Komutanların verdiği mesajlarla ilgili birkaç hususa daha temas ederek, gündemin asker faslına şimdilik nokta koyalım.
Bunlardan biri, Genelkurmay Başkanının bir taraftan dini Türk askerinin moral değerleri arasında yeri olan bir unsur olarak nitelerken, diğer taraftan dinî düşüncelere ağırlık verilip dine bağlı hayat tarzının yaygınlaşmasını eleştirel bir üslûpla ele almasının oluşturduğu derin çelişki.
Bir diğeri, yine Başbuğ’un Atatürk için “Türk ordusunun ve ulusunun ebedî başkomutanı ve lideri” ifadesini kullanması. Halbuki İslâma ve diğer semavî dinlere göre, “ebedîlik” sadece Allah’a ait olan bir sıfattır. Yaratılmış fânilere izafe edilemez. Yaratılmışların en üstünü kılınan Peygamberimiz (a.s.m.) için dahi kullanılamaz.
Bu yanlış ifade, bize, 1994’te Burdur’da yaptığımız kısa dönem askerliğimizde, eğitim alanlarındaki levhalara yazılıp törenlerde askerlere hep bir ağızdan bağıra bağıra söylettirilen “Atatürk en büyük insandır” hezeyanını hatırlattı.
Askerlik dönüşü ilk işlerimizden biri bunun yanlışlığını şu cümlelerle vurgulamak olmuştu:
“Halkın ezici bir çoğunluğunun ‘en büyük insan’ olarak Hz. Peygamberi (a.s.m.) tanıdığı bir ülkenin kışlalarında, bu sıfat başka bir şahsa bahşedilebilir mi? Milletimizin ‘Peygamber ocağı’ olarak görüp bağrına bastığı bir orduda, Atatürk için ‘en büyük insandır’ sloganının hemen hemen her yerde tekrarlanması neyin nesidir?”
(Yeni Asya, 21.6.1994; bu yazıyı “Ordu ve Demokrasi” kitabımızda da bulabilirsiniz, s. 106)
Sanıyoruz, daha sonra o talihsiz slogan “en büyük komutan” şeklinde değiştirildi. Ancak bu şekli de problemli. Çünkü objektif harp tarihi uzmanlarınca belirlenen listelere göre, bu ünvan için çekişen çok daha çetin rakipler mevcut.
Ama, bu işin konumuz dışındaki bir boyutu.
Demek istediğimiz şu ki, bağlı olunan kişiyi yüceltme adına tevessül edilen mübalâğa ve abartmalar her zaman ters teper. İşte fâni bir şahsa “ebediyet” izafe etmek de bunlardan biri.
Buradan AB bahsine geçecek olursak:
Başbuğ Türkiye’nin AB üyeliğini, Atatürk’ün “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” hedefi çerçevesinde değerlendiriyor. Ancak “TSK, M. Kemal’in çizdiği cumhuriyetin kurucu felsefesinin kollanması ve korunmasında her zaman taraftır” diyerek, bunu “laik ve üniter ulus devlet” kavramlarında “somutlaştırmak” suretiyle tekrarladığı klasik tavır, AB sürecinde yol almamızın en büyük engellerinden birini oluşturuyor.
Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Işık Koşaner’in yoğun eleştiri alan “AB yasaları, terörle mücadele eden güvenlik güçlerinin görev yapmasını zorlaştırıyor” şikâyeti de, aynı yaklaşımın tezahürlerinden biri olarak ortaya çıkıyor.
Bilindiği gibi, bu yakınma da son birkaç yıldır askerî cenahta defaatle dile getirilen bir husus.
Haddizatında terörle mücadele pratiğinde ortaya çıkan ihtiyaçlar ilgili yasalarda gerçekten birtakım düzenlemeleri gerektiriyor olsa bile, bunun ifade edilmesi AB sürecinde askerin başından beri sergileyegeldiği isteksiz ve soğuk tavırla irtibatlandırılarak bu eleştirilere yol açıyor.
Onun için, askerin AB reformlarında engelleyici imajından kurtulmak için, asker-sivil ilişkilerinin çağdaş standartlara uydurulmasında aktif rol üstlenmesi lâzım ki, sıkıntılar aşılabilsin.
Bu bağlamda yine Org. Koşaner’in ağzından sâdır olan talihsiz bir söz de şu: “TSK’nın, ulusun denetimi dışında bir denetime ihtiyacı yok.”
Tam da askerî harcamaların Sayıştay denetimine alınmasının—bilmiyoruz kaçıncı kez—yine gündeme geldiği bir ortamda sarf edilen bu beyan ne anlama geliyor? “Bizi yargı denetleyemez, millet denetler” diyen bir meydan okuma mı? Eğer öyle ise nerede kaldı demokrasiye bağlılık ve hukuka saygı? Sayıştay da bir yargı kurumu olarak “millet adına” görev yapmıyor mu?
Dileriz ki, o söz bir sürç-i lisan olarak kalsın.
Ve bekleriz ki, öyle olduğu resmen açıklansın.
04.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|