Konuya neresinden başlayayım bilemiyorum. Rahatsızlığımın nedeni, başbakanın gelişigüzel konuşmalarından ziyade geride bırakacağı tortular, tahribat ve gelecekte yol açacağı riskler. Zira bu tür konuşmaların mealini ve yani sonuçlarını iyi bildiğim kanaatindeyim. Bazıları başbakanın yerel seçimler için kasıtlı olarak bu üslûbu yeğlediğini, sertleştirdiğini ve gerginliği tırmandırdığını düşünüyor. Ben ise aksini düşünüyorum. Gerginliğini kontrol edemiyor. Hisabi olarak böyle konuşuyorsa mesele siyasî ahlâkıyla ilgilidir. Ama hasbî olarak konuşuyorsa mesele ontolojiktir ve asıl tehlikeli olan da budur. Belki de ikisinin karışımıdır. Bazıları Erdoğan’ı Putin’e benzetti ve Putin erken öterek aslında kendisini Gürcistan’da kıstırmış oldu. 1988 yılında; Yeltsin dönemindeki gibi borsası tepetaklak oldu. Elbette sinirleri kontrol etmek bazen olumlu bazen de olumsuz sonuçlar doğurur. Sinirleri kontrolsüz bırakmak da öyledir. Şimdi kontrolsüz öfke Erdoğan’a mı yarıyor yoksa karşıtlarına mı, belli değil. Ama kanaatime göre başbakan bu durumda sermayeden yemeye başladı. Başbakanın son zamanlarda sadece patron Doğan’la değil kalemşör olarak adlandırdıkları gazetecilerle de ekran üzerinden atışmaya başlaması ve hesaplaşmaya gitmesi tehlikeli bir çığıra işaret ediyor. Doğan, bu yöndeki Erdoğan’ın konuşmalarını 12 Eylül lideri Kenan Evren’in konuşmalarına benzetmişti. Tartışılır. Eğer böyle ise tehlike yok demektir. Halbuki ben bu üslûbu en azından başbakan açısından daha riskli bir yerlerden hatırlıyorum. Bana Enver Sedat’ın üslûbunu hatırlattı. Bırakın anlatayım. Belki de tarihin tekerrür etmemesi için faydası dokunur. Enver Sedat, Nasır’dan sonra iktidara gelmiştir ve Rus uzmanları kovmuştur. Ardından 1973 harbini berabere bitirmiş ve İsrail efsanesini çizmiştir. Bu rüzgârla ve zafer sarhoşluğuyla birlikte 1977 yılında Knesset’e yani İsrail parlamentosuna gider ve burada bir nutuk irad eder.
***
Bu nutuk onun için sonun başlangıcı olmuştur. Bununla kalmaz ve ardından 1979 yılında Camp David anlaşmasını imzalar ve Menahem Begin’le birlikte Nobel barış ödülünü paylaşır. Sıkıntılar bundan sonra başlar. İslâmî kesimler Arap dünyası safından ayrıldığı için Enver Sedat’a ateş püskürmektedirler. Sedat da bulunduğu güçlü mevkiinden bunu hazmedememektedir. Dışarısı sürekli olarak başarısını pohpohlamaktadır. Batı kahraman ilân ederken Arap dünyası ve kendi yerli ahalisi kendisini Arapları satan bir ‘hain’ olarak damgalamaktadır. Bir yerde Türkiye’de ulusalcıların yer yer AB ve ABD ilişkilerinden dolayı başbakanı sorgulaması gibi. Sedat, megalomani ve azamet hastalığına yakalanmıştır ve bunun devası da yoktur. İslâmî kesimlerle amansız bir mücadeleye girişir. Halbuki başlarda onları Nasır’ın zulmünden kurtarmış ve hapishanelerden salıvermiştir. Camp David’den sonra tükürdüğünü yalama faslındadır. Büyüklüğün ve gururun eleştiriye tahammülü yoktur. Yavaş yavaş sağduyusunu ve itidalini kaybeder. Muhaliflerini ekrandan eleştirmektedir. Eleştirmek ne kelime sataşmaktadır. Mısır’ın hiç tanımadığı insanlarını böylece şöhret eder. Sedat sayesinde bizler Mısır’da ve Port Said’in bir köşesinde Hafız Selame adlı bir adamın varlığını öğrendik. Adam zaten İsrail’e karşı direnişinden dolayı 1967 kahramanıydı bir de Sedat adamı halk kahramanı yaptı. Hafız Selame netice itibarıyla sevimli bir kişilikti. Bir de tam tersi İskenderiyeli abus çehreli bir vaiz vardı onu şöhret etmek de yine Sedat’a nasip oldu. Sedat’ın öfkesi sayesinde belki hiç tanınmayacak kişileri tanıdık. Sonra bu tırmanma sahnesi, elim, trajedik ve talihsiz bir olayla perdesini indirdi. Sedat, Halit Şevki İstanbuli ve arkadaşlarının suikastına maruz kaldı ve böylece bir devrin perdesi kapanmış oldu. Sedat’ın elbette iyi yönleri vardı. Fakat öfkesinin kurbanı oldu. Ekrandan kadim dostu Ömer Telmisani gibi tevazu ve sükûnet abidesi bir insanı bile karşısına alarak: “Ben sana demedim mi Ömer’ şeklinde kabalıklarda ve sataşmalarda bulundu ve muhaliflerinin topunu hapishanelere doldurdu. Aralarında Papa Şennude ile Ömer Telmisani de vardı. Onun öfke kontrolsüzlüğü ülkenin de kontrolden çıkmasına sebep olmuş ve tarihte çok az kimsenin başına gelebilecek elim bir sona düçar olmuştu.
***
Türkiye’de de Ergenekon dâvâsı var. Elbette dâvâ Türkiye’yi kutuplaştırıyor ve geriyor. Bununla birlikte elbette meselenin üzerine gidilmesi de gerekir. Ama sağduyuyu ve itidali kaybetmeden. İkinci olarak, iktidar partisine yönelik bazı yolsuzluk suçlamaları var. Özellikle bu meseleden dolayı başbakanın asabının bozulduğu anlaşılıyor. Halbuki şeffafiyet, güvenin bir sonucudur. Güven de temiz olmanın bir getirisi ve gücüdür. Bazı haksız ithamlar da olabilir. Bunlar öfkeyle değil teenni ve şeffafiyetle savuşturulur. İnsanın kendisini eleştiri üstü görmesi orada birden fazla hatanın olduğunun göstergesidir. Karşılıklı suçlamalar dedikodu seviyesine inmiştir ve ekranlardan canlı olarak yürütülmektedir. Bu sağlıksız bir gidişata işaret ediyor. Sonra Suna Vidinli gibilerin birkaç yazardan ihtilâsla söz taşıması ve başbakanın bunu ‘yerin kulağı var’ şeklinde halka ilân etmesi gerçekten de bir muhasebe eksikliğinin sonucudur. Keza bir moderatör diye Murat Yetkin’in hedef alınması da iddia ne olursa olsun sonuçta Enver Sedat’ın ekranlarda Hafız Selame gibi isimlerle hesaplaşmasına benzer. Sedat, İskenderiyeli vaiz konusunda eşine sataştığından dolayı haklı da sayılabilirdi. Fakat mukabele sadet dışı olmuştur. Keskin sirke küpüne zarardır. Gerçekten de bu üslûpla birlikte iktidar partisi ve Türkiye çok tehlikeli bir sürece girmiştir. Yeni siyasî zaferler ancak bu riski büyütebilir. Başbakanın gücü de zaafı da konuşma kabiliyetinde yatıyor. Öfkeli üslûp kıvamında güç toplarken kıvamını kaybettiği oranda da geri tepen bumeranga dönüşür. Doğrusu başbakan bıçak sırtı çok riskli bir çizgide ilerliyor. Artık söz perhizi ve öfke kontrolü şart oldu. Bu aşamada yeniden seviyeyi yukarıya çekmek gerekiyor. Ramazanın varlığı biraz da bize bunu öğretmek için değil midir?
21.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|