KAPATMA dâvâsının “ihtar” kararıyla sonuçlanmasından sonra başlayan süreçte AKP’nin hareket alanı alabildiğine kısıtlanırken, gelişmeler partiyi ayrı bir cepheden, yolsuzluk suçlamalarıyla yıpratma kampanyasının açıldığını gösteriyor.
Şaban Dişli olayı zincirin ilk halkasıydı. Hedef vuruldu, Dişli’nin partideki görevlerinden ayrılmak zorunda kalmasıyla netice kısmen alındı.
CHP sonu gelmez laiklik-irtica yaygaralarıyla elde edemediği sonuca bu konudaki ısrarlı takibiyle ulaşmayı başardı ve “surda bir gedik” açtı.
Tabiî, olayı gündeme getirenler, Dişli’nin milletvekilliğini bırakıp partiden istifasını da istiyorlar. Ama işin o noktaya kadar varmasını engelleyen Erdoğan Dişli’yi yine de korumuş oldu.
Geçmiş dönemde de AKP, bir kısmı milletvekili ve bazıları da teşkilât yöneticisi konumundaki bazı mensuplarının karıştığı yolsuzluk iddialarının muhatabı olmuş; hattâ bu iddialar sebebiyle bir milletvekili bu sıfatını da bırakmış—ve 22 Temmuz’da tekrar seçilmeyi başarmış,—kimi teşkilâtlar ise feshedilerek kadroları değiştirilmişti.
Ancak bunlar geniş zaman aralıklarıyla ve dağınık bir şekilde gündeme gelen münferit örnekler olarak algılandıkları ve AKP yönetiminin iddialar karşısında duyarlı bir tavır sergilediği görüntüsü verildiği için, yıpratıcı bir etkileri pek olmadı.
Hattâ o dönemde yine Dişli’yle ilgili olarak sanırız başka bir konuda yine benzer bir iddia gündeme gelmiş, ama fazla üzerinde durulmamıştı.
Şimdi ise farklı bir durumla karşı karşıyayız.
Bu defa galiba, senelerdir biriktirilip el altında tutulan dosyaların belli bir plan çerçevesinde sistematik şekilde gündeme getirilmesi suretiyle yürütülen bir kampanya vizyona sokulmuş gibi.
Geçen defa geçiştirilen Dişli meselesinin bu defa netice alınıncaya kadar takip edilmesi ve tartışmaların iyice yoğunlaşması üzerine Dişli’nin partiden istifa etmek mecburiyetinde kalması, bu süreçteki ilk örnek olarak haliyle dikkatleri çekti.
Eşzamanlı olarak Gaziantep’teki imar pazarlığıyla ilgili olarak gündeme taşınıp—aslı çıkmadığı için mi, yoksa taraflar uzlaştığı için mi bilmiyoruz—peşi bırakılan iddialar, AKP’li yerel yönetimlere ilişkin başka dosyaların da işareti gibi.
Şu an için asıl “bomba,” çok yönlü ve çok boyutlu kavgaları tetikleyen Almanya’daki Deniz Feneri Derneğiyle ilgili iddialar. Ve görünen o ki, bu olayda, bir taşla birden çok kuş vurma hesapları yapılmış. Hedefte RTÜK Başkanından, başından beri AKP’yi destekleyen bir TV kanalı ile Erdoğan’ın yakın ilişki içinde olduğu bir diğer medya grubuna, bazı bakanlara, hattâ bizzat Başbakana ve AKP’ye kadar uzanan stratejik adresler var.
367 formülünün mucidi olarak bilinen ve AKP hakkındaki AYM kararını “Odak olduğu yargı kararıyla tescillendi, bundan sonra aynı iddia ile açılacak yeni bir dâvâda ek delile ihtiyaç duyulmadan parti kapatılır” şeklinde yorumlayan Kanadoğlu’nun, “Yurt dışından maddî yardım aldığı ispatlanırsa AKP kapatılır” içtihadıyla yeniden sahneye çıkması, öngörülen hedefi iyice netleştirdi.
Tabiî, bir de Deniz Feneri derneği ve onunla birlikte, gönüllü insanî yardım organizasyonlarının bu iddialardan alacağı yaralar söz konusu.
Türkiye’deki Deniz Feneri, Almanya’daki adaşıyla bir ilgisi bulunmadığını söylüyor. Ancak gerek ismin tıpa tıp aynı olması, gerek oradan gelen yüklü miktarların yasal yollarla kabul edildiği beyanları, gerekse dernek adına yapılan açıklamaların ortaya çıkan toz duman içinde kaybolup gitmesi, dernek açısından hüzün verici talihsizlikler.
Deniz Feneri, 28 Şubat’ın İstanbul Valisiyle o dönem fazla içli dışlı olmanın bedelini mi ödüyor!
Bu yardım işleri zaten hassas konu. Bosna’ya yardım paraları RP’nin az mı başını ağrıtmıştı?
16.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|