|
|
Hakan YALMAN |
Deneyler ve kâinata muhatap mü’min |
|
Varlığın doğru algılanması ve tanımlanması fiziğin temel faaliyet alanı olmalıdır. Bu fiil yerine getirilirken temel alan varlığın kendisidir. Bu alan üzerinde çalışan fizikçi, varlığı gözleyen konumdadır. Yani yön veren değil şahit olan durumdadır. Bunu yaparken geçmiş birikimlerin oluşturduğu bakış açısı bir temel oluşturur. Bu temel üzerinde oluşturulan akıl bağlantıları ile bazı varsayımlar ortaya koyar.
Bu varsayımları gözlemleri ile doğrulamaya çalışır. Bu çalışmaların sonucunda bir model ortaya çıkar. Bu model belirli bir doğruluk ve gözlemlerle doğrulanmışlık durumuna geldiğinde ‘teori’ adını alır. Teorinin yanlış olduğu ortaya konamadığı sürece doğru kabul edilir ve bu teoriden elde edilen veriler pratik alana yansıtılıp varlıkla olan bağlantılar düzeyinde kullanılır. Bu fiziğin teorik düzeydeki bilgilerinin mühendisliğin uygulama alanına geçmesi demektir.
Teorik bir bilgi uygulama alanına geçirildiğinde yanlış bir algılama ile artık yaptırımı olan ve yön veren bir konuma geçmiş gibi kabul edilir. Bu vehim varlığın bu bilgiye uygun hareket ediyor olarak algılanmasından ortaya çıkar. Oysa varlık bilgiye ve teoriye göre hareket etmez, bilgi ve teori varlığın hareket tarzından ortaya çıkar. Bu bilgi de varlığı gözleyen bilim ya da insanın gözleme kabiliyeti ve kapasitesi ile sınırlıdır. Varlık bilgiye tabi değil, bilgi varlığa tabidir.
Big Bang (Büyük Patlama) adı ile bilinen teori de bu türden bir teoridir. Bu teori aslında maddeye ezeliyet isnat eden materyalist felsefe ile varlığın bir başlangıcı ve sonu olması gerektiğini ortaya koyan kilise ile arasındaki fikri mücadelenin zemini olmuştur. Kilise ve onun etkisindeki fizikçiler, Büyük Patlama teorisinin doğrulanması yönünde ciddî gayret içinde olmuşlar, çünkü bu teorinin ispatlanması ile inançlarının doğrulanacağını, varlık âleminin de bir Yaratıcı’nın varlığına delil olacağını düşünmüşler.
Bu ikili mücadele içinde bütün semavi kaynaklar ve dinler gibi Kur’ân ve İslâm düşüncesinin de yer alacağı alan elbette başlangıcı ve sonu olan bir varlık tanımı ve bu şekilde vücuda gelmiş bir kâinat senaryosu olacaktır. Bir teklik noktasından başlamış ve kemal noktasına doğru büyüyüp genişleyen kâinat fikri Kur’ân’ın genel varlık tanımına da uygun olan ve şimdiye kadar ortaya konan şekli ile vahyin ortaya koyduğu hakikatlere zıt bir tarafı henüz ortaya konmamış bir izah tarzıdır.
Dolayısıyla böyle bir varlık modeli ve teorinin ispatlanmış olması aslında Kur’ân’ın varlığı izah tarzına uygun bir bakış açısının bilim adamları tarafından kendi faaliyet alanlarında ortaya konması anlamına gelecektir. Ancak ‘bu teori doğrulanırsa Allah var, doğrulanamazsa materyalist felsefenin dediği doğrudur’ yaklaşımı çok ölçüsüz bir yaklaşım olur. Varlığın var olması Yaratıcı’nın en aşikâr delilidir ve aslında Yaratıcı’nın varlığı bir delile de muhtaç değildir. Bu alandaki faaliyet sadece fertlerin iç dünyasındaki sorulara bir cevap ve akıl ile imanlarını teyit arayışına bir destek olacaktır.
Yoksa bütün detayları ile planlamış ve her an kontrol altında tutulan bir sistemin parçası olan insanların varlığa dair ve algılama kapasiteleri ile sınırlı gözlemlerinin eşyaya yön verebileceğini vehmetmek ancak konumunu ve durumunu algılama noktasındaki gafletten kaynaklanabilir. Yapılan her deney bir gözlem demektir ve gözlem olanı anlamaya yarar. Elde ettiği veriler ise Var Eden’in var etme tarzını anlamaktır. Var edilen konumunda olan hiçbir şey, ‘var etme’ durumuna geçemez. Çünkü ‘var eden’ olmak ve ‘var edilen’ olmak varlık tanımı açısından bakıldığında temel ve değişmez tanımlardır. Yani var eden, var edilen konumuna ya da var edilen var eden konumuna geçemez. Ancak var edilenler Var Eden’in var ediş tarzını anlayıp onun özelliklerine dair hükümler çıkarabilirler.
Varlıkla ilgili gözlemler ve deneylerde bu durumun göz ardı edilmesi sebebiyle bazan insanlar zaman ve mekân bağlantılarını kaybedebilmekte ve kendi konumları ile ilgili yersiz vehimlere kapılabilmektedir. Bu noktada bir mü’minin pozisyonu çok sağlam olmalı ve kim tarafından yapılırsa yapılsın her gözlemin Âlemlerin Rabbi’nin san'atını gözlemek ve tarzını anlamak anlamına geldiğini unutmamalıdır. Gözlemi yapandan bağımsız olarak bizzat gözlenene bakmak ve mânâ-i harfi ile yani Yaratıcı’nın eseri olarak bakmak ortaya konan her hükmün imanı kuvvetlendirmesine bir zemin hazırlayacaktır.
Bu durumda ‘sonuç şu olursa imanımızı teyit eder, bu olursa inandıklarımız şüpheli duruma düşer’ yaklaşımı ortadan kalkar. Bu bakış açısına sahip bir ferdin hayatında yaşanan her şey, gözlenen her durum ve yapılan her deney Rabbi’nin varlığı şekillendirmesindeki san'atın harikalığının farklı bir boyutuna şahit olmak anlamına gelecektir. Şartlar ve sonuçlardan bağımsız olarak her durum şahitliğine ve imanın kuvvetlenmesine vesile olacak her deneyin bütün sonuçları onda aynı olumlu neticeleri verecektir.
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Şükürsüzlük çok büyük bir kayıptır |
|
Şükür, biz insanların sıkça yaşaması gereken bir duygudur. İnsan olmak, akıllı olmak, sıhhat ve âfiyet içinde olabilmek, en önemlisi de iman sahibi olmak, Allah’a şirk koşma gafleti içinde olmamak, büyük günahlardan uzak kalmak, eksik de olsa kulluk vazifemizi yerine getirebilmek gibi insanî kazanımlar her an şükretmemizi gerektiren en önemli nimetlerdir. Bunun dışında yaşadığımız her saniye bile şükrü gerektiren nimetlerle doludur.
Ancak, bilhassa bizim gibi inanmış insanların sıkça dile getirmesi gereken şükür duygusundan yeterince istifade etmediğimiz de bir gerçektir. Oysa Kâinatın Yaratıcısı Rabbimizin, Kur’ân-ı Azimüşşânında, “Eğer şükrederseniz, üzerinizdeki nimetlerimi arttıracağım” şeklinde bir taahhüdü bulunmaktadır. Elbette, O va’dinde hulf etmez. Ve gerçekten eğer Rabbimizin bize vermiş olduğu nimetlerin farkında olup da hamd edersek, daha nice nimetler bize verilecek, şükretmenin ifade edilmesi zor o yüce lezzetinden istifade etmiş olacağız.
Her konuda sınandığımız gibi, bazen çoluk çocuğumuzla, bazen mal ve mülklerimizle, bazen de makam ve mevkilerimizle imtihan olmaktayız. Aslında içinde bulunduğumuz hiçbir durum yoktur ki onunla imtihan olmayalım. Darlık ve sıkıntılarla imtihan olduğumuz gibi, genişlik ve ferahlıklarla da imtihan olmaktayız.
Her hâl ve durumda Rabbimiz bizden kendisini hatırlamamızı ve gaflet hallerine düşmememizi istemektedir. İmtihan mezara kadar devam ettiğine göre, Rabbimizin bize nasip ettiği takva ve amel-i salih hallerinde bile imtihanımız devam etmektedir. O halde kimsenin, imtihanın sadece başkaları için devam ettiğini düşünmesine ve kendisinin bunun dışında kaldığı gibi bir vehme kapılmasına mahal bulunmamaktadır.
Küfür ve zulüm halleri dışında, her hâl ve vaziyet için Rabbimize şükretmemiz bizden istenmektedir. O halde, sıkıntıda olduğunu düşünüp, bunun için şükür duygusunun kendisine gerekmediğini kimse düşünmesin. Zaman zaman yiyecek bir şeyler bulma imkânımız olmazsa bile, şifa bulmaz hastalıklarla cedelleşsek bile Rabbimize şükretmekten geri durmamamız gerekir. İçinde yaşadığımız mübarek ayda şükrün ehemmiyeti daha iyi anlaşılmıyor mu?
Şükürsüzlükten dolayı bir çok musibete maruz kalabileceğimizi aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Rabbimize şükrü gerektiren sayısız nimetler bize verilmişken, tutup da, aslında zarurî olmayan bazı ihtiyaçlarımızı karşılayamadığımız için şikâyetçi olursak Rabbimizin bize vermiş olduğu nimetlere nankörlük etmiş olacağız.
Bir düşünelim, insan olduğumuz için, Rabbimizi tanıdığımız için, Müslüman olduğumuz için, zamanın insanı ebedî şekavete düşürecek sefahat ve inançsızlıklarından uzak olduğumuz için ne kadar şanslıyız... Çevremizde maddî imkânları bizimkinden iyi olan insanlara bakıp da hayıflanıp, şükür duygusundan uzaklaşmanın hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Zira o varlıklı olanlar da mallarıyla imtihan olmaktadırlar. Herkes kendisine verilen her nimet için hesaba çekilecektir. Nimet çoğalınca sorumluluk artmaktadır. Bu sebeple hesap gününde ehl-i imanın maddî açıdan zengin olanları, fakir olan insanların yerinde olmayı çok isteyeceklerdir.
Dünyayı ebedî hayatı kazanmak için geçici bir imtihan salonu olarak düşünerek, bu hayatın bazı önemsiz zorluklarını gözümüzde büyütmememiz gerekmektedir. Çoğu zaman aslında çok da önemli olmayan problemleri gözümüzde büyüterek dünyayı kendimize dar etmekteyiz. Aslında Kur’ân-ı Azîmüşşan’daki İlâhî emirleri kendimize rehber edinip, Resûlullah’ın (asm) hayat tarzını kendimize örnek hayat seçersek, bu dünyada üstesinden gelemeyeceğimiz zorluk olmayacaktır.
Bunun için sözde değil, gerçekte kuvvetli bir imana sahip olmamız gerekmektedir. Kur’ân’ı ve özellikle zamanımızdaki mükemmel tefsiri Risâle-i Nurları okuduğumuz halde imtihanı kaybedenlerden olmak çok yazık olacaktır. Okuduğumuz hakikatleri hayatımıza geçirmediğimiz sürece onların nurundan faydalanamayız. Çok okuyup mânâlara sathî yaklaşmak yerine, az okuyup mânâları ruhlarımıza ve zerrelerimize sindirirsek daha çok kazançlı çıkarız şüphesiz...
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Neoliberallerin global ahlâkı ve bizimkiler… |
|
Meşhur Fransız devriminden sonra, Avrupa´da hürriyet adına yapılan birçok şeyin, esasta semavî dinlere karşıt olsun diye yapıldığını araştırmalardan anlıyoruz. 19. yüz yılın sonu ve bilhassa 20. yüz yılın başında dinsiz felsefecilerin kiliseye karşı giriştikleri değerler savaşında, Hıristiyan Avrupa´nın İkinci Dünya Savaşındaki maddî harabeye benzer bir manevî felâket yaşadığını biliyorsunuz. Musevî kökenli servet sahiplerinin o günkü dinsiz feylesoflara verdikleri maddî destek de çok önemlidir. Meşhur psikanalist Sigmund Freud´un savaş öncesi İngiltere´ye kaçışından evvel tam yedi kez milletler arası psikoloji konferansını topladığını nazara aldığınızda, bu husus daha iyi anlaşılır. Yine meşhur Leo Troçki´yi büyük paralarla teçhiz ederek Almanya üzerinden Moskova´ya gönderen Rotschild ailesinin ihtilâl öncesi ve sonrasındaki sermayesini de burada dikkate almak gerekiyor.
Yukarıdaki tarihî bilgilerin günümüzdeki bazı hadiselerin mahiyetini anlamamıza yardımcı olacağını umuyoruz. Umumî ahlâkı tahrip etmek üzere yine bazı zengin ailelerin paralarıyla Avrupa´yı mâhut kitaplara boğan Wilhelm Reich´ın Kuzey Avrupa ülkelerinde yaptığını, Leo Troçki ile Vera Schmidt Rusya´da devletin cebrî elini kullanarak yapacaklardı.
İsimlerin, coğrafyaların, slogan ve ırkların farklılığı, prensip sahiplerini pek şaşırtmamalı. Günümüzde Yeni Liberal veya Yeni Muhafazakâr ismini kullanarak, dünkü tahribatı başka format ve boyutlarda yapanların; “Biz bolşevik değiliz, komünist değiliz, bilâkis liberal ve muhafazakârız” demeleri hakikati değiştirmiyor.
Global ahlâksızlığı yaygın hale getirmekle vazifeli bütün sivil inisiyatif, fon, medya kuruluşu ve enstitülerin şöyle veya böyle neoliberallerin kontrolünde olduğunu kimse gözden kaçırmamalı. Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan´daki turuncu sivil devrimlerin o ülkelere getirdiği ahlâkî anlayışı merak edenler, Kiev´e azıcık uğrasınlar. İnsaniyetleri müsaade ediyorsa “dünya çıplaklık fuarını” dolaşsınlar.
Bizi şu yazıya mecbur eden saiklerden birisi de, Fransa´da ahlâksızlığı neşirle vazifeli Sarkozy´nin insanları kandırmak için çevirdiği dolaplardır. Yalan söylemeyi, fuhşu ve dinsizliği meslek edinmiş Nicolas, Papa´yı da pozitif laiklik´le geçiştirmeye çalışıyor. Henüz içişleri bakanı iken başlattığı “semavî dinlere karşı” projelerine hız vererek çalışan bu adam, en büyük düşmanının İslâmiyet olduğunu gizleme ihtiyacı da duymuyor. Fransa´daki Müslümanların “din ve vicdan hürriyetini” gasp ederken bile “Müslüman” bir kadını kullanarak, insaniyet sınırının dışına çıkıyor.
Müslümanların çok hassas oldukları iffet meselesinde Mağrip kökenli Sarkozy´nin adalet bakanı sefih bir kadının gayri meşrû hemileliğini neoliberaller medya vasıtasıyla dünyaya duyuruyorlar. Yakın Avrupa tarihinde semavî dinlere karşı şirretlerini demokrasi ortamında Sarkozy´den başka bu denli açıkça belirten başka siyasetçi hatırlamıyorum. Berlusconi´den Angela Merkel´e, Cumhuriyetçilerin ladysi Palin´den lezbiyenliği müdafaa eden Dick Cheney ve Sarkozy´ye kadar, bilhassa cinsellik noktasındaki ahlâksızlığı politika olarak benimseyen bu çizgiye gerekli tepkinin yakında geleceğine inanıyoruz. Açık toplum enstitülerinin daha muhafazakâr toplumlarda kadına yönelik yaptıkları çalışmalar; insaniyet, İslâmiyet ve Hıristiyanlık için çalışanların gözlerini mutlaka açmalı. BOP çerçevesinde İslâm dünyasında dernekler, okullar, medya ve sair faaliyetlerle yapılanları da neoliberal ve neokonservatiflerin hanesine yazmak zorundayız.
Yukarıda arz etmeye çalıştığımız hususları öne çıkaran “global” ve “yeni liberal” kelimelerinin hangi anlamlara geldiğini daha iyi anlamak için Peygamberimizin; “Deccal dünyayı zapteder” hadisini de hatırlamalıyız. Merkezden muhite, muhitten merkeze globalleştirilmek istenen ahlâksızlığa, dünyanın gözlerinin üzerinde olduğu siyasetçilerin alet edilmesi, projenin ne denli dehşetli olduğunu gösteriyor.
Tevrat, İncil ve Kur´ân´ın haber verdikleri “helâk olmuş kavimlerin” haritadan silinmelerine sebep olan “ahlâksızlık formatlarının” şu modern bolşeviklerce dünyada genelleştirilmeye çalışılması, insanlığımız için tam bir felâket ve dünyamız için de kıyamet olabilir. Avrupa ve Amerika kiliselerinin, insanlığın sonunu hazırlayan bu fiillere tepkilerini arttırmaları gerekiyor. En büyük tepkiyi ise, bin seneden beri insanlığın, güzel ahlâkın ve medeniyetin bayraktarlığını yapan Müslüman milletimiz göstermelidir. Fakat Türkiye´de olup bitenler bizi tedirgin etmeye devam ediyor. İdarecilerimizin sosyal hayattaki icraatları Yeni Liberal ve Yeni Muhafazakârlarla işbirliği içinde oldukları izlenimini kuvvetlendiriyor. Rabbimiz, içimizdeki bazı sefihler ve ahlâksızlar yüzünden bizi yakmasın (Amin).
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Zengin ve fakir |
|
Yazımızın başlığı iki kelimeden ibarettir, ama bu iki kelimenin içini doldurmak oldukça zordur, hatta biraz da imkânsızdır. Zira “zengin” dendiği zaman ardı arkası kesilmeyen bir dizi soru onu takip edebilir. Hangi alanda, ne kadar, nasıl, kime göre, maddî mi, manevî mi, dünyevî mi, uhrevî mi? Vesaire.. Aynı şekilde, “fakir” dendiğinde de peşinden aynı sorular gelebilir..
Şahıslar bazında bu böyle olduğu gibi, ülkeler bazında da kaide değişmez. Yani “zengin” olarak tanınan şahısların sayısız fakirlikleri olduğu gibi, “fakir” olarak bilinen şahısların da sayısız zenginlikleri vardır. Türkiye zenginlerinden merhum Sakıp Sabancı’nın ibret verici bir ifadesi vardı: “Param var, servetim var, fabrikalarım var, ama çocuğuma (sakat olduğu için) bir ayakkabı alamıyorum.” Yine merhum Vehbi Koç, mide ve çeşitli hastalıklarından dolayı, iştahla soğan ekmek yiyen işçilerini adeta kıskanırmış..
Ülkeler ve milletler bazında da aynı paradokslar mevcuttur. Nice zengin ülkeler ve milletler var ki, fakir olarak bilinen milletlerin fakir ülkelerindeki bazı güzellikleri ve zenginlikleri adeta ağız suyu akıtarak, imrenerek seyrederler, konuşurlar..
Aslında zengin ve fakir ülkelerin yöneticilerini birbirleriyle karşılaştırdığınızda aralarında önemli bir fark bulamazsınız. Gerçi ülkeyi iyi veya kötü yönetmek belirleyici bir faktördür, ama her şey tamamen buna bağlı da değildir. Irk ve deri rengi de önemli değildir. Kendi ülkelerinde tembel olarak tanınan işçiler aslında zengin Avrupa ülkelerinin arkasındaki ana üretici güçtür. Peki, o zaman aradaki fark nereden gelmektedir?
Uzmanlar diyorlar ki:
Fark uzun yıllardır kültür ve eğitim ile içlerine işlenen değişik bakış açısıdır. Zengin ve kalkınmış ülke insanlarının davranışlarını incelediğimizde, büyük bir çoğunluğun şu prensiplere kalben inandığı görülür:
“1. Temel ahlâk kuralları. 2. Dürüstlük. 3. Sorumluluk. 4. Kanun ve kurallara saygı. 5. Başkalarının hakkına saygı. 6. Çalışkanlık. 7. Tasarruf ve yatırıma inanç. 8. İrade. 9. Dakiklik.
“Biz doğru bakış açısına sahip olamadığımız için fakiriz.”
“Zengin ve kalkınmış ülkeleri o noktaya getiren prensiplere uymak ve bunları çocuklarımıza öğretmek azmimiz olmadığı için hâlâ fakiriz.”
“Biz; tabiî kaynaklarımız olmadığından fakir değiliz. Kader bizi fakirliğe mahkûm etmiş de değildir. Bizim muhtaç olduğumuz şey doğru bakış açısıdır.”
“Zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark ülkelerin yaşı değildir. Meselâ Hindistan ve Mısır gibi ülkelerin iki bin yıldan fazla geçmişi vardır ve fakirdirler. Öbür taraftan Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi 150 sene önce isimleri bilinmeyen ülkeler kalkınmış ve zengin ülkelerdir.”
“Doğal kaynakların var olup olmaması da zenginlik ve fakirlik ölçüsü olmuyor. Japonya ufacık bir adaya sıkışmış, yüzde 80 arazisi tarıma ve hayvancılığa uygun olmayan bir ülkedir, ama zengindir. Ülke dev bir yüzer fabrika gibidir, bütün dünyadan hammadde ithal eder, sonra da bütün dünyaya hazır ürün ihraç eder.”
“Kakao yetiştirmeyen, ancak dünyanın en kaliteli çikolatasını üreten ülke İsviçre’dir. Kısa süren yaz döneminde toprağı da ekerler, hayvancılık da yaparlar. Ürettikleri süt ürünleri en iyi kalitededir. Bu ufak ülke yansıttığı güvenli, düzenli ve çalışkan ülke imajı sayesinde dünyanın para kasası olmayı da başarmıştır.”
Evet, uzmanlarımız böyle tesbitler yaparken, biz de cehaleti, zarureti (fakirliği) ve ihtilâfı düşman olarak vasıflandırıp, bunlara karşı marifet, san’at ve ittifak çarelerini tavsiye eden Bediüzzaman’dan bir anekdotla yazımızı noktalayalım:
“Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin, oranın müftüsü birkaç defa bana dedi: ‘Ahalimiz fakirdir.’ Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. ‘Fesübhânallah,’ dedim. ‘Bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir.’ Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle beraber, o merhum müftü ‘Ahalimiz fakirdir’ diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıat vardır.” (İktisat Risâlesi, Yedinci Nükte)
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kış, derinden gelen bir sesle çağırıyor bizi. Sonbahar ise kitaplarda anlatıldığı gibi kendi zamanını, Eylül’ü kaçırmadı, geldi.
Bizse okulun arka sıralarındaki haylaz çocuklar gibi, duymazdan, görmezden geliyoruz. Her sene yazdan sonra sonbahar diye bir mevsim geldiği konusuna çalışırken hep elektrikler kesilmiş, hep misafir gelmiş sanki, bilmiyoruz.
Üşüdüğümüz halde, kısa kollu gömleklerle, ince kıyafetlerle dışarı çıkmamız bundan. Tıpkı ilkbaharın başında güneşi görür görmez ceketleri, montları atıvermemiz gibi.
Oysa akşamları pencereleri kapatıp oturduğumuzda almaya başlamalıydık kışın çağrısını. Ya da geceleri yorgana daha fazla sarıldığımızda.
Tatile giden öğrenciler aileleriyle beraber döndüğünde, sonbaharın mesajı ulaşmış, kışın sesi duyulmuş olmalıydı.
Üşüye üşüye de olsa hâlâ balkonda oturmaya devam etmek, hâlâ buz gibi su içmek, günleri hâlâ uzun gibi yaşamaya devam etmek de bundan olmalı.
Hocanın soru sorduğu öğrenci sensin arka sıradaki tembel öğrenci.
Kışın geliyorum sesi sana.
Sonbaharın buradayım mesajı sana.
Sana sanki “Bu daha iyi günlerinmiş” diyecekmiş gibi bakma. Emin ol senden daha müşfik, daha sevecen, daha iyimser.
Yerini ve sınırlarını senden daha iyi biliyor.
Aman canım ne olacak diye yakmıyor meselâ seni Kasımda.
Birden uzayıvermiyor günler Aralıkta.
Giy hırkanı ve sonbaharı yaşa. Ayak sesleri gelen kışa el salla.
Pencereleri sıkı sıkı kapatırken, hayatı içeri almayı unutma.
Senin için geldi sonbahar, senin için gelecek kış.
Senin, benim ve herkes için…
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kurtuluş yolu ve umulmadık yerden rızıklanma |
|
Sıkıntılar içerisinde kıvranmakta ve geçim sıkıntısı çekmekte olan insan bir kurtuluş yolu ve rızık kapısı arar.
Bunun en önemli sebebi Allah’a itaatte eksikliği, içine daldığı günah ve kusurlardır. Tevbe ve istiğfarla Rabbine yönelir, Ondan af diler ve yoluna girme gayreti içerisine girerse, sıkıntılarından bir bir kurtulduğunu ve kendisine rızık kapılarının, hem de ummadığı yerlerden açıldığını görür. Bir hadis-i şerifte bu gerçeğe ne güzel dikkat çekilmiş. Buyurulur ki: “Kim istiğfara dört elle sarılırsa, Allah her türlü sıkıntıdan kurtuluş yolu yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.” 1
Bu sıkıntılar dinî hayat içinde olanlarda da olabilir. Yapması gerektiği halde yapmadığı hususları, eksiklerini, ihmallerini, lâkaytlıklarını, hata ve kusurlarını, gaflete düştüğü noktaları düşünüp istiğfarla silkelense, Rabbine yönelse, yolunda olma, şuur ve idrakinin, duygu ve kabiliyetlerinin açılması için yalvarsa üzerindeki büyük bir yükten kurtulmuşcasına rahatlar.
Demek huzurun ilk adımı istiğfardır. İstiğfar mânen temizlenme, arınmadır. Kendine temiz bir sayfa açan kişi sonraki hayatında öylesine dikkatli davranır ki aynı sıkıntıları çekmemek için yanlışlara girmez, gaflete gömülmeye yanaşmaz.
Hiçbir günahı olmayan, “Bazan kalbimi bir bulut kaplar. Ve günde yüz defa Allah’a istiğfar ederim”2 buyuran Allah Resûlünün (asm) günde yüz defa istiğfar edişi, onun herbir istiğfarının mânen yükselişin basamakları olduğunu biliyoruz. Bizim için de istiğfar, hata ve kusurlarımızdan kurtuluşun; mânen olgunlaşmanın, gelişmenin basamaklarıdır.
Beşeriz, hatadan salim olamayız. Günah, hata, kusur ve yanlışların içerisine bilerek veya bilmeyerek düşebiliriz. Önemli olan günahta, hatada, yanlışta ısrar etmemek, hemen kirlettiğimiz kulluk elbisesini tevbe ve istiğfarla temizlemektir. İyi ve mükemmel insan olmanın yolu da buradan geçer. Ne güzel buyurmuş Allah Resûlü (asm): “Bütün insanlar günah işlerler. Günah işleyenlerin en hayırlısı ise tevbe edenlerdir.”3
Tevbe ve istiğfarı kendine baştâcı edinen insan kendini sürekli otokontrol altında tutan insandır. Böyle insanın doğruyu, güzeli, iyiyi yakalama şansı her zaman mümkündür. Ve böyle bir insan Allah rızası yolunda olan insan demektir.
Dipnotlar:
1- İbni Mâce, Edeb: 57.
2- Müslim, Zikir: 41; Ebû Davud, Vitir: 62.
3- Tirmizî, Kıyame: 49; İbni Mâce, Zühd: 30.
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Boykot çağrısı |
|
Doğan–Erdoğan çatışması, henüz bir "ateşkes"le sonuçlanmış değil. İki taraf arasındaki mücadele, değişik boyutlarda varlığını sürdürüyor.
Doğan Grubunun medyası, kavganın patlak verdiği Eylül ayının başından bu yana hiç dur–durak bilmeden saldırmaya devam etti. Genel taarruz harekâtına hiç ara vermedi ve bir tek adım olsun geri basmadı. İleri harekâta el'an devam ediyor.
Başbakan Erdoğan ise, geçen hafta "bu bahsi kapatma" ve "baltaları gömme" sinyalleri verdi. Ancak, bunun bir fayda vermediğini görünce, yeniden atağa geçti ve partidaşlarına şu çağrıyı yaptı: "Yalan yanlış yazan bu grubun gazetelerini almayın, evinize sokmayın!"
Başbakan Erdoğan, bu boykot çağrısını çok açık bir şekilde yaptı ve üzerine basa basa tekrarladı.
Şahit olduğumuz bu hadise, Türkiye'de bir ilktir. Şimdiye kadar böylesi bir durum hemen hiç yaşanmadı. Dolayısıyla, bunun nasıl bir seyir takip edeceğini ve ne şekilde sonuçlanacağını bilemiyoruz.
Şu var ki, her iki taraf da birbiriyle mütemadiyen "anladıkları dilden" konuşacağını söyleyip duruyor.
Doğan medyasının en gözde silâhşorları Başbakan Erdoğan'a her fırsatta "Çiller'in âkıbeti"ni hatırlatıyor. Bununla şunu demek istiyorlar: "Sayın Erdoğan. Bak, vaktiyle bize 'kartel medyası' diyerek sataşan Tansu Çiller'in akıbetini gör. Bizim onu nasıl tükettiğimizi, siyasetin dışına onu iterek işini nasıl bitirdiğimizi iyi düşün. Adımlarını da ona göre at. Yani, şunu iyi bil ki, sen bizimle asla başedemezsin. Kavgayı sürdürmen ve bizimle uyumlu çalışmaman halinde senin de defterini düreriz; ona göre..."
Doğan Grubunun silahşorları bu tür hatırlatmada bulunmasalar da, aslında Erdoğan onların böyle bir tabiatta olduğunu tâ başından beri biliyor. Biliyor, fakat şimdiye kadar yine de sesini yükseltmiyordu.
Şimdi ise, hiç beklenmedik birşeyler oldu ve neticede büyü bozuldu, ok yaydan çıktı, dananın kuyruğu koptu, vesaire...
Bunun artık geri dönüşü yok da, sadece bazı duraklamalar ve molalar olabilir.
Tabiî, o molalar da Doğan Grubu medyasından değil, Erdoğan ve arkadaşları tarafından olacağı anlaşılıyor. Zira, çatışmaya hiç ara verecek gibi bir halleri görünmüyor.
Başbakan'ın çağrısıyla partili arkadaşlarının mâlum gazetelere karşı uygulayacakları boykotun etkisi yakın zamanda ortaya çıkacak. Biz de bunu sizlere yansıtmaya çalışacağız.
Önümüzdeki günlerde müşahhas bazı gelişmelerin olacağını tahmin ediyoruz.
Ne diyelim, zahiren şer gibi görünen bu çatışmanın da netice itibariyle ülkemize hayırlar getirmesini diliyoruz.
Yılmaz Aydoğdu
İzmir'de ikamet etmekte olan Yılmaz Aydoğdu Ağabeyimiz, geçen hafta sonu vefat ederek Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Gazetemizin eski Bandırma muhabiri olan Aydoğdu, ölümcül bir hastalık sebebiyle uzun zamandır ıztırap çekiyordu.
Kendisiyle geçen sene İzmir'de görüştük. Biz onun ziyaretine gidecekken, o bizim olduğumuz yere geldi.
Ağır hastaydı. Vücudunun üçte biri fonksiyonunu kaybetmişti. Ancak, o yine de mütevekkil olup tam bir metanet içindeydi. Ölüme tam mânâsıyla hazırdı, hazırlıklıydı...
Hep şöyle duâ ettiğini söyledi: "Allah'ım, Nur Talebelerine Cehennemsiz bir Cennet hayatı ihsan eyle."
Rahmet–i Rahman'a kavuşan Yılmaz Ağabeyimizin mekânı da İnşaallah Cennet–i âlâ'dır. Ailesi ve yakınlarına taziyetlerimizi sunuyoruz.
Tarihin yorumu 22 Eylül 1939
İzmir Dikili depremi ve sonrası
Dikili, İzmir'in 120 km. kuzeyinde yer alan bir ilçemiz. Ege Denizi kıyısında, Midilli Adası karşısında bulunan bu sahil beldesine komşu olan ilçeler şunlar: Ayvalık, Bergama ve Aliağa.
İşte bu güzelim beldemiz, 22 Eylül 1939 günü tarihinin en şiddetli depremiyle sarsıldı.
Ege Denizine doğru uzanan Dikili–Bergama fay hattının kırılmasıyla meydana gelen 7.1 şiddetindeki bu sarsıntıda, 2000'den fazla bina yıkıldı, bazı kayıtlara göre 100'den fazla insanımız vefat etti. Yaralıların sayısı ise, maalesef bilinmiyor.
İzmir dahil, çevredeki bütün yerleşim merkezlerini de sarsarak korkulu günlerin yaşanmasına sebebiyet veren Dikili zelzelesi, adeta Anadolu'da diğer fay hatlarını da tetiklemişcesine şiddetli bir tesir icra etti.
Nitekim, bu şiddetli sarsıntıdan iki ay sonra Tercan'da ve üç ay sonra da (27 Aralık 1939) Erzincan'da 20. yüz yıl Anadolu tarihinin en büyük ve en yıkıcı depremi (7.9) meydana geldi.
40 bine yakın insanımızın vefatıyla neticelenen Erzincan zelzelesinden sonra ise, Niğde, Develi, Yozgat ve Muğla'da birer–ikişer ay arayla ve yine ölümlere yol açan şiddetli sarsıntılar meydana geldi.
Bu vesile ile, mühim bir hakikati tekraren hatırlatarak nokta koyalım: Anadolu'nun mukadderatından olan depremi, hiçbir şekilde unutmaya gelmez. Genelde, gaflet eseri olarak unutulduğu bir zamanda, deprem, apansız gelir ve hazırlıksız bir şekilde yakalar bizi.
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Her çağın zikir, fikir, şükür metodu ayrı |
|
Eski geçmiş çağlarda kalp/gönül ehli şeyh, derviş, müridler, “tasavvuf ve tarikat” metodlarıyla çilehâne-uzlethâne, tekke, zaviye veya mağara gibi sakin mekânlar seçerlerdi. Ve İlâhî zikirle meşgul olup kalb ve lâtifelerini işletirlerdi. Aynı zamanda, dâima Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda olmanın tam bir huzûr ve mutluluğunu duyarlardı.
Ancak, günümüzde ne ömür, ne de hayat şartları buna çekilmeye müsait. Ömür kısa, hayat şartları ağır. Koca dünyamız, küçük bir köy hükmüne geçmiş. Bir ağ gibi dünyayı saran kitle iletişim vasıtaları ve teknoloji, “uzlet” imkânlarından mahrûm ediyor. Mağaralar bile şenlendirilmiş, turist doldurulmuş!
İşte Bediüzzaman, “Tarikat zamanı değil” derken; tarikatin eski metod ve usullerinin; fen, felsefe ve ilimden gelen hücumları durduramayacağına işâret eder. Ve günümüz şartlarında; tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçiş ile feyz almanın kısa güvenli yolunu açarak bu açmazımızı halletmiş.
Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellilerini okutarak, içinde yaşadığımız dünya cennetine çevirebileceğimiz evimiz, sokağımız, caddemizi; çalıştığımız bağımız-bahçemiz, fabrika ve iş yerimizi; bindiğimiz ulaşım vasıtalarını; havasını doya doya soluduğumuz kırları; sofralarımızı “modern çilehâne ve uzlethâneye” dönüştürmüş:
Her şeyin üstündeki Allah’ın kudret damgasını; terbiye mührünü ve kaleminin nakışlarını gösterir.1 Her şeyde Esmâ-i Hüsnâ’yı okutturur. Ve bir nev'î huzur-u daimîyi kazandırır.
Üzerinde durduğu bir diğer önemli nokta da, tasavvuf ve tarikatin vesilelikten, vasıtalıktan çıkarılıp, gaye ve amaç haline getirilmesidir. Onu Sünnet-i Seniyye dairesine çeker. Orijinal ifadelerinden takip edelim:
“Tarikat ve hakikat vesîlelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı; sünnet-i seniyyeye ittibâı resmî hükmünde kalır kalb öteki tarafa müteveccih olur.”2 Bu cümleden olarak, tarikat ehlinin düşme ihtimâli olan bir vartaya, tehlikeye dikkat çeker:
“İfrat ile tarikat taassubu taşıyanların bir kısmı adab ve evrâd-ı tarikatı sünnet-i seniyyeye tercih etmekle, sünnete muhalefet edip, sünneti terk eder, fakat virdini bırakmaz. O sûretle adab-ı şeriyeye bir lâkaydlık gelir, vartaya düşer.”3
Diğer taraftan tarikat metodunu Sünnet-i Seniyye dairesine çeker: “Velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini Sünnet-i Seniyyeye ittibadır. Yâni, a’mâl ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ve ona tâbi olmak ve taklit etmek ve muâmelât ve ef’âlinde ahkâm-ı şer’iyyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.”4
Evet, Risâle-i Nur’la, geliştirdiği çağdaş metotla Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ eder ve bu zamanda Sünnet-i Seniyye dairesinde kemâl-i imanı kazanmanın yollarını gösterir.5
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 264.
2- Mektubat, s. 495.
3- A.g.e,. s. 501.
4- Mektubat, s. 443.
5- Mektubat, s. 317.
22.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kardavi’ye niçin saldırıyorlar? |
|
Cumartesi akşamı (2O Ramazan 1429) Darus’s Selam Vakfı’na dâvetliydim ve iftarımızı orada açtık. Bizim masamızda Mısır ve Tunus gibi muhtelif ülkelerden simalar vardı. Dinleme faslındaydım. Konu ise hayli güncel ve aktüeldi. Yusuf Kardavi ile İran arasındaki polemik masaya damgasını vurdu. Tek konu buydu. Tunuslu olan arkadaş bu hususta ilginç anekdotlar anlattı. Teshiri’nin de bizzat Kardavi’ye doğruladığı gibi 1979 yılından beri Kahire’den Tahran’a taşınan Takrib kurumu bir zamanlar Hartum’a bir büro veya şube açmış. Lâkin bilâhare Sudan yönetimi büro vasıtasıyla Muhammed Ticani es Semavi et Tunusi’nin bir zamanlar İran’daki İrşad Bakanlığı Yayınları arasında yayınlanan ve ardından adem-i merkezi bir yapıda anonim olarak birçok yerde basılan Sümmehtedeytü/Ve (Şiileşerek) Hidayete erdim kitabını dağıttıklarını fark etmiş ve büroyu kapatmış. Burada takrip teşeyyüe alet edilmiş ve iyi niyet suistimal edilmiştir. Zaten Sünnilerin temel endişesi takiyye üzerinden bunun icra edilmesidir. Sudan İslâmî İşler Bakanı İsam Beşir de çeşitli vesilelerle Sudan ve bölgede teşeyyü faaliyetlerine temas etmiş ve doğrulamıştır. Ticani’nin bu kitabı bilâhare Can Yayınları arasında Türkçe’ye de çevrilmiştir. İngilizce çevrisi de yapılmıştır. Kimi zaman para ile kimi zaman da meccanen dağıtılmaktadır. İşin ilginç yanı Ticani’nin Tunus’da faaliyet gösteren Cemiyetü Ehli’l Beyt’in başına getirilmesi ve kitabında yazdıklarını İran’ın destek ve katkısıyla burada hayata geçirmeye ve tatbik etmeye çalışmasıdır. Buna mukabil, 1987 yılına İran’la irtibatlı olmak ve devrimi desteklemek isnadlarından yargılanan Raşid Gannuşi’ye, İttihad-ı Ulema-i Müslimin’in heyetinde yer aldığı halde Tunus rejiminin baskıları üzerine İran’a vize verilmemiştir. Ahmet Taner Kışlalı’nın deyimiye Kemalizmin en iyi yaşandığı ülke ve en laik ülke olan Tunus ile İran rejimi asında her alanda genişleyen adeta balayı suretini kazanan dostluk ve işbirliği ortamı herkesi şaşırtmaktadır. Acaba bunun zeminini ne teşkil ediyor? Tunus Arap dünyasında Hıristiyan misyonerliğin ve Şiî dailiğinin resmi olarak müsaade edildiği tek ülkedir. Bu çoğunluğa karşı rejimin dini haritayı çeşitlendirerek kendini güçlendirme ve garantiye alma gayretidir.
***
Tunus başörtüsü yasağının en katı olarak yaşandığı bir ülkedir. Bunu neden yapmaktadır? Tunus rejiminin bu planı bana bir zamanlar Butto döneminde Pakistan’dan İsveç’e giden Pakistanlı göçmenleri hatırlattı. Göçmenler arı gibi dinlerini öğrenmeye ve mihmandar ülke ahalisine öğretmeye çalışmakta ve çalışmalarıyla göz doldurmaktadır. İsveç yönetimi dinleri konusunda bu gayretli insanları nasıl engelleyeceğini ve enerjilerini nasıl boşa çıkaracağının hesaplarını yapar. Bulduğu çare Bin Ali’nin bulduğu çare gibidir. Pakistanlı Sünnilerin arı gibi faaliyet içinde olan camilerinin ve İslâm merkezlerinin karşısına Kadiyanilerin veya Ahmedilerin bir mabed kurmalarına önayak olur. Bunun sonucunda artık Pakistanlıların enerjileri heder olmakta ve dışarıya değil içeriye boşaltılmaktadır. Tunus rejiminin maksadının da bu olduğu şüphe edilemez. İşte bu veya benzeri gelişmeleri nazarı dikkate alan Yusuf Kardavi, El Mısrı el Yevm gazetesine bir açıklama yapar. Açıklama Sünnî dünyadaki teşeyyü faaliyetleriyle alâkalıdır. İki taraf içinde kardaşane bir açıklama yapar. 10 yıl önce İran’a giderken ve Hamaney’le görüşürken de Kardavi onlara aşılmaması gereken iki kırmızı çizgiden bahseder. Bunlardan birisi sahabilere sebbetmekten, sövmekten kaçınmak ve imtinadır. İkincisi de, Sünnî dünyada Şiilik faaliyetlerine girişmemektir. Lâkin Kardavi her iki hususta a çizgilerin aşıldığını fark etmektedir. Sadece o değil dai’l İslam Şehhal gibileri de Cezire’ye yaptıkları konuşmada aynı şeyleri ifade ederler. Elbette Sünnilikle Şiilik arasında ihtilâf bu iki alanla sınırlı değil. Ama ona göre bunlar asgari uyum ve birlikte olmanın fezasını ve sınırlarını ve şartlarını çizmektedir. Yoksa imamların ismeti, beda vesaire gibi birçok ihtilâflı noktası daha vardır ki onlar konu edilmemektedir. Kardavi sözkonusu konuşmasını uyarı mahiyetinde yapmıştır. Daha sonra Hasanzade, Fadlallah ve Teshiri’nin koro haline saldırmaları karşısında ‘Şiilik sünnilere göre ehl-i bidat bir fırkadır’ ifadesini açmış ve bu hususta Sünniler arasında icma olduğunu nakletmiş ve Şiilik açısından bunun asgarî tanım olduğunu ve tebdi (bidat maletme) dışında Şia’yı tekfir edenlerin de oluğuna dikkat çekmiş ama kendisinin buna katılmadığını söylemiştir. El Cezire’deki bir yazıyla Gannuşi de bu görüşleri teyid etmiş ve Kardavi’ye destek vermiştir.
***
Bunun üzerine İran ve bazı Şiî âlimleri saldırıya geçmiş ve Teshiri, Sünnî dünyada teşeyyü faaliyetlerinde bulunmadıklarını söylerken Mehr Ajansı’ndan Hasanzade Sünni kitleler arasında Şiiliğin yayılmasını Ehl-i Beyt’in mucizesine bağlamıştır. Bunun üzerine Kardavi Hasanzade’nin sözleriyle Müslüman Âlimler Birliği’nde yardımcılarından olan Ayetullah Teshiri’nin bu iddialarını çürütmüştür. Şiilerle her gün bir arada olan ve en yüksek mercileriyle temas eden Kardavi gibi bir zatın uyarısının mutlaka haklı nedenleri olmalı ve İslâm dünyası tarafından dikkate alınmalıdır. Kardavi son açıklamasında İran’ın birçok Sünnî âlimle birlikte kendisine ödül vermek istediklerini ama kendisinin bunu kabul etmediğini söylemiştir. Bunların adetlerindendir çeşitli yollarla tavlayamayınca iftiraya başvururlar. Nitekim, Kardavi meselesinde de böyle olmuş ve Hasanzade, Kardavi’nin Siyonistlerin ağzıyla ve diliyle konuştuğunu ve beynelmilel Masonluğun hizmetinde olduğunu ileri sürmüştür. Fadlallah da laiklere ve misyonerlere karşı Kardavi’nin bu kadar celalli olmadığını söylemiştir. Kardavi bunu da Fuad Zekeriya gibilerine karşı yazdığı cevap ve reddiyelerle çürütmüştür. Asıl bu hususta hesap vermesi gereken merci İran’dır ve Tunus’la ilişkileri izaha muhtaçdır. Nejad’ın yardımcısı ve dünürü Meşai’nin ‘İsrail halkı dost bir halktır’ sözlerinin tavzihe ihtiyaç duyduğu gibi. Teşeyyü dalgaları karşısında elini kolu bağlı durmayı yapıcı bir hareket gören Teshiri buna muhalefet ettiği için Kardavi’yi fitne uyandırmakla ve mezhepçilik yapmakla suçlamıştır. Ortada bir fitne olduğu doğrudur ama bu fitneyi kimin başlattığı ve yürüttüğü tartışmalıdır. Bu hususta tarihi bir yolculuk yapacak olursak; Sufi Beyazıt’ın yaptığı gibi kararsız davranmak pekâla fitnenin büyümesine hizmet etmiştir. Şayet Sufi Beyazıt oğlu Yavuz gibi biraz kararlı davranabilmiş olsaydı belki de Çaldıran’lar hiç yaşanmayacaktı. Kırmızı çizgilerin aşılmaması ve dikkatli olmak her iki tarafın da azamî yararınadır.
Daha önce Muhibbiddin Hatip ve Said Havva’nın uyarıları havaya gitmiştir ve bu defa Kardavi’nin uyarıları aynı şekilde heder olması bir kayıp olacaktır. Tehlikeyi hafifletmek ve fitneyi önlemek herkesin uyanıklığıyla mümkündür. Aksi taktirde, fitne suçlamasını yapanlar fitneyi ekenler ve büyütenler olacaktır. Kardavi en sorumlu mevkiden uyarısını yapmış ve üzerinden sorumluluğu atmıştır.
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ders kitaplarındaki telkinler |
|
Türkiye’nin ayıbı, yalnız ders kitaplarında darbelerin övülmesi ve demokrasinin katledilmesinin “haklı” ve “meşru” gösterilmesi skandalı değil. Ders kitaplarındaki “laiklik” ve “irtica” konuları da, “darbecilik” mantığıyla yazılmış.
“İrticaî unsurların din perdesi altında her alanda Atatürk’e ve onun inkılâplarına saldırısı devam ettiği”nden başlanarak, “Atatürk ilkelerine sımsıkı bağlanarak, laikliği her türlü tehdide karşı koruma görevi”yle devam eden metinler, tam bir 28 Şubat “postmodern darbe” dönemi “irtica raporları”na benziyor.
“Millî Güvenlik Bilgisi”ndeki “Atatürkçülük”, “laiklik” ve “irtica” bahisleri, körpe zihinlere tepeden dayatmacı bir darbeci zihniyetle telkin ediliyor. Ne var ki saptırmalar bunlarla kalmıyor. “Türkçe”den “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” kitabına kadar birçok ders kitabında “Atatürk’ün görüşleri”ne atıfta bulunularak ve hatta esas alınarak inanç ve din “Kemalizm”le tanımlanıyor.
Resmî ideoloji haline getirilen “Atatürkçülüğün” ve “inkılâp kanunları”nın 12 Eylül Anayasasının dibâcesinden sonuna kadar sokuşturularak “korunması ve kollanması” gibi, ders kitaplarına sokulmuş; “yaş yasağı”yla dinlerinin temel kitabı Kur’ân-ı Kerimi öğrenmekten mahrum bırakılan öğrencilere okutuluyor…
OKUL KİTAPLARINDA İDEOLOJİ OLMAZ…
Ve buna bağlı olarak 28 Şubat sürecindeki “irtica ile mücadele” brifinglerindeki gibi demokratik sistemi tahrip eden darbelerin kaçınılmazlığıyla kalınmıyor; “irtica tehdidi” uydurmasıyla dindarlık “tehlike” ve “tehdit” olarak yaftalanıyor.
Kısacası, bölücü terörün hergün can aldığı; gün aşırı şehid haberlerinin Anadolu’nun bağrını yaktığı bir sırada hâlâ ara rejim dönemlerinde yapılan yakıştırmalarla “irtica” bahanesiyle, “laikliği koruma” perdesi altında demokrasinin tezyifi usturuplu bir biçimde ders kitaplarına konulmuş; bu ülkenin çocuklarına dikte ettiriliyor.
Gençliğin ahlâkî çöküntüsünün “imdat!” işâretleri verdiği bir vetirede, hâlâ “irtica tehdidi”den dem vurulması, doğrusu insana “pes artık!” dedirtiyor.
Gerçek şu ki Türkiye’nin temel sorunlarından biri, insan haklarının başında gelen ve demokratik bir anayasal hak olarak devletin yerine getirmesi gereken, temel eğitim hakkı çerçevesindeki din eğitimi ve öğretimi hakkıdır. Zira Anayasanın 24. maddesi, din eğitimi ve öğretimi görevini devlete yükler.
Ne var ki devletin “denetimi ve gözetimi”ne aldığı ve vatandaşlara bırakmadığı Anayasada öngörülen “din ve ahlâk eğitim ve öğretimi”ni “kişilerin kendi isteği ve küçüklerin kanunî temsilcileri”nin talebine bağlı olarak yerine getirme” yükümlülüğünü hakkıyla yerine getirmemekte, yarım yamalak bırakmakta…
Dahası, “din dersleri” kitaplarına dercedilen “Atatürk ve Din” yazılarında “dinin çağa ters düşen yorumlar ve din dışı eklemelerden kurtarılması”na girişilmekte. “Atatürkçülük öğretisi” adı altında dinle alâkası olmayan teorilerle dinî meseleler yorumlanmakta, sözde “dinin düzeltmesi”ne kalkışılmakta.
“Batılı Gözüyle Kemalizm”i tahlil eden Dr. Theo Sommer’in tesbitiyle, “devlet kurucusunun ibadet şeklinde sunulan özdeyişleri, okul kitaplarında yer alan ruhu öldüren ideoloji” enjekte edilmekte…
DİN EĞİTİMİ VE ÖĞRETİMİNİN
DOĞRU VERİLMESİ
Diğer yandan okullardaki “din dersleri”nin haftalık ders sayısı ve müfredatının yetersizliği yetmiyormuşçasına, bu sınırlı derslerde İslâmiyet dışındaki bir dizi batıl inanışın “din” diye öğretilmesi, kısıtlı “din dersleri”nin lüzumsuz malayâniyatla doldurulması, sıkıntının bir diğer yönünü teşkil ediyor.
Oysa Türkiye’nin AB demokratik kriterleri arasında taahhüd ettiği, Anayasanın 90. maddesiyle de kanun hükmündeki anayasa ve yasaların üstünde tutulan ve uyma mecburiyeti getirilen “milletler arası andlaşmalar” da da, vatandaşların dinlerini genel eğitim içinde öğrenmelerinin temel hak ve hürriyetler kapsamında bir insan hakkı olduğu açıkça belirtilir. Vatandaşların düşünce, vicdan, din, inanç ve ibadet özgürlüklerinin, dinini öğrenme ve yaşama hakkının kolaylaştırılmasını teminat altına alınır.
Buna göre devlet, Türkiye’nin AB Ulusal Programında söz verilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) Ek 1. Protokolü 2. maddesindeki, “hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” esasını yerine getirmekle mükelleftir.
Keza AİHS’nin 17. maddesi, hiçbir surette devlete, topluluğa veya kişiye sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesine veya geniş ölçüde sınırlandırmasına yönelik hakkını vermeyeceğini hükme bağlar.
Öğrenciler, elbette bu ülkede ve hatta dünyada yaşayan dinleri, inanışları tanıyacak; genel anlamda kültür olarak öğrenecek. Elbette kısa da olsa dinler tarihi hakkında bilgi sahibi olacaklar. Lâkin yüzde doksan dokuzu Müslüman olan milletin çocuklarının, öncelikle dinlerini dinî kaynaklardan doğru ders almaları; inanç esaslarını, dinî kültürünü, tarihini öğrenmeleri ve eğitimini almaları gerekmez mi? Siyasî iktidar, bu gereklilikten kaçınıyor. Problem burada…
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Neyin sonu, neyin başlangıcı? |
|
Dünya ekonomisi, belki de hiç olmadığı kadar sarsıcı bir krizle karşı karşıya. Amerika’nın finans devi Lehman Brothers’in iflâsını duyurması başta ekonomi çevreleri olmak üzere herkesi şaşırttı. Acaba, sahip olduğu ekonomik güç ile, dünyanın jandarmalığına soyunan Amerika’yı mazlûmun ahı mı tuttu?
Yaşanan hadiseler, “Kapitalizmin sonu mu geldi?” sorusunun sorulmasına da sebep oldu. Umalım ki ‘insafsızlığın’ sonu gelmiş olsun...
İflâs eden ya da el değiştiren kurumların ‘çok büyük’ olması ve aynı zamanda da Amerika’da olması her hâlde tesadüf değildir. Maddeye, paraya gereğinden fazla kıymet veren sistem bir defa daha tepetaklak olmuş oldu. Dikkat edilirse iflâs eden ‘dev’ doğrudan üretim yapan bir sanayi şirketi değil. “Paradan para kazanan” bir şirket. Belki de bunca yıl yaptığı yanlışların, yıktığı ocakların, batırdığı ‘küçük firmalar’ın ahı tuttu!
Hadiseye daha genel bir çerçeveden bakarsak, Amerika’nın yaptığı kanunsuzluğun faturasını ödemeye başladığını da ifade edebiliriz. Irak, Afganistan ve benzer yerlerde keyfi işler yapan; binlerce insanın ölmesine sebep olan yöneticiler bu şekilde Amerika’yı felâkete sürüklemiş oldu.
Müzisyen Jarvis Cocker, ‘iflâs’ı değerlendirken şöyle demiş: “Kapitalizmin cezasını çektiğini görmek çok keyifli. Bence insanların çoğu şirketlerin gerçek ürünler üretmesini anlayabilir, ancak insanlar sadece paradan para kazanmak için kurulan kurumları anlamakta güçlük çekiyorlar.” (Sabah, 18 Eylül 2008)
“Paradan para kazandırmak” Türkiye’nin de dertlerinden biri. Son yıllarda yatırım ve üretim yapanlar değil, ‘faiz ve rant’tan para kazanılır hale geldi. Amerika’da patlak veren kriz, bu yönüyle Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Bazı yöneticiler “biz sağlam duruyoruz, fazla etkilenmeyiz” derken, bazıları da krizin dalga dalga geleceğini ifade ediyor. Doğru tesbit, Türkiye’nin de bu krizden etkileneceğidir. “Bize bir şey olmaz” demek, sadece krizin büyümesine sebep olabilir.
Felâketin büyüklüğü karşısında ‘son söz’lerini söyleyenler de var. Eski borsacı Max Keiser, “Bu ufak bir sinyal değil, çok manidar. Yeni bir dünya düzeniyle karşı karşıyayız. Amerika’nın sürücüsü olduğu küresel ekonomininsonu geldi” demiş. (agg.)
Önemli bir nokta da, batan ya da el değiştiren ‘dev’ şirketlerin; petrol fiyatlarını arttırmak için piyasalarla oynadıklarının ortaya çıkması. Lehman Brothers ve Merrill Lynch’in işbirliği yaparak dünya petrol piyasasını sarstıkları, fiyatları sun’î olarak yükselttikleri anlaşılmış. (Zaman, 19 Eylül 2008)
Petrol fiyatlarındaki artışın ‘normal’ olmadığı zaten belliydi, ama ‘suç’lular tesbit edilmemişti. Hatırlamak lâzım; Merrill Lynch, yaptığı her açıklama ile petrol fiyatlarının artacağını, hatta 200 dolara çıkabileceğini söyleyip duruyordu. Haksız kazanç, kazananlara yar olmamış oldu.
Amerikan ekonomisinin çökmesi hakkında her şey söylenebilir, ama işin özünde ‘mazlûm milletlerin ahı’ olsa gerek...
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Ses getiren manşetler |
|
Geçtiğimiz 21 Şubat’ta, 39. hizmet yılımıza girerken gazeteyle birlikte hediye olarak okuyucularımıza verdiğimiz bir ilâvemiz vardı: Ses getiren manşetler.
Bu ilâvede, 1990’ların ilk yarısından itibaren farklı tarihlerde attığımız, hedefi 12’den vuran ve ses getiren bazı manşetlerimiz, kupürleri ve kısa açıklamalarıyla birlikte verilmişti.
Dar ve sınırlı imkânlarla hizmetini sürdürmeye çalışan ve mütevazi tirajından dolayı kimilerince küçümsenmeye kalkışılan Yeni Asya’nın böyle ses getiren manşetlere imza atmış olması, güç ve etkinliğin sayı ve tirajla ölçülemeyeceği, önemli olanın güçlü fikirlere sahip olup onları en uygun üslûplarla dile getirmek olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Ses getiren manşetlerimizin son örneklerini, iki haftadır gazetemizden takip ediyorsunuz.
İlkokul 8. sınıflarda okutulan İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük ders kitabındaki darbe övgüleriyle ilgili yayınlarımızdan bahsediyoruz.
Bu konudaki ilk manşetimiz 8 Eylül’de çıktı:
“Ders kitabında darbe skandalı.”
11 Eylül’de, Millî Eğitim eski Bakanlarından Nahit Menteşe’nin çağrısıyla konunun üzerine gitmeye devam ettik:
“Darbe övgüsünü kitaptan çıkarın.”
Aradan birkaç gün geçti. 16 Eylül tarihli Vakit ve Zaman gazetelerinde Bakanın skandala el koyduğu, gerekli kanunî işlemleri başlattığı ve kitaptaki yanlışın bir dahaki sezon düzeltileceği sözü verdiğine; Talim Terbiye Kurulu Başkanının da aynı yönde açıklamalar yaptığına ilişkin haberler çıktı.
Bunun üzerine 17 Eylül tarihli Yeni Asya’nın manşeti, konuya örnek bir duyarlılıkla eğilen yegâne sivil toplum örgütü olarak dikkat çeken Öğretmen/Sen’in Genel Başkanı Yusuf Tanrıverdi’nin mesaj ve çağrısını yansıtıyordu:
“Bir yıl beklemeyin, derhal düzeltin.”
(Aynı gün Sabah gazetesinde de konuyla ilgili olarak “Bakandan darbe övgüsüne veto” başlıklı bir haber çıktı ve haberde, ders kitabını hazırlayan komisyonun başkanının kitaptaki darbe övgüleri için şaşkınlık izhar eden şaşırtıcı beyanları yer aldı.)
Sonraki iki gün de Yeni Asya konuyu manşetten takibe devam etti.
18 Eylül manşeti, Prof. Dr. Mehmet Altan’ın ders kitabındaki darbe övgüsü için kullandığı “Dehşet verici” nitelemesini nazara verirken, bu manşetin altında yine Altan’ın, “Kitaptaki yanlış fark edilir edilmez düzeltilmeliydi” ve DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun “O kitapların imhası gerekir” açıklamaları duyuruldu.
19 Eylül’de ise DP Genel Başkan Yardımcısı Sabri Erdil’in aa çıkışlı “O kitap toplatılsın” çağrısına yer verdi Yeni Asya.
Çoğu Cemil Yüzer imzalı manşetlerin yanı sıra, konu Kâzım Güleçyüz, Faruk Çakır ve Cevher İlhan’ın yazılarında da geniş şekilde işlendi.
Bütün bu çabaların neticesi ise, dünkü (21 Eylül tarihli) manşetimize şöyle yansıdı:
“...Ve hatadan dönüldü.”
Bu manşet, kitabın darbelerle ilgili bölümünün uygulamadan kaldırıldığını ve demokrasinin gereklerine uygun olarak hazırlanan yeni metinlerin bu öğretim yılında okutulmak üzere okullara ulaştırılacağını bildiren Talim Terbiye Kurulu açıklamasını duyuruyordu.
Hatadan dönme faziletini gösteren Bakanlığı kutluyor, hazırlanacağı belirtilen yeni metinlerin de son tartışmalar dikkate alınarak gereken duyarlılıkla kaleme alınmasını bekliyoruz.
Ve “Darısı, 28 Şubat ürünü baskı ve dayatmalar başta olmak üzere, hâlâ devam etmekte olan diğer yanlışlara...” diyoruz.
***
Bugünden itibaren künyemizde, Basın İlân Kurumundan kaynaklanan bir zorunlulukla değişiklik yapılarak, bazı isimler çıkarıldı. Ancak yeni künyede yer almayan arkadaşlarımızın tamamı, eski künyede belirtilen görevlerine devam ediyorlar. Bir yanlış anlamaya meydan verilmemesi açısından duyuruyoruz.
22.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|