Nur iskele memuru olabilmek
Seksen yıl öncesine hayalî bir yolculuk…
O yıllarda kuşlar uçardı ama kervan geçmezdi Barla’dan…
Risâleler yazıldıktan sonra okuyucusuyla buluşuncaya kadar uzun bir yolculuk yapardı. Bu arada sayısını bilmediğimiz kadar engellerle karşılaşırdı. Engeller aşılmak içindir, derler. Engellerin aşılmasında kullanılan metotlar elbette olacaktır ve olmuştur da. Bu serüven diyebileceğimiz uzun ve meşakkatli bir yolculuktur. Nur risâlelerinin neşrinde hizmet edenler arasında bir sistem dâhilinde görev bölümleri yapılmıştır. Bu sistem ayrı bir çalışma konusudur. Nur talebeleri adını verdiğimiz o muhterem insanlar bir fabrikanın çarkları gibi birbirleriyle uyumlu çalışmışlar ve Risâlelerin bizlere kadar ulaşmalarına—Allah’ın yardımları ile—vesile olmuşlardır. Onların o günlerdeki çalışmaları bizlere yeni bakış açıları kazandırmıştır.
İskelelerde, gemilerin hareketini düzenleyen memurlara iskele memuru denir. Gemilerin iskeleye yanaşması ve ayrılması iskele memurunun sorumluluğu altında gerçekleşir. Tren istasyonlarındaki hareket memurlarına benzer. Risâlelerde “Nur iskele memuru” diye geçen bir kavram vardır. Peki, Nur iskele memuru nedir? Görevi nedir? Bu unvana sahip Nur talebesi kimdir?
Bu soruların cevaplarını Merhum Sabri Efendinin hayatını ve hizmetlerini dikkatlice incelediğimizde bulabiliriz. Merhum Sabri Efendi, Risâle-i Nur’da “Hulusi-i sâni”, “santral Sabri”, “Nur iskele memuru” ve “sıddık Sabri” gibi unvanlarla sıkça zikredilmektedir. Onun Üstad'a yazdığı mektuplar Barla Lâhikası’nda ayrı bir bölüm içinde yer almaktadır.
Sabri Efendi kimdir? Onun hayat hikâyesini kısaca özetlemeye çalışalım: l893 senesinde dünyaya gelen Sabri Efendi, 20 Şubat l954 tarihinde Eğridir’in Pazar Köyünden Bedre’ye dönerken bindiği kamyonun devrilmesiyle beyin kanaması geçirmiş ve böylece Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Bediüzzaman, Sabri Efendinin cenazesine bizzat iştirak etmiştir. Bedre köyünün mezarlığında medfun Sabri Efendinin mezar taşında şunlar yazılıdır:
“Gel nazar kıl mezarımın taşına
Âkil isen aklını al başına.
Ben de bir dem sürdüm sefa cihanda
Akıbet bak, taş diktiler başıma.”
Sabri (Arseven) Efendi, uzun süre Eğridir’e bağlı Bedre köyünde imamlık yapmıştır. Bir ara—malum Türkçe ezan meselesinden olsa gerek—istifa etmeyi düşünmüştür. İstifa konusunu Üstad'a sormuştur. Üstad yazdığı mektupta “İmamet vazifesinde Risâletü’n-Nur’a zarar yok; ruhsatla amel niyetiyle şimdilik çekilme”1 diyerek onu istifa kararından vaz geçirmiştir.
Sabri Efendi âlim bir zattır. Bediüzzaman Said Nursî’ye talebe olup, onun mukaddes dâvâsına hizmetkâr olan bahtiyar insanlardandır. l943 senesinde Bediüzzaman’la birlikte Denizli’de dokuz ay hapis yatan Sabri Efendi için lâhika mektuplarında çeşitli iltifatlar ve takdirkâr cümleler bulunmaktadır. Bunlardan birinde, Kastamonu mektuplarında şunları okumaktayız: “Nur iskele memuru”, “Nur iskelesinin nâzır-ı bînazîri”...2
Hacı Sabri Efendi, Nur Risâlelerinin yayınlandığı ilk yıllarda santrallik vazifesini hakkıyla yapmıştır. Bulunduğu yerden civar köylere Nurları yaymıştır. Barla’da bulunan Bediüzzaman’la bir santral gibi irtibat kurmuştur. Ölünceye kadar da bu görevini devam ettirmiştir. O tarihlerde devletin posta hizmetlerinden yararlanmak zordu. Çünkü nur talebelerinin her şeyleri yakın takipte idi. Baskınlar devam ediyordu. Sabri Efendi Üstaddan gelen tashih edilmiş ilk nüshaları İslamköy’de bulunan Hafız Ali Ağabeye ve Eğridir’de görev yapan Hulusi Beye en kısa zamanda ulaştırırdı. Onlar da çoğaltarak “Nur postaları” adı verilen ulaklarla diğer yerlere gönderirlerdi.
Kara ulaşımının henüz olmadığı veya yetersiz olduğu yıllardı. Eğridir Gölü sahillerinde her köyün, nahiye ve kazalarının iskeleleri vardı. Aradaki ulaşım göl üzerinden sağlanırdı. Bedre, İlama ve Barla iskeleleri birbirini takip ederek sahil boyunca uzanırdı. Sabri Efendi, bulunduğu Bedre köyünde “Nur iskele memuru” olarak da vazifesini yapıyordu. Risâle-i Nurları Bedre iskelesinden diğer köylere tevzî ederdi. Sadakat ve bağlılığının bir nişanesi olarak Bediüzzaman kendisine “Sıddık Sabri” unvanını vermişti. Ona, Albay Hacı Hulusi Yahyagil’e nisbet ederek “Hulusi-i Sani” yani “İkinci Hulusi” diye de hitap ediyordu Bediüzzaman.
Eğridir Gölünün güzel sahillerinde Nur iskele memuru Sabri Efendi’nin aziz hatıraları dillerde söylenir durur. Dilden dile naklolan bu hatıralardan biri, Bediüzzaman’ın cübbesi ile yangını söndürmesidir. Bediüzzaman’ın Barla’da Nur Risâlelerini telif ettiği senelerde, yani l926 ve l934 seneleri arasında Bedre yakınlarındaki bir korulukta yangın çıkar. Sabri Efendi bu alevleri ne yaptıysa söndüremiyor ve önleyemiyordu. Neticede sırtında Üstadından yadigâr olarak bulunan cübbeyi çıkartarak alevlere doğru uzatır, dalga dalga yayılmak istidadı gösteren kızıl alevlere hitap ederek: “Yak işte yakabilirsen, işte bu Bediüzzaman’ın cübbesi!” Az sonra alevler çekilir, gücünü kaybeder ve sonunda sönüp gider. Bu hâdise Bediüzzaman’a intikal edince, Nurlu Üstad tebessüm ederek Sıddık Sabri Efendiye hitaben: “Keçeli, beni orman koruyucusu mu yaptın!” diye lâtife yapar.3
Sabri Efendi’nin adı ve mektupları risâlelerde pek çok yerde geçmektedir. Bu yazımda Merhum Sabri Efendi’nin Üstad'a yazdığı bir mektubu anlatmaya çalışacağım. Mektup Barla Lâhikası’nda “Yirmi Yedinci Mektub’un Zeyli ve İkinci Kısmı” başlığı altında yer almaktadır. Bediüzzaman mektuplarının başına bir açıklama cümlesi koyar: “Hulûsi-i Sânî ve büyük bir âlim olan Sabri Efendinin fıkralarıdır.” “Hulusi-i Evvel” Merhûm Albay Hulusi (Yahyagil) Beydir. Barla Lâhikası’nın başında yer alan “Mukaddime”de Hulusi Bey ve Sabri Efendinin Nur hizmetindeki makamları ve hizmetleri açıklanmıştır.4 Barla Lâhikasının ilk bölümü Hulusi Beyin mektuplarına aittir. İkinci bölümde de Sabri Efendinin mektupları ağırlıklı yer alır. Buradaki mektuplar klasik mektup anlayışımızdan biraz farklıdır. Genellikle başlama ve bitişi ifade eden cümlelere pek rastlayamıyoruz. Acaba yazılmamış mı? Ya da atlanmış mı? Mektupların orijinal nüshaları elimizde olmadığından şimdilik kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Belki bu konuda Üstadın bir tasarrufudur, denilebilir.
Sabri Efendi’nin ilk mektubunun konusu “Ondokuzuncu Mektub”dur. Ondokuzuncu Mektubun konusu ise, “Mu’cizât-ı Ahmediye” dediğimiz Peygamber Efendimize (asm) ait mucizelerdir. Bu risâlede üç yüzden fazla mucize yer almaktadır.5 Mektûbât adlı risâlenin en uzun bölümünü teşkil etmektedir. Bu risâlenin yazılmasına sebep Sabri Efendidir. Bediüzzaman bu duruma şu sözleriyle işaret etmektedir: “Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektub gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimî ve ciddî iştiyakı olmasıdır.”6
Sabri Efendi, Ondokuzuncu Mektubu okuduktan sonra yaşadığı duyguları şu sözlerle ifade eder: “Meb’us-u Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz Hazretlerinin insanları hayrette bırakan ve cüz’î şuûru olana iman-ı kâmil bahşeden, fevkalhad ve hârikulâde mânen bin envâ-ı mu’cizât-ı Ahmediyeyi ihtiva eden ve pek âli ve azîm kıymeti müsbet ve müsellem bulunan On Dokuzuncu Mektubun dördüncü cüz’ünü, nazar ve teveccüh-ü fâzılânelerinde min-gayr-ı haddin vekilleri bulunduğum mûmâileyh Hulûsi Beyefendiye irsal kılınmak üzere istinsaha başlamıştım.”
Sabri Efendi, okumaktan aldığı feyzin yanında “istinsah” (çoğaltmak) gibi bir görevini daha ifade ediyordu. Hulusi Beyin vekili olduğunu belirterek çoğalttığı nüshayı hemen ona göndermekle “santral”lık görevini de yerine getirmektedir. Barla’da yazılan Ondokuzuncu Mektubdan bir nüsha Sabri Efendiye gelmiştir. Sabri Efendi bu nüshayı okumuş ve kendi el yazısıyla çoğaltmıştır. Sonra bu nüshayı Hulusi Beye göndermiştir.
Mu’cizelerin derlendiği On Dokuzuncu Mektup, Sabri Efendinin arzusunun üstünde pek çok ulvî ve nuranî konular ile peygamberlik olaylarını açıklamıştır. Onun ruh ve kalbini dünya baharı gibi gül ve gülistanlığa çevirmiştir. Bu hususta kalben hisseylediği duygularından doğan ve arz etmek gereği duyduğu medh ü senâyı gayet parlak bir tarzda takdim etmek istemektedir. Fakat buna kendinde güç ve ifade edecek kelimeler bulamamaktadır.
Sabri Efendinin şöyle bir tespiti dikkatimizi çekmektedir: “O vekâyide siz cismen değilse de, fakat ruhen, Server-i Kâinat Efendimiz Hazretleriyle beraber idiniz tasavvur ediyorum. Zira o vekayi-i mezkûrenin künyesiyle, mevkiiyle, an’anesiyle kat’iyen müşahede ve ol vecihle nakil ve tahrir buyurduğunuza kani ve kailim.”7
Sabri Efendi, Ondokuzuncu Mektubu okuduktan sonra Üstadının Peygamber Efendimizle (asm) birlikte olduğunu düşünür ve o kanaata sahiptir. Risâlelere bu açıdan bakılırsa, okuyucusunu belki cismen değil, ama ruhen Peygamber Efendimizle birlikte gezdiriyor ve yaşatıyor, denilebilir. Yaşanan olaylarda Peygamber Efendimizle (asm) birlikte olmak, ne muhteşem bir duygu!
Sabri Efendi sadece Bedre’de kalmamış, fırsat buldukça civar köylere de gitmiştir. Oralarda yaşanan duyguları da aktarmıştır. Götürdüğü Risâleleri gittiği yerlerde okumuştur. Meselâ, Atabey’e giderken On Altıncı Mektubu da götürmüştür. Bu mektubun çok kısmı dinleyen pek çok kardeşleri ağlattığını da söyler. Amcazâdesi Zühdü Efendi, On Altıncı Mektubu okuyunca, “Şimdiye kadar bilmediğim ve görmediğim nuranî ve pek kesretli sürur-u mânevîyi ihtiva eden bir pencere bugün kalbimde açıldı. Şu pencereden hâsıl olan netâyici yazmak iktidarımın fevkinde ise de, avn-i İlâhîye dayanarak bir arîzayla arz etmek ehass-ı emelimdir” demiştir.
“Saff-ı evvel” denilen nurun kahramanlarından Sabri Efendi gibi mübarek zatların en zor şartlar altındaki hizmetleri sayesinde, Nur Risâleleri bugün iman ve irfan ufkumuzu güneşler gibi aydınlatmaktadır. Hepsi hizmetin bir ucundan tutmuşlar ve kendilerinden sonrakilere taşımışlardır. Onlar Nurları kendilerine rehber yapmışlar ve istikametten ayrılmamışlardır. Bugün dünya Risâleleri okuyorsa, o mübarek insanların hizmetteki katkılarını göz ardı edemeyiz. Allah bizlere de o Nurlu yollarda son nefesimize kadar yaşamayı nasip etsin. Allah, Üstaddan ve talebelerinden ebediyyen razı olsun.
Günümüzde de Nur iskele memurluğunun yeni versiyonları devam ediyor. Bugün 80 yıl öncesine göre şartlar çok değişti. O gün ağır saydığımız şartlar geride kaldı, diyebiliriz. Ama küfür sel gibi akmaya devam ediyor. İnsanlar değişmedi, ihtiyaçları her gün daha fazla artıyor. Daha çok çalışmak gerekiyor. Kurt gövdenin içine girdi, kemirmeye devam ediyor. Nifak hâlâ iş başında dururken, can damarımızı kemiren düşmana karşı en son teknolojiyi kullanmamız gerekmez mi?
Dipnotlar:
1- Kastamonu Lahikası, s. 10
2- Kastamonu Lahikası, s. 86
3- Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, c. I, s. 291
4- Bu konuda daha önce bir çalışma yapmıştık. Bkz. Ahmet Özdemir, “Nur Literatüründe üç kelime: Talebe, kardeş ve dost”, Yeni Asya Gazetesi, 18-20 Haziran 2008
5- Bkz. Mektubat, s. 89-216
6- Barla Lahikası, s. 20
7- Aynı eser, s. 35
|