farzlar terk edilmez. Ferâizin terkinde, yüzde doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Şeâirde tehâvün (önem vermeme), zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder,5 durdurmaz, cesaretlendirir.
- Şahısların değil, hakkın hatırını yüksek tutmak; hiçbir hatıra fedâ etmemek gerekir.6 İster imanî, ister ibadetî, ister ictimaî-siyasî mevzular anlatılsın; şahıslar kırılır, darılır, hoş karşılamaz diye anlatmamazlık etmemek. Gerçeği olduğu gibi anlatmak ve hakkın hatırını kırmamak gerekir.
- Risâle-i Nur mesleği aşk, şevk, merhamet, şefkat, feragat ve fedakârâne ve îsâr hasletiyle hizmeti gerektirir. Hizmet, “Dine meylettirmek ve iltizama (taraftar olup yapışmaya) teşvik etmek ve dini vazifelerini hatırlatmaktan”7 ibarettir. Yoksa, sonuç almak değil!
- Risâle-i Nur mesleğine sadakat; “Hubb-u cah (makam, mevkî sevgisi), havf (korku) damarı, tama (aşırı açgözlülük, geçim noktasında hırs), asabiyet/milliyetçilik damarı, enaniyet, tenperverlik” gibi desise-i şeytaniyelerden uzak durmayı gerektirir. Tıpkı Peygamberimizin (asm), kendisine yapılan mal, mülk, makam mevki tekliflerini; tıpkı varisi Bediüzzaman’ın, milletvekilliği, maaş, köşk, genel vaizliği reddetmeleri gibi. Nur meslek ve meşrebi, onlara uymayı, örnek almayı gerektirir.
- Hayat, birlik ve ittihadın neticesidir. Müslümanlarla kaynaşarak ittihat için çalışmak gerekir.8
- Risâle-i Nur’un hem günümüz, hem de istikbaldeki ictimâî ve siyâsî ölçü ve prensipleri ihtivâ ettiğini, temel siyasî formül ve stratejileri çizdiğini, ana şablonları verdiğini bilerek, sadakat ve metanetle müdafaayı gerektirir:
“Risâle-i Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin, kendi makâmında riyâseti var ve bu zamanı tenvir eden bir mû’cize-i mâneviye-i Kur’âniyedir.”9 “Lillâhilhamd, Risâle-i Nur, bu asrı belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mû’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalar ile körlere de göstermiş.”10
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 157.; 2- Hutbe-i Şamiye, s. 131.; 3- Şuâlar, s. 429.; 4- Mektûbât, s. 385.; 5- Mesnevî-i Nuriye, s. 87. 6- Sünûhat, s. 67.; 7- Barla Lâhikası, s. 87.; 8- Münâzarât, s. 49.; 9- Hizmet Rehberi, s. 23.; 10- Kastamonu Lâhikası, s. 6.
03.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
İradelerin savaşı |
|
11 Eylül 2001’de yaşanan olaylardan bu yana, Bush yönetimi, yıllarını İslâmiyet’in terörizm ile eşanlamlı olduğunu empoze etmekle geçirdiler. Amerikan medya ağının Fox News kanalı gibi neo-konservatif kısmının katkılarıyla büyüyen İslâm karşıtı hareket, bir çok Amerikan vatandaşında İslâm’a karşı bir korku oluşmasına yol açtı. Siyonist ve neo-konservatif bağnazlar tarafından desteklenen anti-İslâmcılık tuzağının yalan ve hilekârlıklarına bir çok Amerikalı kandı.
Bu İslâm karşıtı kampanyada Başkan George W. Bush bir liderlik vazifesi üstlendi. ABD’nin El Kaide örgütü ile verdiği mücadeleyi “Haçlı savaşı” olarak nitelemek gibi bir çok anti-İslâm mânâ yüklenmiş dinî terimleri kullanmak suretiyle, Bush İslâmiyet’e dost olmak dışında her şey olabileceğini ispatlamış oldu. “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.” (Bakara, 190)
Bu tarz bir cehalet ve bilgisizlikle sarılmış Amerikalılar için, dünyada Müslüman nüfusun Hıristiyanlığa yahut başka dinlere inananlardan daha çok olmaya başladığı ve giderek arttığı gerçeği bir sürpriz gibi gelecektir.
Gerçekten de, Neo-con yahut Siyonistlerin dünyanın en kusursuz dini olan İslâmiyet’i yok etme çabalarına rağmen, İslâm büyük bir hızla yayılıyor ve yayılmaya da devam edecektir. Onların bu saldırgan tutumlarının başlıca amacı dünya genelinde İslâmiyet’e karşı global bir haçlı savaşı başlatmaktan başka bir şey değildir ve bu çabaları devam etmektedir.
Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da süregelen barbarca işgallerden tutun da, Rand Corporation ve benzerleri gibi kurumlar tarafından desteklenen akademik türden karalamalara kadar, bu inançsız güruhun İslâm’ın köklerine yapmakta oldukları bütün saldırılar, Neo-conlar ve Siyonistlerin, İslâmiyeti “bir kolaylık dini” olmaktan başka bir şeye çevirme ve değiştirme emellerini açığa çıkarmakta ve göstermektedir.
Hiç şüphe yok ki, neo-con komitenin niyeti İslâmiyet’i tamamen farklı bir yöne yönlendirmektir ve bunu yapmak için de Müslümanları Kur’ân’ın mesajından uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Bunu da Müslümanları daha fazla tüketmeye sevk etmek ve serbest pazarın bir kölesi haline getirmeye çalışmakla başarmak istemektedirler. Böylece, Müslümanlar tıpkı Batılı birer tüketici modeli gibi, serbest pazarın ona emrettiği her ne ise onu tüketmeye hazır bir hale gelecektir.
Böyle bir Batılı tüketici modeline uyan bir Müslüman ise, Allah’ın rıza ve iradesini red edecek ve kendi nefsi ve iradesinin isteklerini takip edecektir. Şüphesiz Kur’ânsız bir Müslüman, rehbersiz kalmış demektir ve artık İslâmî olmayan her şeyin sınırsızca tüketildiği serbest pazarın bir parçası haline gelecektir.
İşte bu hale getirilen bir Müslüman ise, serbest pazar sisteminin ve Müslümanları ‘tüketim ve İslâmiyet’ arasında bir seçim yapmaya zorlayan İslâm karşıtı Siyonist ve neo-con fikirlerin ve sefahatin Müslümanlar arasına girmesinde bir beis görmeyecektir.
Neo-con tüketim sisteminin hilekârlık ve iki yüzlülüğü aşikârdır. Öncelikle neo-conlar Müslümanları ‘birer kadın düşmanı oldukları gerekçesiyle’ azarlamaya başlarlar. Ta ki, neo-conların serbest pazar kültürü erkeklerin zihinlerini talan ederek, kadınları bir cinsel obje olarak algılamalarına yol açsın ve kadınları televizyonlarda yarı çıplak birer ürün olarak lanse ederek bu algıya katkı sağlasın.
Allah’ın iradesi ve emirlerinin Müslüman kadın ve erkeklerin hayatlarında birincil derecede etkili olduğunu bilen neo-conlar, siyonistler ve kapitalistler emellerine ulaşmak için, Müslümanların Kur’ân bilincini ve bağlılığını azaltmayı hedeflemektedirler. Sürekli olarak bireyselciliği ve bireyin istek ve arzularını öne çıkarıp, bunları teşvik ederek ve böylece özgür bir toplum olunacağını ve demokrasi ve özgürlüğün bu mânâya geldiğini empoze ederek, serbest pazarın erleri Müslümanları kendi nefisleriye başbaşa bırakmak istemekte, böylece onları Allah’ın emirlerini dinlememeye teşvik etmekte ve İslâm toplumu içinde nefsin arzularına boyun eğmiş bireylerin sayısını arttırmaya çalışmaktadırlar.
Bizler, Müslümanlar olarak; Allah’ın rızası ve emirlerini bir yana bırakarak, kendi nefis ve arzularımıza boyun eğmeye ve böylece bireyci tüketimin Allah’ın emirlerinden daha üstün tutulduğu, tüketim merkezli bir özgür (!) toplum olmaya razı ve hazır mıyız?
Şüphesiz, Allah’ın iradesi ve emirleri, serbest pazarın direttiklerine galebe çalacaktır.
TERCÜME: UMUT YAVUZ
03.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
McCain Deccal mı? |
|
Obama, hakkında yapılan ‘acemi, toy, deneyimsiz’ suçlamalarını bertaraf etmek için yaşlı ve deneyimli kabul edilen Joe Biden’i başkan yardımcılığı adaylığına getirerek bu açığını kapatmak istemişti. Lâkin bu adımla birlikte kendisi de McCain gibi establishment/müesses nizamın bir parçası haline gelmişti (The Middle East on Biden, Khaled Diab, guardian.co.uk, 30 Ağustos 2008). Bu defa da McCain, Barack Obama’nın gençliğini, dengelemek için nisbet yaparcasına kontra bir atak yaptı ve eski güzellik kraliçesi ve ayı avcısı Sarah Palin’i başkan yardımcılığı adaylığına getirdi. Bu adım o kadar çılgın bir adım ki, uzmanları şoka uğrattı. Zira, Allah gecinden versin emr-i hak vaki olursa 72 yaşındaki McCain’in yerini dış politikada hiçbir deneyimi olmayan Sarah Palin alacak. Ondan sonra ayıklayın pirincin taşını! Bunun hiçbir iler tutar tarafı yok. Dolayısıyla Amerikan seçim kampanyası tam bir çılgınlık hattında ilerliyor. Bizde İlter Türkmen gibi iyimserler, artık Rusya ve ABD’nin savaşamayacaklarını öngörseler de Batı basını gidişattan endişeli. İlter Türkmen galiba Refik Halit Karay’ın ‘Minelbab ilel mihrap’ adlı kitabında anlattığı mütareke dönemi kayıkçılarına benziyor. Kaygısızlar... Halbuki durum hiç de iç açıcı değil. Sema bile Cumhuriyetçi Parti kongresinde işaretini verdi. Bush dönemine Katrina isabet ederken, damgasını vururken McCain’e daha seçilmeden Gustav kasırgası isabet etti.
Bush yönetimi muhalifi görüşleriyle tanınan liberal belgesel yapımcısı ve yönetmeni Michael Moore, tabiî bir afetin Cumhuriyetçi kurultayını vurduğunu görmekten “büyük zevk aldığını” belirterek, “Bence Gustav Kasırgası şuunat-ı İlâhinin bir tecellisi ve Allah’ın varlığının bir kanıtı” demekten kendisini alamıyor. MSNBC’nin “Countdown with Keith Olbermann” programına konuk olan Moore, “Allah kasırganın New Orleans üstünden gelip, Cumhuriyetçi kurultayını daha ilk günden vurmasını planlamış. Ama umarım kimse zarar görmez” diye konuşmuş. Aynı programda, New Orleans’ı kasırganın vurduğu günlerde doğum gününü kutlayan McCain’in, ABD Başkanı Bush ile beraber pasta yediği görüntüler ekrana getirildi. Michael Moore’un bu sahneye yorumu şöyle oldu: “Marie Antoinette ‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler’ derken bunu herhalde mecaz anlamda söylemişti. Halbuki McCain ile Bush, New Orleans boğulurken, ciddî ciddî pasta yiyorlardı.”
***
İnternet üzerinden The Nation gazetesinde 8 Ağustos tarihli McCain the Antichrist? (McCain, Deccal mı?) yazısını görünce doğrusu irkilmiştim. Fakat buna mümasil yazıları okuduğumda işin ciddiyetini kavradım. Meşhur misyonerlik zirvelerinden birinin akd edildiği Colorado Springs’deki kimi İncil uzmanları John McCain’in Deccal olduğunu kabul ediyorlar. Bunun için aradıkları birkaç kritere McCain’in vasıfları birebir uyuyor. Bunlardan birisi Deccal’ın Babil hakimi olacak olması. Babil hakimiyetinden dolayı 1991 yılında kimi İncilciler Saddam Hüseyin’in Deccal olduğunu ileri sürmüşler ve buna dair kimi Batılı gazetelere ilânlar vermişlerdi. Saddam Hüseyin’in öldürülmesi bu hipotezi ve faraziyeyi geçersiz kıldı. Saddam’dan sona Bağdat/Babil hakimi Bush oldu. Bununla birlikte, Bush giderayak çekilme takvimi üzerine Bağdat hükümetiyle müzakereleri yürütüyor. Adaylardan Obama 16 ay içinde çekilmeyi planlarken, McCain ise Babil’de yüzlerce yıl kalmaktan söz ediyor. Bunu delil kabul eden İncil uzmanları bu görüşünden dolayı McCain’in Deccal olabileceğini ileri sürüyorlar. Bununla da kalmıyorlar. Ek bir delil olarak dedesi John Mihai’nin Deccal ismini taşıdığını ve bunun torununa da yansıdığını ileri sürüyorlar. İncil uzmanlarına göre, Deccal’ın Romalı olması gerekiyor ve McCain’in dedesinin ismi olan Mihai de buna intibak ediyor. Bu vasfını tevarüs ettiğinden dolayı da McCain meş’um misyona namzet olmuş bulunuyor. Roma ismi olan Mihai, ‘tanrı gibi insan’ anlamına gelmektedir ki, bu da İncil uzmanlarının kanaatlerini pekiştiren hususlardan birisi. Zira Deccal’ın iddialarından birisi ‘tanrılık’ iddiasıdır ki; Mihai bunun delil ve işaretlerinden birisini teşkil etmektedir. Kendisi de zaten Vietnam gazisi...
Bush’lar gibi McCain’ler de Tuba ağacının hilafına Zakkum ağacını ve dallarını temsil ediyorlar. Zira baba Amiral McCain de İsrail’e hizmet eden isimlerden birisi. Yahudiler 1967’de Amerikan gemisi USS Liberty’yi batırdıklarında Başkan Johnson telâşla Amiral McCain’den olayı örtbas etmesini istemişti. O da bu görevi bihakkın ifa etmişti. Reagan dönemi Hazine Müsteşarı Paul Craig Roberts, McCain’in ikidara gelmesinden sonra Rusya ile ABD arasında 2010’lu yıllarda nükleer bir savaşın büyük bir ihtimâl olduğunu ileri sürmektedir. Gelecek bir nükleer savaşı önlemenin tek yolunun Kasım seçimlerini McCain’in kazanamaması olduğunu düşünüyor. Bununla birlikte, Katolik bir kökenden gelmesine rağmen ‘ben bir (devşirme) Siyonistim’ diyen Biden ve onun ötesinde Obama’nın danışmanlarından Polonyalı Zbigniew Brzezinski ile birlikte Obama da derin daireye ve halkaya katılmış durumda. Obama’nın seçilmesi hâlinde bile böyle bir savaşın önlenmesi ihtimâli de kesin değil. Obama sert diplomasi uygulayacağını söylese de Kafkaslar’ı en hararetli bir şekilde NATO’da görmek isteyen kişi bizzat Brzezinski’den başkası değil. Dünyanın durumu giderek tehlikeli bir hâl alıyor. Hatta önümüzdeki dönem Soğuk Savaş dönemini bile aratabilir. Bu bağlamda, Putin’in CNN’e söyledikleri yabana atılamaz. Buna göre, yeni dönemde de Beyaz Saray’ın sakininin el veya kimlik değiştirmemesi için Karzai gibi bir Amerikan kuklası olan Saakaşvili Güney Osetya’da cepheye sürülmüş. Dolayısıyla Cumhuriyetçilerin iktidarda kalmasını garanti eden gerilim Gürcistan üzerinden sağlanmış durumda. Tiflis’in Güney Osetya’ya müdahalesinden önce Cheney’in Danışmanı Joseph R. Wood Tiflis’te bulunuyormuş. McCain’in ayrıca mütemadiyen ve mutad olarak Saakaşvili ile telefonla görüştüğü biliniyor. Bütün bunlar hesaba katıldığında Gürcistan hareketi ve Rusya’nın mukabelesi tertip ve hesaplı adımlar olarak görülüyor. Kimi Rus yetkililerin ‘Biz inek değiliz, ayıyız’ dediği düşünüldüğünde McCain’in Yardımcısı Palin’in bir ayı avcısı olması acaba bir tesadüf mü yoksa yeni döneme mi işaret ediyor?
03.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Yeni krize karşı… |
|
Yanlış ve yalpalı politikalar yüzünden ne yazık ki Türkiye her gün yeni bir krizle karşı karşıya kalıyor. Yeni krizin adı, Rusya’nın Türk mallarını taşıyan tırları sınırda bekletmesi…
Lâkin yetkililerin bunun arka plânı aralamadan haftalardır Rusya’ya veryansın etmekle kamuoyunu oyalamaları, bilinen bir taktiğin ötesinde krizi daha da derinleştirmekte; işi içinden çıkılmaz hale getirtmekte.
Oysa herkes biliyor ki son krizin patlaması, Türkiye’nin NATO’da yer alması ya da ABD ile “müttefik” olmasından değil; Ankara’nın Montrö Boğazlar Sözleşmesini zorlayarak yüksek tonajlı Amerikan savaş gemilerinin Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçip Karadeniz’e açılmasına “izin” vermesi…
Diğer yandan Başbakan Erdoğan, “Karadeniz’e gelip giren Amerika ve diğer ülkelerle görüşüyoruz; süreyi uzatacaklarına dair bir sinyal almadık” dese de, ABD ve NATO bayrağı altındaki Montrö anlaşmasını aşan ağır tonajlı savaş gemilerinin Karadeniz’de üç haftadan fazla kalma ihtimali—gemilerden birinin dün geri dönmüş olmasına rağmen—-krizi daha da derinleştirecek ciddî bir potansiyel taşıyor…
TÜRKİYE’NİN BAŞINA BÂDİRE…
Gerçek şu ki Rusya, doğrudan savaş içinde olduğu bir ülkeye “yardım” adı altında okyanuslar ötesinden savaş gemileriyle yapılan silâh ve lojistik desteğe komşusu Türkiye’nin âlet olmasına tepki gösteriyor. Bunu doğrudan “cephe ülke” ve “savaşa taraf” olarak yorumluyor.
Krizin büyümesi üzerine, Başbakan’ın, “Rusya’nın da haklı olduğu yanlar var, bizim de demesi” ve Dış Ticaretten sorumlu devlet Bakanı Tüzmen’in, “engellemeler”i ihtiva eden “kırmızı hat” uygulamasının Bakanlar Kurulunca “iptal” edilmesinin örtülü anlamı da bu…
Görünen o ki tıpkı Kuzey Irak’taki terör yuvalarına yapılan hava operasyonlarındaki “istihbarat paylaşımı” gibi, AKP iktidarının ABD ile ilerlettiği “stratejik ortaklığı” Türkiye’ye çok pahalıya mal oluyor. Başta Afganistan ve Irak olmak üzere işgalcilere sağladığı “destek hamûlesi”yle ABD-İngiltere-İsrail cenderesindeki politikalar, Türkiye’nin başına bâdireler açıyor.
Belli ki Soros fonlarıyla finanse edilen “renkli devrim”le ABD ve İsrail’in başa getirdiği Saakaşvili’yi azmettirip Gürcistan’ın Güney Osetya ve Abhazya’ya saldırtması, bütün bölgenin başına açtığı belâdan en çok Türkiye’yi etkiliyor.
Ankara’nın isteksizliğine rağmen Montrö’yü arkadan dolanarak savaş gemilerini Karadeniz’e sokma emr-i vakisini dayatan Washington, Türkiye ile Rusya’nın arasını açmakla göz göre göre Türkiye’yi dehşet senaryosunun ortasına sürüklüyor.
Dahası, ABD’nin bu süreçte Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya alınması baskısı ve Polonya ile Romanya’ya füze kalkanı yerleştirmesi projesi, Türkiye’yi topyekûn bölgeyi kuşatan kargaşa, kaos ve çatışmalara duçar ediyor. ABD’nin dünya egemenliği, İsrail’in güvenliği ve uluslar arası çıkarlar hesabına Ortadoğu’dan sonra Asya ve Kafkasya’daki istilâcı ve yayılmacı emelleri, Avrasya’yı büyük bir fitne ateşinin içine atıyor. Yeniden “soğuk savaş”ı hortlatıyor.
Sırf Rusya’yı haklı bulduğu için Müslüman komşu İran ve Suriye’nin ABD ve İsrail’in bölgede “baş hedef” edilmesi üzerine, Rusya’nın İran’a saldırıyı zorlaştıracak füze satışı ihtimaline İsrail’in tepkisi bunun ilk işâreti. Keza Washington’un, Ankara’nın aracı olduğu Suriye ve İsrail arasındaki barış görüşmelerini kesmesinin istenmesi bunun en açık göstergesi…
ANKARA GAZA GELMEMELİ…
Hegemonya ve çıkarları uğruna uluslar arası hukuku hiçe sayarak Türkiye ile inanç, tarihî ve kültürel bağları bulunan Afganistan’dan sonra Müslüman komşu Irak’a saldırıp milyonlarca insanı katleden, milyonlarcasını göçe zorlayıp perişan eden ABD’nin “stratejik ortağı” ve Başbakan’ın “büyük Ortadoğu projesi”nin “eş başkanı” olduğu Türkiye’nin başına açtığı gâileler bununla da bitmiyor. Kriz, zaten sıkıntıdaki ekonomiyi de vuruyor.
Bu açıdan yine ABD’den çıkan, Avrupa’yı ve bütün dünyayı saran küresel ekonomik kriz dalgasının cari açık ve enflasyonla Türk ekonomisinin kırılganlaştığı süreçte Türkiye ve Avrupa Birliği ülkelerinin, Rusya’ya ile krize itilmeleri, doğrusu düşündürücü.
Türkiye’nin Rusya ile büyük bir ticaret hacmi var. Doğal gazının önemli bir oranını Rusya’dan karşılıyor. Bir tek bavul ticareti bile iki ülkenin ekonomilerine ciddî bir biçimde katkı sağlıyor. Yine başta Almanya olmak üzere Avrupa, enerjide ve bilhassa doğal gazda Rusya’ya muhtaç; büyük ölçüde Rusya’ya bağımlı bulunuyor.
Bundandır ki AB temkinli. Bush’un dostu Selânikli Sarkozy’nin bütün ısrarlarına rağmen son AB zirvesinden Rusya’ya “yaptırımlar” yerine “diplomasi”nin çıkmasının anlamı bu.
Türkiye, ABD-İsrail ve İngiltere kampının gazına gelmemeli; ecnebilerin çıkarları hesabına komşu ülke Rusya ile anlaşma ve işbirliğinin bozulması oyununa müsaade etmemeli. Bu yeni krize karşı en azından AB’nin barış ve aklı öne alan idrakli politikaları örnek almalı; “ABD’nin jandarmalığı”nı değil, diplomatik ilişkilerini sürdürmeli…
Kısa ve uzun vâdede en mâkul çözüm budur…
03.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Rötuşlu mesajlar |
|
Yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un görevi devralırken yaptığı konuşmada verdiği mesajlar yeni değil.
Önder Aytaç’la Emre Uslu’nun dikkat çektiği gibi (Taraf, 1.9.08), Başbuğ önceki konuşmalarının küçük rötuşlarla tekrarı niteliğinde bir konuşma yaptı. Bunu yaparken bazı mesajlarını ciddî şekilde yumuşatmış olması ise önemliydi.
Bunun tipik örneklerinden biri, cemaat ve tarikatlarla ilgili değerlendirmelerinde görülüyor.
2006'da Harbiye’nin yeni eğitim-öğretim yılına girişi vesilesiyle yapılan törende Kara Kuvvetleri Komutanı olarak konuşan Başbuğ, cemaat ve tarikatları “devrim karşıtı hareketin odağı” olarak nitelemiş; bunlara karşı mücadelenin öncelikle kültür, eğitim ve öğretim alanlarında verilmesi gerektiği görüşünü seslendirmişti.
Geçen yılki Harbiye konuşmasında ise bu çeşit sert ve keskin suçlamalara yer vermezken, “Türk devrimine karşı” yürütülen girişimlerle “hukuk içinde” topyekûn mücadele çağrısı yaptı.
Bir sene daha geçti ve bu defa Genelkurmay Başkanı sıfatıyla yaptığı ilk konuşmada, giderek güçlenen “bazı cemaatlerin ekonomiyi yönlendirmeye, sosyopolitik yaşamı biçimlendirmeye ve dine bağlı bir yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalıştıkları”nı söyledi.
Bu değerlendirmesinin ardından kullandığı cümleyle ise çok önemli bir nüansın altını çizdi:
Başbuğ bu vâkıayı bir “sosyal gerçek” olarak niteliyor ve bu oluşuma karşı alınacak tedbirlerin başarısının, söz konusu sosyal gerçeğin doğru analiz edilmesine bağlı olduğunu ifade ediyor.
Birer yıl arayla yaptığı önceki iki konuşmasında kültür, eğitim, öğretim ve hukuk alanlarında verilmesi gerektiğini söylediği mücadeleye vurgu yaparken, bu defa olayı bir “sosyal gerçek” olarak niteleyip “evvelâ doğru analiz” gereğine dikkat çekmesi, Başbuğ’un konuya bakışının daha mâkul bir çizgiye yaklaştığını gösterir mi?
Bize göre, aşırı beklentilere girmemek kaydıyla, öyle bir temennînin mahzuru olmasa gerek.
Öte yandan, madalyonun diğer yüzünde, bazı cemaatlerin bilhassa zenginleşme ve siyasallaşma yoluyla “cemaat” olma özelliğinden uzaklaşıp dünyevîleşme sürecine girdikleri vâkıasının da derin şekilde analiz edilmesine ihtiyaç var...
Genelkurmay Başkanının eleştirilen bir diğer beyanı da, toplumun bir kesimine izafe ettiği bir endişeyi dile getirirken, bu kesimde “yeni bir kültürel kimliğin ve yaşam tarzının oluşumunda dinî düşüncelere büyük ağırlık verildiği” düşüncesinin varlığından bahis açması ve bu endişenin ciddîye alınması gereğini söylemesi oldu.
Başbuğ’un, gerekçesini “Çoğulcu demokrasi anlayışı çerçevesinde toplumsal huzur için bu zorunludur” diye açıkladığı söz konusu endişe ciddîye alınsın; ama hayatında dinî düşüncelere ağırlık vermek isteyen daha geniş kesimlerin yaşadığı sıkıntıların da ciddîye alınması şartıyla.
Ne yazık ki, şimdiye kadar bu kesimler hep incitildi, horlandı, baskı altında tutuldu. Onların yaşadığı sıkıntı, mevhum bir “endişe” değil; en temel haklarının göz göre göre gasp edildiği bir fiilî gerçeklik haliydi. Ve maalesef bu sıkıntıların 28 Şubat kaynaklı olanları hâlâ devam ediyor.
Bu itibarla, “çoğulcu demokrasi anlayışı çerçevesinde toplumsal huzur”dan söz edilecekse, işin bu tarafının da görülüp dengenin sağlanması lâzım ki, dile getirilen talep vicdanlarda tasdik bulsun. Ve hiç kimsenin, inanç ve hayat tarzı tercihinden dolayı aşağılanıp baskı altına alınmadığı bir saygı ve hoşgörü hakim kılınsın.
Bu arada, “dinî düşüncelere ağırlık verilmesi”nin bir kesimde endişeye yol açtığı iddiasına, bizzat o kesimden itiraz gelmesi de çok ilginç.
“Bu ülkede ‘dinî düşünceler’in yeri her zaman ayrıdır, din her zaman önemli ve ağırlıklı olarak yaşamda yerini almıştır” diyerek, sıkıntının belli bir dinin devlete veya devlet tarafından dayatılmasından kaynaklandığını ifade eden Ruhat Mengi’nin isabetli eleştirisi gibi (Vatan, 2.9.08).
03.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|