|
|
Mikail YAPRAK |
Kanser ve ümit |
|
Günümüz dünyasında milyonlarca kanserli hasta vardır. Her yıl sadece Avrupa’da 2,5 milyon kanser teşhisi konuyor. Bunlardan bazıları, “erken teşhis” avantajıyla hem tedavi görüyor, hem de işine devam ediyor. Bazıları iyileşmiş, tekrar eski sağlığına kavuşmuş ama, belli aralarla kontrole tâbi tutuluyor. Bazıları ümidini kesmiş, acılar içinde kıvranıyor, inim inim inliyor. Böyleleri, ölümü en büyük rahmet ve kurtuluş olarak idrâk ediyor, kâmil iman ve güzel bir sonla ölmeyi canına minnet sayıyor. Böyle birisini ziyaretim esnasında, Cenab-ı Hakk'ın, kendisine sabır ve dayanma gücü vermesi hususunda bizden ve herkesten duâ talebinde bulundu.
Bazı batı ülkelerinde son nefesinde acılar içinde kıvranan hastaya “ötenazi” uygulanıyor. Hastanın veya hasta yakınlarının isteği üzerine, hastanın ölümü çabuklaştırılıyor.
Türkiye’de ve İslâm ülkelerinde “ötenazi” yasaktır.
Türk hukuk mevzuatında ötenaziyle ilgili bir kanun mevcut olmamakla birlikte, iki işlemle yasaklanmıştır. 1960’da yürürlüğe giren Tıbbî Deontoloji Nizamnamesi ile 1998’de tamim edilen Hasta Hakları Yönetmeliği’nde ötenazi yasaklanmıştır.
Ötenazi tabirini ilk defa 18. yüzyılda ortaya atan Bacon’a göre; doktorun vazifesi “iyileştirme” ile ızdırapları azaltmak olduğu gibi, rahat ve kolay ölüm sağlamakla da olabilir.
Hollanda ve Belçika’da ötenaziyi hukuka uygun hâle getiren yasalar çıkarılmıştır. ABD’de ise sadece pasif ötenaziye izin var. Yani hastanın tedavisi durduruluyor, ölüme terk ediliyor.
Cenab-ı Hak böyle durumlarla karşı karşıya kalmaktan bizleri muhafaza eylesin.
***
Kanser insanın kanına girmeden, insanoğlu aklıyla ve ilmiyle kanser hücresinin içine girmeye çalışmalı, onu iyice tanımalı. Aslında mahiyeti itibariyle ve bazı özellikleriyle bu kanser hücresi, “ene”yi, “nefs-i emmare”yi, vesveseyi ve “yeis”i de andırıyor. “Cehil onu dâvet eder, ilim onu tard eder; tanımazsan gelir, tanısan gider” cümlesi, musibetli vesveseye uyduğu kadar, buna da uyuyor. Erken “tanı”nın (teşhis) kanserde önemli olduğu bilinen bir gerçektir.
Nefs-i emmareye benzeyen tarafına gelince, bilindiği gibi “nefis” kendisini serbest, müstakil ve bizzat mevcut bilir. Doku düzeni içindeki hücre hayatında da, biyolojik şartları ortak karşılama ve omuzlama şuuru vardır. Hücrelerin bu doku düzeni şuuruna uymayan tek bir hücre tipi vardır ki, o da kanser hücresidir. Kanser hücresi bu toplu hayattan kaçıp bağımsız yaşamak ister. İstemesine ister ama, bu emeline ulaşamaz. Baş kaldırır, isyan eder, anarşi çıkarır.
Kanser bir yönüyle de “yeis”e (ümitsizlik) benzer ki, “yeis, ümmetlerin, milletlerin seratan (kanser) denilen en dehşetli bir hastalığıdır” şeklinde Bediüzzaman’da tarifini bulur. Yeisin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi hastalığına karşı da, “el-emel, yani rahmet-i ilahiyeye kuvvetli ümit beslemek” fikrini, eczane-i Kur’anîyeden “ilaç” olarak takdim eder.
Manevi bünyemizi kemiren “yeis” kanserinin ilacı “el-emel” (ümit) olduğuna göre, maddi bünyemize yol bulup giren kanserin en baş ilacı da, tıbbî tedavilerinin beraberinde, yine “ümit” olmalıdır. 1983 yılında yazdığım ve ihtilâl marazına maruz kalan gazetemizin kapanmasıyla, hâlimizi tasvir eden TASVİR’de çıkan uzun bir şiirin bir bölümüyle bu yazıya veda ederken, Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ediyorum. Cenab-ı Hakk bütün hastalarımıza sabır, tahammül, ümit ve şifa ihsan eylesin.
Hoş geldin vücuduma ey davetsiz misafir!
Hakk’tan emir aldıysan, çekinme içeri gir!
Davet etmedim gerçi, öyleyse gönderildin…
Vazife aşkıyla mı vücudumda dirildin?
Rabbimden almamışsan ölümüm için emir,
Bin bunca şiddetinle istersen içime gir!
Ey musibet, ey maraz sen bir halt edemezsin!
Mücadelemde asla beni alt edemezsin!
04.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kâinat kitabını okumak |
|
ALLAH'IN kelâm sıfatından gelen yüce kitabı Kur’ân’ı okumak, ondaki İlâhî mesajları anlamaya çalışmak, sonra da onu hayatımıza geçirmek mü’min ve Müslüman olarak görevlerimizin başında geliyor.
Bir de Allah’ın irade sıfatından gelen, Kur’ân’ın bir nevî açıklaması olan kâinat kitabı var. Herkes niyeti, ihlâsı, bilgisi, anlayışı, zekâsı sayesinde bu kitabı okumaya çalışır.
Maksat her iki kitabı da derinlemesine, inceliklerine nüfuz ederek, her defasında yeni yeni noktalar keşfederek, tefekkürle okuyabilmektir. Her iki kitapla ilgili bilgileriniz varsa bağlantılar kurmakta zorlanmaz, herşeyi yerli yerine oturtuverirsiniz.
Sıradan bir insanın belki bunları okumak gibi bir merak ve endişesi olmayabilir; bağlantı kurma gibi bir kaygısı da olmaz. Ama ilim ve tefekkür arttıkça, merak ve heyecanın sevkiyle yeni yeni şeyler öğrenme aşkı sarar insanı. Ummanlar gibi ilme, tefekküre sahip olan büyükler, her iki kitabı birbiriyle bağdaştırarak aşk ve şevkle, merak, heyecan ve hayretle okur, sır ve incelikleri gözler önüne seriverirler.
Asrımızın insanı bu açıdan geçmiş asırlara göre çok şanslı. Kendisine ilim çevrelerince Bediüzzaman dedirtmiş büyük İslâm âlimi Said Nursî meraklı, araştırıcı ruhları coşturacak tarzda Kur’ân’ın gözlüğüyle kâinat kitabını satır satır, kelime kelime, harf harf okumuş, bu tefekkür hüzmelerini hazır lokma hâlinde bizlere sunmuştur.
Şanslıdır dedik çağımızın insanı. Meselâ bir Âyetü’l-Kübrâ’yı inceleyen insan yerlerin, göklerin, dağların, taşların, kuşların, nehirlerin… nasıl okunması gerektiği konusunda ip ucu alır eline. Sonra da zevk ve şevkle kâinat kitabını okumaya başlar. Bu okumadan anladıklarını Münâcat Risâlesi’yle Rabbine arz etmeye çalışır. Yaz tatillerinde dağlara, yaylalara, sahillere giden düşünen insanlar kâinat kitabını gerçekten zevkle ve şevkle okuma imkânları bulurlar.
Her sene Ağustos’un ilk Pazar’ı Çorumlu dostların Kargı yaylasında yaptıkları piknikte çevre il ve ilçelerden gelen dostlarla hemhâl olurken bu gerçekleri hatırladık. Bu fakirle birlikte, Seyfeddin Bulut ve Halil Uslu Ağabeyimizin de misafir olarak katıldığı sohbet toplantılarında bu hakikatleri bir kere daha yâd ettik.
Biz Hutbe-i Şamiye’den İslâm dünyasının geri kalış sebeplerinin işlendiği ilk bölümü okuduk. Hastalık İslâm hakikatlerinden kopmaktı. Çözüm de İslâm ahlâkını hâl ve tavırlarımızla yaşamaktan geçiyordu.
Seyfeddin Bulut kardeşimiz her bir insanın bir bakan olduğunu, kâinat kitabının nasıl okunması gerektiğini—33. Pencere’den okuduğu bir bölümle, âyetlerden örneklerle ve izahlarla—nefis bir şekilde anlattı.
Halil Uslu Ağabeyimizin ele aldığı konu ise, Üstadın sıradan bir insanla en üst seviyeden insanlarla nasıl diyalog kurduğu ve meselelerini açık ve net bir şekilde nasıl anlattığı, bu hususta sağladığı başarıyla ilgiliydi. Konusunu çarpıcı örneklerle süsledi. O gün bu mânevî ziyafetin yanında dostlarla buluşmanın zevki de bir başkaydı.
04.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Nefis terbiyesinde orucun yeri |
|
Bir okuyucumuz, “Oruç nefsimizi terbiye eder mi? Nasıl?” diye soruyor.
İnsan nefsi bir kemâlât ve ahlâk düşmanıdır. İnsan nefsi bir enâniyet, benlik ve kendi benine düşkünlük uzmanıdır. İlk insandan günümüze kadar insanlığın yükselişinde hep ayak bağı olan, Kabil’e Habil’i öldürten, Şeddâdları, Nemrutları, Firavunları, Deccâlleri netice veren nefis, terbiye edilmediği takdirde ayaklarımıza dolaşmaktadır. Nefis terbiye edilmek istememekte, kendisini hür ve serbest bilmekte, hayalen de olsa kendisini Rab olarak görmekte, dilediği gibi yaşamak istemektedir. İmtihanın şiddetinden olacak; bu ilkel istekler nefsin tabiatına yerleştirilmiştir.
Nefis, birisi tarafından hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Dünyada bir de serveti, gücü, kudreti ve şerefi varsa, gaflet de yardım etmişse, artık Allah’a ait olan ne kadar güzellik ve iyilik varsa gasp etmekte, kendinden zannetmekte, Allah’ın nimetlerinin kendisine verilmek zorunda olduğunu düşünmekte ve eline geçirdiğini şükürsüzce, hayvan gibi yutmaktadır.
Ramazan-ı Şerif'te ise, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mülk sahibi değil, bir başkasının mülkünde çalışan bir köleden ibarettir! Hür ve serbest bir Rab değil, emre boyun eğmekle yükümlü bir kuldan ibarettir! Çünkü emir gelmediğinde yemek ve içmek gibi en adî ve en rahat bir şeyi de yapamadığını, elini suya uzatamadığını görmüştür artık! Böylece mevhum Rabliği kırılmakta, hayalî saltanatı yerle bir olmakta; kulluğunu takınmakta, hakikî vazifesi olan şükür içine girmektedir.
Bedîüzzaman Hazretleri tam bu noktada, bir üst basamak olarak, kulluğunu takınan nefsin kötü davranışlarından vazgeçmesi ve güzel ahlâk sahibi olması cihetini ele alır ve Ramazan-ı Şerife dair olan Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Risalesinin Beşinci Nüktesinde bu meseleyi izah eder.
Beşinci Nükte’de görürüz ki, insan nefsinin hastalıkları bitmemiştir. İnsan nefsinin bir diğer hastalığı da kendisini unutarak, mahiyetindeki hadsiz acizliği, sonsuz fakirliği ve şiddetli kusuru görmemesi veya görmek istememesidir. Üstelik oldukça zayıf, tamamen yok olmaya maruz ve her zaman her türlü derde hedef bulunduğunu, çabuk bozulan ve dağılan et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmemesi; âdeta çelikten bir vücudu varmış gibi kendisini ölümsüz ve ebedî zannetmesidir. Böylece nefis şiddetli bir hırs ve tama ile ve sıkı bir alâka ve muhabbetle dünyaya atılmakta; kendisini yüksek bir şefkatle terbiye eden Yaratıcısını unutmaktadır. Niçin yaratıldığına aldırmamakta, hayatının gayesini ve neticesini nazara almamakta, âhiret hayatına hazırlığı düşünmemekte; bundan dolayı da kötü ahlâk içinde yuvarlanıp gitmektedir!
İşte Ramazan-ı Şerif'teki oruç, en gafillere ve en inatçılara da zayıf, aciz ve fakir olduğunu hatırlatmaktadır. Çünkü oruçla nefis açlıktan dolayı midesini düşünmeye başlıyor! Allah’ın yarattığı ve ikram ettiği nimetlere midesinin ne kadar ihtiyaç duyduğunu hissediyor! O çelikten zannettiği vücudun ne derece zayıf ve çürük bulunduğunu kavrıyor! Allah’ın rahmetine, merhametine ve şefkatine ne kadar muhtaç olduğunu tam anlıyor! Böylece nefis firavunluğu bırakıyor!
Nefsi firavunluktan vazgeçen adam, eğer gaflet kalbini bozmamış ise, acizliğini ve fakirliğini tam bilerek Allah’ın dergâhına sığınmaya bir arzu hissediyor ve manevî bir şükür eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanıyor.1
***
İzmir’den okuyucumuz: “Bebeği olduğu ve süt emzirdiği için oruç tutamayan bir anne, tutamadığı oruca bedel ne yapmalıdır? Fidye mi vermeli, kaza mı yapmalıdır?”
Ramazan ayında hastalığı veya süt emzirme gibi özrü sebebiyle oruç tutamayan birisinin, Ramazan içinde fidye vermesi Ramazan ayının hürmet ve bereketine daha uygun düşmektedir. Fakat hasta iyileşince, süt emziren anne sütten kesilince daha önce verdikleri fidyeye bakmadan, yeniden, tutamadıkları orucu günü gününe kaza ederler.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 389, 390
04.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur meslek ve meşrebinin ana umdeleri-3 |
|
İman-Kur’ân hizmeti maddî güç, siyaset, iktidar yoluyla değil, Kur’ân nurları, iman yolu ve ihlâsla yapılır. Yani, Kur’ân ve hadîsçe haber verilen, her tarafı kasıp kavuran Deccalizm, Süfyanizm ve ifsat komitelerinin fitneleri siyasetle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla durdurulabileceği1 şuuruyla hizmet etmek.
- Nur mesleğinde deccal ve yandaşlarına karşı asla muhabet beslenemez, besletilemez. Bilâkis mücadele edilir. Zira Bediüzzaman, “Ben bir mânevî âlemde İslâm Deccalını gördüm”2 der ve Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde açıkça ismini de belirtir. Kezâ, “Bütün mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor” diyerek, onun mahiyetinin ne olduğunun bilinmesi uğruna binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihetiyle yine ucuz düşeceğini3 belirtir. Öyle ise, deccalı övenler ve muhabbet besletenler; Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebine temelden de karşı gelirler. Zira, İslama, maneviyata, dine, dindarlara yapılan bütün hücumlar, engellemeler deccal adına ve onun getirdiği sestemle yapılmaktadır!
- Hürriyetçi olmak, Risâle-i Nur’un temel meslek ve meşrebidir. Çünkü hürriyet, milletlerin mutluluk sebebidir. Bütün şevkleri ve ulvî duyguları uyandırır. İnsanlığı güdülmekten, hayvanlıktan kurtarır; tam insan yapar.4 Ayrıca, bu dünya imtihan meydanı. İmtihan için hür irade gereklidir. Rabbimiz herkesi inancında hür bırakmıştır. Ahrarları/hürriyetçileri/demokratları desteklemek, imtihanın gereği ve imanın özelliğinin siyasete yansımasıdır.
- Hizmeti, matbuât (basın, medya) diliyle de yapmak, Risâle-i Nurları neşretmek; onun meslek ve meşreplerindendir. İşte Bediüzzaman’ın bu husustaki direktifleri:
“Şimdi iki dehşetli mânevî belâyı defetmek için matbuât alemi ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim”5; “Matbuât lisaniyle konuşmak lâzım gelmiş, diye kalbime ihtar edildi”6 cümlelerini Risâle-i Nur’ları matbaa ile neşretmek şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi, gazete, dergi, radyo ve televizyon, internet gibi tüm yayınları “matbuât dili” olarak da anlamak mümkün. Ki, “İnşaallah, öyle bir zaman gelecektir ki, Kur’ân hakîkatleri olan Risâle-i Nur, radyolarla ders verilecek; beşeriyet büyük istifadelere nâil olacaktır”7 ifadeleri bunu te’yid eder.
- Bediüzzaman’ın talebelerine verdiği en son ders, Risâle-i Nur meslek ve meşrebinin belkemiğini oluşturan müspet hareket etmek: Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Allah’ın rızasını düşünerek sırf iman hizmetini yapmaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.8
Müsbet hareket, Allah’ın emrine uygun, nezaket ve nezahetle; şiddet, tahrip ve tecavüzden uzak, yapıcı, tamir edici; ölçülü, dengeli âdil ve hakperest hareket tarzıdır. Bir anlamda da sivil itaatsizliktir.
İşte bir Nur talebesinin vazifesi; her hâl ve şartta Risâle-i Nur’u okumak, anlamaya çalışmak; yaşamak; meslek ve meşrebine sadakat, sebat ve metanetle bağlanmaktır. Eğer Risâle-i Nur’u baştan sona ezberlese; meslek ve meşrebine uymasa bir anlam ifade etmez.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 131.; 2- Şuâlar, s. 514.; 3- Şuâlar, s. 298-299.; 4- Beyanat ve Tenvirler, s. 47.; 5- Mektubat, s. 467.; 6- Tarihçe-i Hayat, s. 427.; 7- Tarihçe-i Hayat, 354.; 8- Emirdağ Lâhikası, s. 455.
04.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Kedilerin kederden ölümü |
|
Barla hayatı devresinde (1926–34) dört adet kedisi vardı, Üstad Bediüzzaman'ın. Üstad, onları hem severek besler, hem de rızkındaki berekete sebep oldukları gerekçesiyle onlara minnettarlık duyardı.
Görgü şahitlerinden (Hüseyin Bülbül, vd.) dinlediğimiz kadarıyla, kediler de Üstad'a ziyadesiyle bağlı olup ondan uzun süre ayrı kalmaya dayanamazlardı.
Barla'da Çınaraltındaki menzilinden namaz vakti çıkıp Mus Mescidine giden Üstad Bediüzzaman'a kedileri de tam tekmil iştirak ederlerdi. Namazın bitiminde de, dış kapının gıcırdamasıyla birlikte kediler hemen harekete geçer ve koşarcasına Hazret–i Üstad'ı karşılamaya giderlerdi.
1934 senesinin yaz mevsimi ortalarında, sekiz yıldır Barla'da ikamet etmekte olan Üstad Bediüzzaman'ın Isparta şehir merkezine nakl–i mekân etmesi istenir.
Kediler, yeni sürgün yerine gitmek için hazırlanan Hazret–i Bediüzzaman'ın bu halini garip bir sûrette hissederler. Yakında başlayacak olan bu meçhûl ayrılığa, bu yakıcı firaka dayanamayacaklarını hisseden kediler, kederinden hastalandılar, yemeden içmeden kesildiler ve peşpeşe ölmeye başladılar.
Onların bu kederli ölümlerine şahit olan Üstad Bediüzzaman, yanlarına giderek şunu söyler: "Hey mübarekler! Siz benden önce gitmeye başladınız."
Hapse girince
Benzer bir hadise de 1948 yılı başlarında Emirdağ'da yaşandı.
Yine görgü şahitlerinin (Ahmet Urfalı, vd.) anlattıklarına göre, çarşı içindeki menzilinde Hazret–i Üstad'ın iki adet kedisi vardı.
Bu kediler öylesine terbiye edilmişlerdi ki, aynı evde beslenen fareye dahi ilişmezlerdi. Tıpkı, Isparta'daki Fıtnat Hanımın evinde olduğu gibi. Normalde birarada bulunması mümkün olmayan bu iki hayvan, uzun müddet aynı evde serbestçe geziyor ve kendi yemleriyle besleniyorladı.
Bediüzzaman Hazretleri, 1948 yılı Ocak ayı ortalarında onlarca talebesiyle birlikte ağır cezada yargılanmak üzere Afyon Hapishanesine sevk edilir.
Onları besleyen, onların sahibi olan Üstad Bediüzzaman'dan ayrı kalmaya dayanamayan kediler hastalanır, günlerce yemeden içmeden kesilir ve nihayet ölüp giderler.
Şahsî faziletini gizliyor
Başka hususlarda olduğu gibi, kedilerin değişen halleriyle alâkalı olarak da şahsına ait fazilet ve harikalıkları gizleyip perdeleyen Bediüzzaman Hazretleri, bu mübarek hayvanların firak acısından kaynaklanan o kederli, hazinane ölümlerinden hiç söz etmez.
Oysa, kedilerin rızkına bereket kattığından ve bu sebeple onlara minnettar olduğundan, muhtelif eserlerinde sitayişle bahseder.
Üstad Bediüzzaman'ın sergüzeşt–i hayatında, buna mümasil pek çok mesele olduğu muhakkak. O, hemen her meselede şahsî kemâlâtı gibi harikulâde hallerini de Risâlelerde mümkün olabildiğince gizlemeye ve perdelemeye çalışmış.
Uyku bahsine zeyl
Hz. Bediüzzaman'ın, Risâle–i Nur dersinde vaki uyuklama hallerini yadırgamamasının sırrını, hikmetini soran okuyucularımıza şu mânâdaki düşünce ve kanaatimizi iletmek istiyoruz: Evvelâ, bu halin en mühim hikmetini Üstad'ın kendisi izah ediyor ki, uyuyan ve o an için şuuru kapanan kişinin uyanık duyguları ve latifeleri var. O duygular, okunan iman dersinden hissesini alıyor. Kaldı ki, Risâle–i Nur, sadece şuura hitap etmiyor. Şuur altında, şuur üstünde ve şuurun ötesindeki duygulara, hatta şeytanın dahi elinin yetişemediği noktalara hitap ederek, oralara da iman nurunu serperek zerk ediyor.
Bir başka nokta da şudur: Derste uyuklamayı yadırgadığınız veya "Kardeşim, madem ki uyuyorsun, o halde gelme" tarzında sözler sarfettiğiniz takdirde, haliyle bazı yorgun, hasta ve uykusuz kalmış bazı bîçarelerin derse gelmesine ve o imanî bahislerden hissedar olmasına mani olursunuz. Bu da, maazallah büyük bir vebâli muciptir.
Netice itibariyle, derse hiç gelmemek mi, yoksa uyuklamaya rağmen yine de gelip isbat–ı vücut etmek mi daha doğru bir hareket olduğunu düşünürsek, insafın gereğini yapmış ve hakkını teslim etmiş oluruz.
Kaldı ki, ders okunurken uyuklayan bir kimse bile, ara verildiğinde, hele hele çaylar geldiğinde derhal uyanır ve kardeşlerle muhabbetdarâne hasbihal etmeye başlar. Bu da az bir kazanç değildir. Zira, o kardeşimiz fenafilkitap olamadıysa da, fenafilihvan sırrına dahil olmuş sayılır. Ki, mâbeynimizdeki en mühim mesele budur.
Bu bahsi, Zübeyir Ağabeyin şu tavsiyesiyle bitirelim: "Derslerdeki muhabbet faslını uzun tutun."
Tarihin yorumu 4 Eylül 1919–25
Kongrenin sekreteri İstiklâl Mahkemesinde
Sivas Kongresi çalışmalarına başladı. O zamanki ismiyle Mekteb–i Sultanî olan lise mektebinde toplanan delegeler, kongre çalışmasına 11 Eylül gününe kadar devam etti. Ardından, üzerinde yemin edilen bazı millî kararlar alındı.
Bu kongreye katılan parlak simalardan biri de gazeteci, yazar ve tarihçi kişiliğiyle tanınan İsmail Hami Danişmend'dir.
Kongreye İstanbul delegesi olarak katılan Danişmend, aynı zamanda kongrenin divan kâtipliği, genel sekreterliği ve istihbarat şubesi şefliği görevlerini de yürüttü. Kongrenin ardından da, Sivas'ta çıkarılmaya başlanan İrâde–i Milliye gazetesinin başyazarlığını üstlendi.
İşte bu mühim şahsiyet, ne yazık ki, beş yıl kadar sonra aynı kongrede bulunmuş bazı şahıslar tarafından en ağır şekilde cezalandırılmak istendi. Şeyh Said Hadisesi sebebiyle bir bahane bulunup İstiklâl Mahkemesine sevk edilen Danişmend, idam edilmekten kıl payı kurtuldu ve ancak 8 Eylül 1925'te beraat edebildi.
Bu kırgınlığından olacak, Osmanlı tarihini kronolojik olarak gün gün yazarak kitaplaştıran Danişmend, Cumhuriyet tarihinin bir tek gününü dahi yazmaya gönlü razı olamamıştır.
04.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İslâm’ın yayılma gücü |
|
Suyun inbisat kanunu gibi hakikatın da, fıtratın da yayılma gücü vardır. İslâm ise fıtratı temsil ettiğinden dolayı engel tanımadan yayılıyor. Bu, dost ve düşmanın şehadetiyle ispat edilmiş bir gerçektir. İslâm’ın bu yayılma gücü ve potansiyeline karşı birileri kulp takma sevdasına kapılmıştır. Birileri kulp takma babından İslâm’ın kılıç dini olduğunu ve kılıçla yayıldığını ileri sürüp duruyor. Öyleyse, Müslümanların fizikî olarak geriledikleri dönemde İslâm hangi niteliğinden veya faziletinden dolayı yayılıyor? İslâm’a kulp takmak isteyenler aslında Peygamberimiz’e kulp takmak isteyen müşriklerin zihniyetini taşıyorlar. Çıkışında ve bi’setinde hafsalası almayanlardan bazıları ona şair, kâhin, mecnun veya saralı kulpu takmışlardı. İslâm’ın manevi gücünü red ve inkâr edenler ona hep bir maddî güç atfetmek istediler. Ama biz yakinen biliyoruz ki, İslâmın gücü haddi zatında manevîdir. Hem Hazreti Ömer (ra) hem de Hazreti Ali’ye (ra) nisbet edilen bir söz var. Zaferleri önce gönülde ve zihinde kazandıklarını söylüyorlar. Zaferin psikolojik yani görünmez ayağı ve boyutu olmadan görünür ayağının olması mümkün değildir. Zafer pazuda değil iradededir. Bundan dolayıdır ki, ‘kılıç kesmez el keser’ demişlerdir. Elbette kılıç bir sebeptir ve küçümsenmemesi gerekir ama fail ve aktör değildir. İslâm’ın mesajı bütün ilâhî mesajlar gibi haddizatında manevîdir. Yayılması da eskilerin hissî (somut) ifadesiyle dile getirdikleri maddî gücünden ziyade manevî gücünde yatmaktadır. Aksi taktirde, hicrî 6 ve 7 ve miladî 19’uncu ve 20’inci yüzyılda İslâmiyetin tamamen sönmesi gerekirdi. Halbuki o zahiri olarak inbisat yerine inhisar etmesine ve gerilemesine rağmen derinden derine yeni mevziler kazanmış ve genişlemiştir. Mağlup olduğu dönemlerde bile ‘sırran tenevveret’ sırrıyla manevî olarak yücelmiş ve yükselmiştir. Çünkü İslâm evvelemirde fiziğe değil metafiziğe ve gönüle hitap ediyor. Gönüller yapıyor ve gönüller kazanıyor. Bundan dolayı Müslümanlar fiziken mağlup olduklarında dahi, o ilerlemesini sürdürüyor.
***
11 Eylül süreci bunun tarihteki en büyük tanıklarından birisidir. 11 Eylül sürecinde Irak ve Afganistan fiziken işgal edildi ve İslâm töhmet ve suçlanma mevkiine oturtuldu. Ama İslâmiyet suyun inbisat kanunu gibi yayıldı. Yangının da yayılma istidadı ve kanunu var. Ama su gibi değil. Onun panzehiri sudur. Halbuki suyun panzehiri ateş değildir. Su ateşi söndürür ama ateş suyu durduramaz. Yok edemez sadece buharlaştırır. O buharlar sonra yeniden bulutlarla birlikte su olarak geri döner. Dolayısıyla ateş şerir güçleri temsil ederken fıtratın gücünü su temsil etmektedir. Birisinin yükselişi arizi diğerininki daimidir. İslâm akıllara durgunluk veren bir hızla yayılıyor. Bu yükselişin tanıklarından birisi İngiltere İçişleri Bakanı J. Smith... Aziz Üstel onun tanıklığını satırlarına şöyle dökmüş: “J. Smith, İngiltere’de her yıl 50.000 İngiliz’in İslâm dinine girdiğini ve 11 Eylül 2001’den bu yana toplam 400.000 İngiliz’in Müslüman olduğunu açıkladı. Bugün İngiltere’de toplam 2 milyon, Avrupa’daysa 21 milyon Müslüman yaşıyor. Tabi bunun en büyük nedeni Batı toplumlarındaki dinsel ve kültürel değerlerin çok ciddi bir biçimde aşınması... Dahası İslâm, sağlam temellere dayalı toplumsal bir yaşam biçimiyle aile yapısı sunuyor. Yakın bir gelecekte, Müslümanlar, Avrupa nüfusunun yüzde 20’sini oluşturacak ve bu kıtanın siyasî geleceğini belirleyecek. Bu gidişle biz AB’ye katılacağımız yerde, AB bize katılacak...”
***
Bu tanıklardan birisi de Vatikan’ın en mühim şahsiyetlerinden birisi olan Jean-Louis Pierre Tauran’ın tanıklığıdır. O bütün dinlerin eşit ve bir olduğunu savunduğu bir konuşmasında şaşkın vaziyette İslâmiyetin bu kadar yayılmasına bir anlam veremediğini ifade etmek istemiştir. İslâm’ın misyonerleri ve misyonerlik teşkilatları olmamasına rağmen, o kendiliğinden yayılıyor. Merhum Ali Ulvi Kurucu’nun aktarımı ve Mustafa Sadık Er Rafii’nin deyimiyle Müslümanlar ateş içinde ama ateş onları yakmıyor. Hatta Müslümanlar ef’alleriyle İslâm’ın hilâfını izhar etseler de bu bile İslâmiyetin fıtrî yayılmasını ve yükselişini engelleyemiyor.
Aynen söylendiği gibi;
“Takdiri Hüda kuvve-i pazu ile dönmez,
Bir şem’a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez.”
Şaşırtıcı olan nokta budur. Jean-Louis Pierre konuşmasında İslâm’ın insanları çarptığını ve insanların da İslâm’a vurulduğunu söylemiştir (İnne’l aleme mehvusun bil’İslam, El Müctema dergisi sayı: 1807). Bernard Lewis 2005 yılında bir Alman gazetesine yaptığı değerlendirmede en geç İslâmiyetin yüz yıllık dilim içinde Avrupa’yı istila edeceğini öngörmüştür. Görüldüğü gibi Bernard Lewis günümüzde kılıç faktörünün yerine Müslümanların tenasül ve tevalüd ve çoğalma (doğurganlık) gücünü ikame etmiş. Demografik istiladan dem vuruyor. Zira kafası ters kurgulanmış bir kere. İçinde bulunduğu duvarları ve berzahı aşamıyor. Halbuki İslâm manevî gücünden dolayı Müslümanlar gerilese bile o hep yükseliş burcundadır. Onun seyri Müslümanların seyriyle aynı değil. İslâm bozuk Musevî anlayışında olduğu gibi Museviliği Yahudilikle kaim ve onun inhisarında gören bir anlayışta değildir. Yani İslâmiyet kavm-i necip olsa da Araplarla kaim değildir. Nitekim Cenab-ı Hakk, “Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler... (Maide 54)” buyurur. Türklerin bu âyetin tecellisine mazhar oldukları da söylenmiştir.
04.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ankara oyuna gelmemeli… |
|
Kafkasya krizi devam ederken ekonomideki türbülans endişeleri sürüyor. Ve Kafkasya krizi ekonominin kırılgan durumuyla kesişiyor. Başbakandan ve hükûmet sözcülerinden kamuoyunu rahatlatmak için her ne kadar “her şey yolunda” mesajları gelse de, dünyadaki küresel ekonominin etkisinin Türkiye’yi de kıskaca aldığı, bizzat ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı tarafından haber verilmekte.
Dünyanın büyük bir küresel krizle karşı karşıya kaldığını belirten Bakan’ın, “Küresel ekonomi çok zor bir dönemden geçiyor. Ben size bütün samimiyetimle söyleyeyim; bu noktadan sonra şartlar zorlaşabilir, bunun yansımaları giderek dalga dalga geliyor” sözleri bunun açık ikrarı.
Dünya ekonomilerinin bir yandan enerji fiyatlarındaki artışla, diğer yanda gıda ve kredi kriziyle mücadele ettiğini belirten Bakan’ın Amerika ve Avrupa ekonomilerinin küçüldüğü bir süreçte Türkiye’nin özellikle enerjide dışa bağımlı hâliyle mâruz kaldığı sıkıntıyı nazara vermesi, her şeyi ortaya koyuyor. Bu gidişle yıl sonuna kadar enerji ithalatı 50 milyar dolara varacak. Cari açık tahmini de 50 milyar dolar civarında. Petrol ve emtia fiyatlarının seyrinin önümüzdeki dönemde önemli olduğunu Bakan da belirtiyor.
Bu açıdan Türkiye’nin bu kritik süreçte yanlış yapmaması, iç ve dış politikalarında daha dikkatli olması icâb ediyor.
AB OYUNA GELMEDİ…
Herkes biliyor ki ABD, içinde bulunduğu ekonomik durgunluktan korkuyor, Bunu gidermenin yollarını arıyor. Başa getirdiği Saakaşvili’yi azmettirip Gürcistan’ı Güney Osetya ve Abhazya’ya saldırtan ABD ve İsrail bölgede sadece kendi egemenlik alanını geliştirmek ve enerji havzası ve hatlarını elde etmek peşinde.
Bunun içindir ki Rusya’nın yanıbaşındaki krize müdahalesini bahane ederek, “yardım” adı altında savaş gemilerini bu ülkenin burnu dibine sokuyor. Karadeniz’e kıyısı bulunan ülkeleri ve en çok Türkiye’yi Rusya ile karşı karşıya bırakıp emperyal çıkarları uğuruna Türkiye’nin başına belâ açıyor.
AB bunun farkında... ABD’nin dünya ekonomisini çökertip uluslararası sermaye elindeki ekonomisini yegâne aktör etmesi oyununu arka plânının vahâmetine vakıf. Bundandır ki ABD ve İngiltere’nin önerdiği ve Sarkozy’nin dayatmak istediği Rusya’ya yönelik “yaptırımlar”a gelmeyip, Kafkasya’daki sorunun diplomatik yollarla çözülmesini esas alan sorumlu bir tavır sergiliyor.
Zira AB ülkeleri, enerji ve doğalgazda büyük oranda Rusya’ya bağımlı. Rusya’yı dışlamanın bölge ile birlikte Avrupa’yı ve dünyayı ciddî ekonomik ve siyasî krizlere düçar edeceği ve küresel krizi daha da azdıracağı ortada.
Bunun içindir ki “şerrinden emin olmak için” açıkça ABD’ye karşı tavır alamazlarsa da, ABD’nin yeniden “soğuk savaş”a yol açacak ve Avrasya ve Asya’yı kuşatacak, petrol ve doğalgaz rezervlerini ve yollarını kontrol altına alacak komplosuna karşı, müteyakkızlar.
Kaldı ki başta Çin, Hindistan ve Orta Asya ülkeleri olmak üzere, Asya’daki büyük ekonomik güçler de ABD’nin bu taktiğine karşılar. Başta “tepki”yle karşılansa da orta vadede Güney Osetya, Abhazya ve hatta Çeçenistan, Dağıstan gibi diğer özerk bölgelerin bağımsızlıklarının dünyaca “fiilî durum” olarak kabulleneceği, geçmişteki örnekleriyle ortada.
Rusya da bunun farkında... Türkiye’ye gelen Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un, Gümrüklerdeki sorunun kısa zamanda aşılacağını açıklayıp Türkiye’nin Kafkasya’da barış ve istikrar işbirliği projesini desteklemesi bunun ifâdesi…
TÜRKİYE EKONOMİSİNİ VE
GELECEĞİNİ DÜŞÜNMELİ…
Bundandır ki Ankara, bir tek “istihbarat paylaşımı”na bedel olarak ödeye ödeye bitiremediği Amerikan eksenindeki politikalardan vazgeçmeli. Irak meselesinde, İran konusunda, Kafkasya krizinde barış ve istikrarı için bölge ülkeleriyle diyalog ve işbirliğini öncelemeli.
“Stratejik müttefiklik”, “BOP’un eşbaşkanlığı” benzeri içi boş laflarla başkalarının istimal ettiği bir “âlet-i lâ-yeş’ur (şuursuz bir âlet) olarak fitne ateşinin içine atlamamalı…
Evvelemirde bölge dışı güçlerin çıkar politikaları cenderesinden çıkmalı; ekonomisini ve geleceğini düşünmeli. Rusya’nın da önerdiği bölge sorunlarının bölge ülkeleriyle birlikte çözmeye yönelmeli.
Ankara’nın demokratikleşme ve özgürlüklere dair idarî ve hukukî reformları tavsatmaması, AB müzâkere sürecini akamete uğratmamı daha da ehemmiyet kazanıyor.
Diğer yandan terörle mücadeleyi daha etkili yöntemlerle sürdürmesi şart. Okyanuslar ötesinden gelip Müslüman komşu Irak’ı işgal eden ecnebilere verdiği desteği gözden geçirmesi, komşularıyla arasını açacak oldubittilere gelmemesi gerekiyor. İran’a yönelik tamamen ABD ve İsrail’in hegemonya ve çıkar politikalarına âlet olmaması, Suriye, Lübnan ve diğer bölge ülkelerine yönelik emr-i vakilere gelmekten sakınmalı. Krizin Türkiye’nin başkalarının çıkar hesapları uğruna “millî menfaatleri”ni zedeleyen, önemli ticaret ve enerji anlaşmaları içindeki Rusya ile işbirliği hatlarının kopmasına müsaade etmemeli…
04.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yanlış sözler |
|
Komutanların verdiği mesajlarla ilgili birkaç hususa daha temas ederek, gündemin asker faslına şimdilik nokta koyalım.
Bunlardan biri, Genelkurmay Başkanının bir taraftan dini Türk askerinin moral değerleri arasında yeri olan bir unsur olarak nitelerken, diğer taraftan dinî düşüncelere ağırlık verilip dine bağlı hayat tarzının yaygınlaşmasını eleştirel bir üslûpla ele almasının oluşturduğu derin çelişki.
Bir diğeri, yine Başbuğ’un Atatürk için “Türk ordusunun ve ulusunun ebedî başkomutanı ve lideri” ifadesini kullanması. Halbuki İslâma ve diğer semavî dinlere göre, “ebedîlik” sadece Allah’a ait olan bir sıfattır. Yaratılmış fânilere izafe edilemez. Yaratılmışların en üstünü kılınan Peygamberimiz (a.s.m.) için dahi kullanılamaz.
Bu yanlış ifade, bize, 1994’te Burdur’da yaptığımız kısa dönem askerliğimizde, eğitim alanlarındaki levhalara yazılıp törenlerde askerlere hep bir ağızdan bağıra bağıra söylettirilen “Atatürk en büyük insandır” hezeyanını hatırlattı.
Askerlik dönüşü ilk işlerimizden biri bunun yanlışlığını şu cümlelerle vurgulamak olmuştu:
“Halkın ezici bir çoğunluğunun ‘en büyük insan’ olarak Hz. Peygamberi (a.s.m.) tanıdığı bir ülkenin kışlalarında, bu sıfat başka bir şahsa bahşedilebilir mi? Milletimizin ‘Peygamber ocağı’ olarak görüp bağrına bastığı bir orduda, Atatürk için ‘en büyük insandır’ sloganının hemen hemen her yerde tekrarlanması neyin nesidir?”
(Yeni Asya, 21.6.1994; bu yazıyı “Ordu ve Demokrasi” kitabımızda da bulabilirsiniz, s. 106)
Sanıyoruz, daha sonra o talihsiz slogan “en büyük komutan” şeklinde değiştirildi. Ancak bu şekli de problemli. Çünkü objektif harp tarihi uzmanlarınca belirlenen listelere göre, bu ünvan için çekişen çok daha çetin rakipler mevcut.
Ama, bu işin konumuz dışındaki bir boyutu.
Demek istediğimiz şu ki, bağlı olunan kişiyi yüceltme adına tevessül edilen mübalâğa ve abartmalar her zaman ters teper. İşte fâni bir şahsa “ebediyet” izafe etmek de bunlardan biri.
Buradan AB bahsine geçecek olursak:
Başbuğ Türkiye’nin AB üyeliğini, Atatürk’ün “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” hedefi çerçevesinde değerlendiriyor. Ancak “TSK, M. Kemal’in çizdiği cumhuriyetin kurucu felsefesinin kollanması ve korunmasında her zaman taraftır” diyerek, bunu “laik ve üniter ulus devlet” kavramlarında “somutlaştırmak” suretiyle tekrarladığı klasik tavır, AB sürecinde yol almamızın en büyük engellerinden birini oluşturuyor.
Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Işık Koşaner’in yoğun eleştiri alan “AB yasaları, terörle mücadele eden güvenlik güçlerinin görev yapmasını zorlaştırıyor” şikâyeti de, aynı yaklaşımın tezahürlerinden biri olarak ortaya çıkıyor.
Bilindiği gibi, bu yakınma da son birkaç yıldır askerî cenahta defaatle dile getirilen bir husus.
Haddizatında terörle mücadele pratiğinde ortaya çıkan ihtiyaçlar ilgili yasalarda gerçekten birtakım düzenlemeleri gerektiriyor olsa bile, bunun ifade edilmesi AB sürecinde askerin başından beri sergileyegeldiği isteksiz ve soğuk tavırla irtibatlandırılarak bu eleştirilere yol açıyor.
Onun için, askerin AB reformlarında engelleyici imajından kurtulmak için, asker-sivil ilişkilerinin çağdaş standartlara uydurulmasında aktif rol üstlenmesi lâzım ki, sıkıntılar aşılabilsin.
Bu bağlamda yine Org. Koşaner’in ağzından sâdır olan talihsiz bir söz de şu: “TSK’nın, ulusun denetimi dışında bir denetime ihtiyacı yok.”
Tam da askerî harcamaların Sayıştay denetimine alınmasının—bilmiyoruz kaçıncı kez—yine gündeme geldiği bir ortamda sarf edilen bu beyan ne anlama geliyor? “Bizi yargı denetleyemez, millet denetler” diyen bir meydan okuma mı? Eğer öyle ise nerede kaldı demokrasiye bağlılık ve hukuka saygı? Sayıştay da bir yargı kurumu olarak “millet adına” görev yapmıyor mu?
Dileriz ki, o söz bir sürç-i lisan olarak kalsın.
Ve bekleriz ki, öyle olduğu resmen açıklansın.
04.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|