|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Ağlar Karacaahmet |
|
En son ne zaman bir mezarlıktan geçti yolunuz ya da en son ne zaman bir mevtânın gömülmesine şahit oldunuz? Çoğu insan korkar mezarlıklardan. Oysa mezarlıklar, gören insanlar için ibretlerle doludur. Onlar insana zarar vermezler, yalan söylemezler, iftira atmazlar. Okunmayı bekleyen sessiz bir kitap gibi, görebilen insanlara yüzyıllardır ibret dolu derslerini anlatırlar.
Karacaahmet mezarlığını duymuşsunuzdur sanırım. İstanbul’un ve hatta Türkiye’nin en büyük mezarlığı yani. Kimbilir kaç İstanbul yatıyor Karacahmet’te… İstanbul’un bazı semtleri belli özellikleriyle ön plana çıkmıştır. Meselâ Beyoğlu dünyevî bir hayatı çağrıştırırken, Üsküdar daha çok uhrevî bir mânâyla gelir aklımıza. Bu mânâyı oluşturmada Karacaahmet mezarlığının önemli bir payı vardır sanırım. Zira orada farklı bir hissiyâta bürünür insan. Her mezarlık muhakkak düşündürür insanı ama Karacaahmet daha bir başkadır. Oradaki servi ağaçları, ölüme karşı farklı bir huzur verir insana... Dışarıdaki koşuşturmaya nazaran sükûnet ve huzur havasını hissedersiniz Karacaahmet’te. Nitekim Fransız şair Theophlle Gautler 1852 yılında Karacaahmet mezarlığına yaptığı ziyaretindeki hissiyâtını şöyle anlatır: “Müslüman mezarları; gerek taşları, gerekse altın renkleriyle yattığı servi ağaçlarının gölgesinde, bir ölü mekânından çok, âdeta ebedî istirahatın birer köşkü gibidir. Orada geçirdiğim saatler esnasında, içimde tatlı bir hayâle dalmaktan başka hisler uyanmadı. Karacaahmet’te ölüm korkusunu unuttum.”
Eski Mısır’da firavunlar eşyalarıyla gömülürmüş. Günümüz insanıysa yaşarken eşyalara gömülüyor. Fani bir hayatta ebedî yaşayacakmış gibi davranan insan için ölüm o kadar da sevimli birşey olmuyor. Oysa Karacaahmet’te ölümle hayatın çok yakın komşu olduğu hatıra geliyor. Özellikle mezarlığın doğum hastanesiyle karşılıklı olması bu mânâyı tamamlayan bir manzara oluşturuyor. Zira yolun bir tarafında Zeynep Kâmil Doğum Hastanesinde yeni hayatlar dünyaya gelirken, yolun diğer tarafında Karacahmet’te, biten hayatlar toprağa veriliyor. Aradan geçen yol da doğumla ölüm arasındaki kısacık hayatımızı temsil ediyor sanki. Bir anlamda Peygamber Efendimiz’in (asm) “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yaparsınız” hadisini tasdik edercesine, her yeni doğan bebeğe ölümlü olduğunu ihtar ediyor Karacaahmet.
Büyük zâtlardan Cüneyd-i Bağdâdî’nin ölmeden önceki son sözü ‘Bismillah’ olmuş. Ne kadar güzel bir baslangıç. Bismillah her hayrın başı olduğuna göre, ebedî hayatın başlangıcı da Bismillah ile olmalıdır değil mi? Yine Mevlânâ’nın ölüm gününü düğün günü olarak tanımlaması dikkate değerdir. Ölümü bir son değil de, ebedî hayatın başlangıcı olarak görebilenler, ölüme korkmadan bakabilenler onu Bismillah ile karşılayıp düğün günü ilân edebilmişlerdir.
Merhum Necip Fazıl, İstanbul şiirinde şöyle der:
“Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...”
Mezarlıklar da bizler gibi ağlar mı acaba? Meselâ bir bebeğin ölümüne ağlar mı mezarlıklar? Münker Nekir’in suâllerini cevaplayamayanların haline ağlar mı? Ya da bir ehl-i imanı kucakladığında sevinir mi? Bediüzzaman, fedakâr talebesi Hafız Ali’nin vefatının ardından şöyle demişti: “Ben hem kendimi, hem sizi, Risâle-i Nur’u tâziye ve merhum Hâfız Ali’yi ve Denizli Mezaristanını tebrik ediyorum. Meyve Risâlesinin hakikatini ilmelyakîn ile bilen bu kahraman kardeşimiz, aynelyakîn ve hakkalyakîn makamına çıkmak için, kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda âlem-i ervahta seyahate gitti ve tam vazifesini yapıp terhisle istirahate çekildi.” Hafız Ali’yi misafir ettiği için Denizli Mezaristanı’nın tebrik edilmesi çok manidardır.
Ölümü Bismillah ile karşılayabilmek için, hayatımızda Bismillahı yaşamamız gerekiyor sanırım.
Fani dünyanın kasvetli havasından kurtulmak için huzur ve sükûn mekânı mezarlıkları ziyaret etmemiz gerektiği gibi... Ne mutlu ölümün hakikatını anlayabilenlere... Selâm olsun, öldüğünde, ardındakiler ağlarken, mezarlığını güldürebilenlere...
23.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Rahmânî mâide |
|
Nimetlerin en belirgin hissedildiği iftar sular, suyun derya gibi görüldüğü, bir elmada bin elma iltifatı fark edildiği derin demler… Rahman’ın Rezzak mahsulü pidede, hamdle dönen kâinat çarklarının ubudiyet kulaklarıyla duyulduğu doyumsuz şükür saatleri iftar vakitleri…
Tefekkür ve tezekkürün zirve meclisi; kalpten dudaklara akan duâlar, akıldan dökülen hikmet ışıklar, ruhta yanan kandiller…
“İnsanın nefsi, Rahmâniyetin cilveleriyle, kalbi de Rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi, insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder”in (Şuâlar) belirgin hissedildiği hamd saatler, iftar sofraları…
Rahmaniyetin cilveleri adedince, Rahimiyetin tecelliyâtı adedince, Hakîmiyetin letâifi adedince, nefesler sayısınca ağız dolusu “Elhamdülillahlar” dolar sofralara…
Maddî sofra ile mânevî sofra aynı anda kurulur cilve ve tecelliyâtın buluştuğu iftar bekleyişlerde… Daha önceleri görülmeden ve düşünülmeden yenen nimetler derin bir saygı ile seyredilir sükûnun en canlı hikmet bakışlarında…
Göz gönülle bakar, dil duâ diye konuşur, ruh huzur solur melekleşme meclisinde… Kâinatın kuruluşundan ahiretin ötelerine gidip gelinir o uzun, o kısa saniyelerde… Nimet sofrası o kadar genişler ki Cenneti bile içine alır, bekayı bile dâhil eder…
Her şeyde o görülür… Zerrelerin muhabbetle raksı, kürelerin cezbe ile dönüşü, kalbi ubudiyetle doldurur, aklı hikmetle… Meleklerin dostluğu, ruhanilerin arkadaşlığı hissedilir, mü’min kardeşlerin birlikte oturduğu irfan meclislerinde… Şükrün iftihar tablosu anında ebediyete yansır, “Elhamdülillah” dedikçe cennet taamları yeşerir…
Asker edasıyla beklenir şükür sularda; her şey emir tahtında Rahman’ın cilvesi, Rahim’in tecelliyâtı olarak cereyan ettiği düşünülür, “Elhamdülillah”a da Elhamdülillah demek gerektiği akledilir, tefekkürün sonsuz ufuklarında…
Kâinatın en muazzam değişimi kıyameti hatırlatan akşam vaktinde hep birlikte Allah’a asker olmak şuuruyla doymak; doyumların en lezizi, taamların en lâtifi…
Her iftar Rahmânî bir mâide, kulun Rabbini bulduğu, kulluk şuuruyla melekleştiği sofra… Sofraların sonlarına yaklaşırken şükür şarkılarla bayrama yaklaşıyoruz, evet, gelen bayram...
Affa, âfiyete ermiş, beden dinleşmiş, ruh rahata ermiş, günahların ağırlıklarından kurtulmuş olarak bayrama kavuşuruz İnşaallah…
Her iftarda ubudiyet derinliğinde doymuş, şükür iştiyakıyla şevklenmiş, irfanla bezenmiş olarak kalkmak duâsı ve de bayramı eriştiren Ramazanlarda yeniden buluşmak umuduyla…
23.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kadir Gecesini araştırmak |
|
Fatih Bey: “Kadir Gecesini aramak hakkında İmam-ı Şârânî Hazretlerinin şöyle bir görüşü var: ‘Ramazan-ı Şerif Pazar günü girerse Kadir Gecesi Ramazan-ı Şerifin 28’ini 29’a bağlayan gecedir. Pazartesi günü girerse Kadir Gecesi Ramazanın 20’sini 21’e bağlayan gecedir. Salı günü girerse Kadir Gecesi Ramazanın 26’sını 27’ye bağlayan gecedir. Çarşamba günü girerse Kadir Gecesi Ramazanın 18’ini 19’a bağlayan gecedir. Perşembe günü girerse Kadir Gecesi Ramazanın 24’ünü 25’ine bağlayan gecedir. Cuma günü girerse Kadir Gecesi Ramazanın 16’sını 17’ye bağlayan gecedir. Cumartesi günü girerse Kadir Gecesi Ramazanın 22’sini 23’e bağlayan gecedir.’ İmam-ı Şârânî Hazretlerinin 30 sene Kadir Gecesiyle bu tarife göre müşerref olduğunu
okudum. Bu bilginin sıhhat derecesi nedir?”
Bu günlerde mübarek gün ve geceler yoğun şekilde bizi feyizlendiriyor. Anlıyoruz ki, Ramazan-ı Şerifin her bir günü diğer bir günü aratmayacak kadar feyizli, her bir gecesi diğer bir geceyi aratmayacak derecede mübarektir. Kadir Gecesi de, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâmın ümmetine verilmiş bir hediye olarak bu ayın içinde gizlenmiştir. Bu gece, önceki ümmetlerin uzun ömürlerine sevapta ve feyizde yetişsinler diye Muhammed (asm) ümmetine hediye olarak verildi1 ve bizzat Cenâb-ı Hak tarafından bin aya eşit kılındı.2
Kadir Gecesinin, Ramazan-ı Şerifin neresinde olduğuna dair Peygamber Efendimizden (asm) gelen haberlere bir göz atalım:
* İbnu Ömer (ra) anlatıyor: “Resûlullah’a (asm) Kadir Gecesi Ramazan’ın neresinde?” diye sorulmuştu. Resûlullah Efendimiz (asm):
“-O, Ramazan’ın tamamında!” buyurdu.”3
* Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) vefat edinceye kadar Ramazan’ın son on gününde itikâfa girer ve derdi ki: “Kadir Gecesini Ramazan’ın son on gününde arayın”. Resûlullah'dan (asm) sonra, zevceleri de itikâfa girdiler.”4
* Ebu Saîd (ra) anlatıyor: “Biz Hz. Peygamber (asm) ile birlikte Ramazan’ın orta on gününde itikâfa girdik, yirminci günün sabahı olunca eşyalarımızı evlerimize taşıdık. Resûlullah (asm) bir hutbe okudu ve sonra şöyle buyurdu:
“İtikâfa girmiş olanlar, itikâf mahallerine dönsünler. Zira bu gece bana Kadir Gecesinin hangi gece olduğu gösterilmişti, sonra unutturuldu. Siz, son onda ve tek gecelerde arayın. Ayrıca bu gece kendimi su ve çamur içinde secde eder gördüm.” Resûlullah (asm) itikâf mahalline dönünce, o günün sonuna doğru hava bozdu. Mescid o sıralarda (üzeri dallarla örtülmüş) çardak şeklindeydi. Hz. Peygamber’in (asm) burnu ve burun yumuşağı üzerinde su ve çamur bulaşığını gördüm. Bu gece 21. gece idi.”5
İbnu Ömer (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber’in (asm) ashabından bazılarına (ra), rüyalarında, Kadir Gecesinin Ramazan’ın son yedisinde olduğu gösterildi. Rüyaları kendisine anlatılınca Efendimiz (asm):
“Görüyorum ki, rüyanız son yediye uygun düşmektedir. Öyleyse, Kadir Gecesini aramak isteyen son yedide arasın” buyurdu.6
* Zirr İbnu Hubeyş anlatıyor: Ubeyd İbnu Ka’b’a (ra) dedim ki, “İbnu Mesud (ra): ‘Bütün sene geceleri kalkan kimse Kadir Gecesine tesadüf edebilir diyormuş (ne dersiniz?).’ Bana şu cevabı verdi: ‘Kendisinden başka ilâh olmayan Zat-ı Zülcelâl’e yemin olsun, Kadir Gecesi Ramazan ayındadır. Ve o gece, Resûlullah’ın (asm) bize kalkmamızı emrettiği gecedir, o da yirmi yedinci gecedir. Bunun emâresi, o gecenin sabahında güneşin beyaz ve ışınsız olarak doğmasıdır.”7
Mü’minler tarafından genellikle benimsenen, Kadir Gecesinin Ramazanın 27’nci gecesi olduğudur. İslâm âlimlerinden bazıları Kadir Sûresinde geçen ve Kadir Gecesine işaret eden “hiye” zamirinin, Kadir Sûresinin 27. kelimesi olmasından da hareketle bu gecenin 27. gece olduğu üzerinde durur. Fakat yukarıdaki rivayetler gösteriyor ki, Kadir Gecesi olarak o geceye çivilenip kalmamalı, her Ramazan gecesini Kadir Gecesi bilmelidir. Nitekim İmam-ı Şârânî’nin ölçüsü yukarıdaki rivayetlerde de görüldüğü gibi, başka gecelerin de Kadir Gecesi olabileceğini bildiriyor. Bedîüzzaman Hazretleri de Kadir Gecesinin bütün Ramazan içinde saklanmış olduğunu bildiriyor ve bunun hikmetinin de, mü’minlerin bütün Ramazan boyunca duâya ve ibâdete devam etmesinin istenmesi olduğunu haber veriyor.8
Kadir Gecesine ulaşmak ve ondan hissemizi almak için şu hadise kulak verelim: “Kim Ramazan ayı çıkıncaya kadar akşam ve yatsı namazlarını cemaat ile kılarsa Kadir Gecesinden hissesini alır.”9
Dipnotlar:
1- Muvatta, İtikaf 15, (1, 321); 2- Kadir Sûresi: 3; 3- Ebu Dâvud, Salât, 324, (1387); 4- Müslim, İtikâf 5, (1172); 5- Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr 2, 3, İtikaf 1, 9, 13; Müslim, Sıyâm 213, (1167); 6- Müslim, Sıyâm 205, (1165); Muvatta, İtikâf 14, (1, 321); 7- Müslim, Misâfirîn 179. (762); 8- Sözler, s. 309; 9- K.Sitte, s. 400
23.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Şerden çıkan hayır |
|
oşunuza gitmese de, size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazan da sevdiğiniz birşey sizin için şer olur. Allah her şeyi bilir, siz bilmezsiniz.”1
Bir âyette böyle buyuruyor Rabbimiz. Karşılaştığımız nice olaylar vardır ki görünüşü çirkin, sevimsiz, tatsızdır. Ama bu istenmeyen durumdan öyle güzel, sevimli ve tatlı sonuçlar çıkar ki biz de şaşırırız. Âyetin baş kısmında cihad örnek olarak verilir buna. “Hoşunuza gitmese de, size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı” buyurulur.
Evet, çoğu insan cihaddan hoşlanmaz. Çünkü cihadda can, mal kaybı ve bir kısım sıkıntılar vardır. Eğer bu zorluklar üstlenilirse çok tatlı neticeler alınır. Her şeyden önce vatan düşman istilâsından kurtulur; din, can, mal, namus güven altına alınır. Cihad üstlenilmezse vatan olduğu gibi din, can, mal, her şey elden kaçar.
Görünüşte hoşlanılmayan nice olay vardır ki örnekte de görüldüğü gibi sonuçları nice hayırları, güzellikleri içinde taşır. Şu hadise de böyle.
Büyük âlim Ebû Nuaym Isfahanî Isfahan’daydı. İlmiyle halka yararlı olmak, sohbetler yapmak arzusundaydı. Ne var ki halk, Isfahan Camiinde ders vermesine, sohhet etmesine engel oldular. Bunu namlı bir âlime, büyük bir Allah dostuna yapıyorlardı.
Peki, Ebû Nuaym ne düşündü? “Bunda da bir hayır vardır” diyordu. “Hak şerleri hayreyler / Zannetme ki gayreyler. / Mevlâ göreylim neyler, / Neylerse güzel eyler” di.
Gerçekten bir süre sonra bu şerden nasıl bir hayır çıktığı görülecekti. Sultan Mahmut Sebüktekin Isfahan’ı işgal etti ve bir vali bırakıp gitti. Halk ise isyan edip valiyi öldürdü. Sultan Mahmud geri dönüp camiye sığınan bütün isyancıları öldürttü. Tabiî ki isyancılar içerisinde Ebû Nuaym Hazretleri yoktu. Bulunmadığı için de ölümden kurtulmuştu. Halk camide ders vermesine engel olmuştu, ama farkında olmadan ona iyilik etmiş, hayatının kurtulmasına sebep olmuşlardı. İnsanlar zulmediyor, fakat kader adalet ediyordu. Allah dostuna düşmanlıklarının cezasını halk çok ağır bir şekilde ödüyordu. Kimbilir daha nice suçları vardı ki Kader bir zalim eliyle onları cezalandırmış, camide ders vermesini engellemeleri belki de bardağı taşıran son damla olmuştu.
İşte şerden çıkan hayır!
Dipnotlar:
Karşılaştığımız nice olaylar vardır ki görünüşü çirkindir. Ama bu istenmeyen durumdan öyle 1- güzel sonuçlar çıkar ki biz de şaşırırız.
Bakara Sûresi: 216.
23.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Çetele(r) |
|
Cumhuriyet savcılığı tarafından, aylardır Türkiye'nin gündemini işgal eden bir şebeke hakkında "Ergenekon terör örgütü" tâbiri kullanıldı. Ayrıca, bu örgütün mensubu olduğu tesbit edilen birçok şahıs tutuklandı, hapse konuldu.
Hakkındaki iddianâmenin binlerce sayfayı bulduğu bu örgüt hakkındaki dâvâ süreci devam ediyor. Zanlılardan kimi ne tür bir ceza ile karşılaşacağı henüz bilinmiyor. Ancak, bilinen bazı acı (ama çok acı) gerçekler var ki, o acıları bu millete yaşatanlar, ancak ve ancak Ergenekon tipi bir örgütün mensupları olabilir.
Genel kanaat bu yönde olduğu gibi, çeşitli medya kanallarıyla gayet açık bir lisanla konuşan konu uzmanları da, yine aynı noktanın üzerine basa basa düşünce ve kanaat beyanında bulunuyor.
Meselâ, eski RTÜK başkanı Fatih Karaca'nın yönettiği Kanaltürk'teki "Gündem Siyaset" programına konuşan istihbarat uzmanı Bülent Orakoğlu ile Susurluk dâvâsıyla yakından ilgilenen yılların siyasetçisi Fikri Sağlar'ın bu konuda söyledikleri ve birbirini teyid eden açıklamaları, hakikaten insanı dehşete düşürüyor.
Onların (ve daha birçok uzmanın) ifadesine göre, bu örgütün sabıka dosyası öylesine kabarıktır ki, ülkeye ve millete zararı dokunan hangi hadisenin mahiyetine bakarsanız, içinde Ergenekon terör örgütünün parmağını görürsünüz.
Yapılan açıklamalara göre, bu çetenin çetelesi çok, ama çok uzundur. Kısaca, yakın zamanda işlenmiş "faili mâlum" ile "fâili meçhûl cinayetler"den tutun, katliâma dönüşen bombalamalara, oradan Danıştay saldırısına, Kırıkkale'deki silâh fabrikasının infilâk edilmesine, 28 Şubat'a, Susurluk'a, 12 Eylül'e ve hatta 27 Mayıs darbesine kadar uzayıp gider bu örgütün çetelesi...
28 Şubat sürecinde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı yapan Bülent Orakoğlu'nun ortaya atmış olduğu çarpıcı bir iddia daha var. O da, terör örgütü olduğu kesinlik kazanan Dev–Sol, Hizbullah, Hizbuttahrir ve hatta PKK'nın da, derin Ergenekon şebekesinin ürünü olduğudur.
Orakoğlu, açık açık "PKK, Ergenekon'un naylon bir örgütüdür ve Öcalan da Ergenekon'un bir üyesidir" diyor.
Silsile nereye kadar gidiyor?
PKK'ın devlet içinde yuvalanmış derin ve karanlık odaklar tarafından kurulduğu, kollandığı ve hatta palazlandırıldığı yönündeki düşünce ve kanaati, yıllardır biz de seslendiriyoruz.
Bunda zerrece bir şüphemiz yok. Sadece, bu terör örgütünün zaman içinde ve kısmî olarak kontrol dışına çıktığı ve başkaları tarafından da kullanılır hale geldiği söylenebilir, o kadar...
Ancak, bize göre meselenin asıl can alıcı noktası şu sorunun cevabında gizlidir: PKK, Ergenekon'un naylon bir örgütü ise, acaba Ergenekon kimin ve hangi odağın naylonudur? Bu silsile nereye kadar uzayıp gider? Bu habis ve nâmeşrû işleri asıl çekip çeviren karanlık odak hangisi?
Ortada, "keyfî ve küfrî bir istibdad" hevesinin olduğu açıktır.
Üstad Bediüzaman, Rumûzât–ı Semâniye isimli eserinde, böylesi bir heveskârlıktan iki defa söz ediyor. Biz, burada tam ismini değil de, naziresini zikredelim: İstibdad–ı seyfiye–i keyfiye–i küfriye.
Tarihin yorumu 23 Eylül 1839
Mora İsyanı ve binlerce şehit
Osmanlı Devletini hem içerde, hem dışarda takattan düşürerek çöküşe doğru sürükleyen en dehşetli hadiseler Sultan II. Mahmud'un devr–i iktidarı zamanında (1808–1839) yaşandı.
İşte, o dehşetli hadiselerden biri de, Mora İsyanının bütün şiddetliyle devam ettiği 1821'in Eylül ayı sonlarında meydana geldi. Arkasına İngiltere, Fransa ve Rusya'nın desteğini alan Rumlar'ın, 23 Eylül günü binlerce Osmanlı askerini şehit ettikleri anlaşıldı. Bazı kayıtlarda, toplam şehit sayısının otuz bin kadar olduğu ve Osmanlı donanmasına ait bütün gemilerin de imha edildiği rivâyet ediliyor.
Mora isyanı, yine mezkûr üç Avrupa devletinin yardımıyla Yunanistan'ın bağımsızlığıyla neticelendi.
Bu durum, Osmanlı'da yeni bir dönüm noktasını teşkil etti. Zira, asırlardır Osmanlı idaresinde yaşayan topluluklardan biri ilk defa savaşarak bağımsızlığını ilân ediyordu.
Daha evvel yaşanan Sırp İsyanı, sadece "yarı bağımsız" bir siyasî gelişmeye yol açmıştı. Ne var ki, Yunanistan'ın bağımsızlığı, Balkanlar'daki diğer bütün unsurların aynı yöndeki damarlarını depreştirdi ve onları birer birer Osmanlı'ya karşı isyana tahrik ve teşvik etmiş oldu.
* * *
Balkanlar'daki toplulukların ve de toprakların kaybı, kıyâfet inkılâbıyla Avrupa'ya yaranmaya çalışan Sultan II. Mahmud zamanında vuku bulduğu gibi, Yeniçeri Ocağının söndürülmesi ve Osmanlı ordusunun Mısır vilâyeti ordusuna dahi galebe çalamayacak bir perişaniyetin içine düşürülmesi, yine aynı dönemin bir eseri oldu.
23.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hakikat mesleği nedir? |
|
Tasavvuf, daha ziyade kalp ayağıyla hareket ederek gerçeğe ulaşmaya çalışır. Kelâm ise, ağırlıklı olarak akıl yoluyla hakikati araştırır.
Hakikat mesleği ise; kalp bir kumandan gibi, akıl, his ve sair duygu ve lâtifelerle hareket ederek doğrudan doğruya gerçeklere varır. Buna aklî, mantıki, ilmî inceleme, araştırma ve derin tefekkürle, kesin belge, bulgu ve delillere dayanarak ulaşılır. Zihnin bilgi merhaleleri olan “tahayyül, tasavvur, taakkul, iz’an, tasdik, iltizam”dan geçtikten sonra ulaşılır. Tahkiki imanın mertebeleri ise, “ilmelyakîn (ilim seviyesinde), aynelyakin (gözlem, müşahede seviyesinde), hakkalyakin (tecrübe ve yaşama seviyesinde)” mertebeleri bulunan iman, itikat, inançtır.
Hakikat, “Kesin olarak imân edenler için yeryüzünde nice deliller, belgeler vardır. Kendi nefislerinizde, iç dünyalarınızda da böyle deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz?”1 “Onlara gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi, belgelerimizi göstereceğiz-tâ ki, Kur’ân’ın hak olduğu onlara iyice açıklanmış olsun. Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi?”2 gibi, binlerce âyete dayanır.
Hakikat mesleğinin zarureti; seyr-i süluk-ü kalbî (kalbi seyahat ve gözlem) ile tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında gitmek çok zor olmasından da kaynaklanıyor. Halbuki, dünya hayatının mutluluğu için de olmazsa olmaz şart imandır. İman; iki dünya mutluluğunu kazandırdığı için, bir mü’mine dünya kadar sonsuz bir saltanatı temin eder. Velâyet ise, mü’minin Cennetini genişletir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on adamı vali yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.
Hakikat metodu, aynı zamanda Sahabe mesleğidir. En sağlam, en istikametli, en kısas, en tehlikesiz yoldur. Bunun diğer adı, Sünnet-i Seniyye’dir. Bu manevî eğitim ve terbiye metodunda; kalbin önderliğinde, kaptanlığında akıl, mantık, his ve yüzlerce duygu ile lâtife beraber yola çıkarlar. Kur’ân’dan alınan marifetle, daimî huzuru elde eder. O zaman, her şey marifet (Allah’ın isim ve sıfatlarını bildiren) bir ayna olur.3
İşte Risâle-i Nur; modern fen, sosyal ve manevî ilimleri harmanlayıp iman, İslâm esaslarını ispat edip izah etmiş; çağın şartlarına uygun yeni bir hizmet stratejisi, yeni bir irşad ve tebliğ üslûbu getirmiştir. Ve bütün seküler felsefeleri çürütmüş, ateist filozofları yerden yere vurmuştur. Aynı zamanda Kur’ân ve Sünnete dayalı muhteşem bir ruh/duygu ve nefis terbiyesi metodu geliştirmiştir. Bunun adı: Hakikat mesleğidir.
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Zâriyat, 20, 21; 2- Age, Fussılet, 53.; 3- Mektûbât, s. 54.
23.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Slovenya’ya Ramazan geldi |
|
İzola’ya ilk defa geldiğimde, dar sokaklarında ilerlerken; Balkanlar’da, Osmanlının her taşa sinmiş olan kokusunu içime çekiyordum. Börekçilerin önünden geçerken, “Burası hem Avrupa, hem de Avrupa değil” diyordum kendi kendime. Kahveyi cezvede yapmayı Boşnaklardan, börek yapmayı ve böreğe börek demeyi Arnavutlardan, en güzel dondurmaları da Makedonlardan öğrenmiş olan bu güzel kasabaya bir daha ne zaman geleceğimi düşünüp durmuştum…
Ama öyle oldu ki, kısmet bu ya; o ilk gidişimden sonra, her sene en az bir kere yolum İzola’dan geçti. Her seferinde bu güzel sahil kasabasında insanların birlik içerisinde nasıl yaşadıklarını gördüm. Venedik’ten sadece iki saat uzaklıkta, Slovence ve İtalyancanın resmî dil olduğu bu mekânda, bana sabahları “Selâmünaleyküm” diyen manavlara “Aleykümselâm” dedim. Oraya giden her Türkü evinde hissettiren bütün Sloven halkı ve özellikle Makedon pastaneci ve dondurmacı Cemil ve Celil Ağabeylerle her sene uzun uzun sohbetler ettik Türk gruplarıyla.
Bu yıl İzola’nın tadı daha başkaydı. İzola’ya da Ramazan gelmişti. Slovenya’ya gittiğimiz ilk akşam başşehir Ljubljana’da Ljubljanica nehrinin kıyısında tren saatimizi beklerken, üç kişi yanımıza geldi. Türk olduğumuzu anladıktan sonra memleket ve lisan hasretiyle yanımıza geldiklerini söyleyen bu ağabey ve amcalar, yıllardır Slovenya’da yaşadıklarını belirttiler. Ve bize son yıllarda hemen hemen her Ramazan belli başlı şehirlerde iftar çadırı kurulduğunu ve bizi de beklediklerini söylediler. Maalesef programımız müsaade etmedi, ama bu bizi çok sevindirdi. Nüfusu 2 milyon civarında olan bu küçük Avrupa ülkesinde iftar çadırı kurulacağı insanın aklına hiç gelemezdi.
Katıldığımız program çerçevesinde Balkanlar’daki anlaşmazlık ve karışıklıkların çözümünden, tütün tüketiminin önlenmesi ve azaltılmasına, akran eğitiminden medyaya, geri dönüşüm çalışmalarından dinler arası iletişim ve hoşgörüye kadar çeşitli atölye çalışmaları vardı. Özellikle dinler arası iletişim çalışmasında Avrupa’nın farklı ülkelerinden katılımcılar hem kendi aralarında konuşup tartıştılar, hem gelen konuşmacıları dinleyip yeni bilgiler edindiler, hem de bunların sonunda çevre il ve ilçelerdeki okullara giderek, ders dahilinde konuyla ilgili oturumlar düzenlediler. Özellikle Batı Avrupalı bazı bayan katılımcılar, atölye çalışmasında öğrencilerin İslâmla ilgili farklı düşüncelerini düzeltmek ve çeşitliliğin her kesimde bulunabileceğini göstermek amacıyla, okullardaki oturumlara başörtüsüyle katılma kararı aldıklarını söylediler. Bu çalışmaların sonucunda, ben de Slovenya’da 44 bin Müslümanın yaşadığını öğrendim. Yıllardır cami yapılma taleplerinin sonuç vermemesinin birleştirici, hoşgörü ve misafirperverlik abidesi Slovenya için üzücü ve yıkıcı olduğunu da düşündüm. Fakat farklı dinlere mensup gençlerin başlattığı girişimlerle en kısa zamanda Slovenya’da, en azından başşehire bir cami yapılması için izin çıktığını öğrenince Slovenya’ya ve halkına yakışan bu karardan memnun oldum.
Bu yılki Slovenya günlüğümüz, dağlar arasında saklı kalmış göl kıyısındaki Bled’e olan yolculuğumuzla son buldu. Türkiye’den 1500 km gibi bir uzaklıkta, ülke nüfus ve yüzölçümünün Türkiye’nin kat kat altında olduğu bu ülkenin ufak bir şehri olan Bled’de, günlük yevmiyesini kazanmak için akordeon çalan ihtiyar bir amcayı dinlemeye dalmıştık. İngilizce olarak nereli olduğumuzu sorduğunda bir-iki kere farklı dilde “Türkiye” diye cevap vermemize rağmen tepki vermeyince anlamadığını düşündüm. Ama daha sonra derin bir nefes çekip "Estağfurullah, estağfurullah” diyerek yüzündeki bütün o yaşlılık izlerini, geçmişteki acıları, o anın hüznünü silen koskoca bir gülümsemeyle bize dönerek Türkçe konuştuğunu görünce şaşırdık. Bize Türk olduğunu ve yıllardır ekmek parası uğruna gurbette yaşadığını söyledi. Çaldığı şarkılara bakılacak olursa, yıllardır Türkiye’ye gelmemişti. Zira çaldığı şarkıların çoğunu güçlükle hatırlıyordum. O, adeta Refik Halid Karay’ın Gurbet Hikâyelerindeki eskici, biz de gurbet çocuğu Hasan oluvermiştik. Kendim de bir gurbet çocuğu olarak onun hislerini çok iyi anlıyordum ve kulağımızda akordeonunun sesi yankılandıkça, dünyanın ne kadar küçük olduğuna bir kere daha şaşırıyordum…
23.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Zehir ve panzehir olan zıt portreler |
|
uhanna’nın ağzıyla Hazreti İsa İncil’de şöyle konuşur: ‘I am the way, the truth, and the life. No one comes to the Father except by me. Yol, gerçek ve hayat benim. Kimse bana uğramadan baba’ya ulaşamaz’ “The Guardian yazarlarından Peter Francis (The Guardian, Saturday September 20, 2008) bu ifadelerin günümüzün çeşitlilik arz eden dünyasına hiçbir yarar sağlamayacağını söyler ve bu sözlerin ötesine geçmenin lüzumuna kail olur. Kısaca pratik nedenler ileri sürerek, kurtuluşu ve necatı İseviliğe veya Hıristiyanlığa bağlamanın ve hasretmenin yetmeyeceğini ve doğru olmadığını da ileri sürer. Buna mukabil, bürosunda Amerikan, Alaska ve İsrail bayraklarını dalgalandıran Sarah Palin şunları söylemektedir: “Bizi Irak’a sevk eden Allah’ın iradesidir. Irak’taki askerlerimiz Allah’ı planını uyguluyorlar….” Gerçekten de bu ifadelerde haddi aşmak var. Allah’ın iradesini anlamak veya ona ram olmak değil, onun iradesini keyfine göre yorumlama ve yönlendirme vardır. Kesin olarak Allah’ın iradesini kim bilebilir? Görüldüğü gibi bir düşünce manzumesi içinde ve çevresinde de farklı değerlendirmeler ve zıt portreler olabiliyor.
Değişim Dinamikleri’nin Armada Otel’deki iftarına yetişmek üzere Sultanahmet Camii avlusundaki kitap fuarını hızlı bir biçimde turlamak isterken girişte bir zatın ikazıyla durduruldum. Birlikte biraz hasbihal ettik. Bana Kıbrıs Rum Kesimi üzerinden yayın yapan misyoner kanalı El-Hayat’ı izleyip izlemediğimi sordu. Geçmişte bazen izlediğimi, ama şu sıralarda uydu düzenlemesi nedeniyle izleyemediğimi söyledim. Bana Zekeriya Butros’dan bahsetti. Şahane bir Mısır lehçesiyle konuşan Zekeriya Butros’un gerçekten de çekici bir üslubu var. Kelimenin tam mânâsıyla etkileyici. Bununla birlikte anlattıkları tutarlı değil. Satır aralarından İslâma sataşacak malzemeler bulmaya çalışırken ekseriya baltayı taşa vuruyor. Bazen bulduğu malzemeler kendi aleyhine işliyor. Sözgelimi Sultanahmet avlusunda görüştüğümüz zatın aktardığına göre, Müslümanların Allah tasavvurunda bazı kahhar, cebbar ve zü’ntikam nev'inden isimlerin olduğunu, ama Hıristiyanlıkta Tanrı’nın somut sevgi anlamına geldiğini söylemiş. Söz ne kadar yaldızlıysa o kadar da boş. Kış olmadan yazın kıymeti anlaşılır mı? Kötülük olmadan iyilik olabilir mi? Bu durumda Butros ve benzerlerine söylenecek söz bellidir. O halde Cengiz Han ve Bush, Palin gibilerini Hıristiyan Tanrısı değil de Müslümanların Allah’ı yaratmış olmalı. O halde Hıristiyanların sevgili Tanrısı ne iş yapar ve ne işe yarar? Bir de işin başka yönünden baktığımız da Cenâb-ı Hakkın Cemil ve Rauf gibi isimleri var ve bu isimler de Müslümanlar açısından Hıristiyanlığın sevgi tanrısına pek ihtiyaç bırakmıyor.
***
Sultanahmet avlusunda görüştüğümüz zat dert yandı. Ben de ona sistematik çalışmadığımızı ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların bu gibi yayınları tarassut edebileceğini ve ortaya attıkları şüpheleri izaleye çalışabileceğini söyledim. Mısır’da Şeltüt’ün temellerini atmış olduğu Ezher’e bağlı Mecmau’l Buhus el İslamiyye zaman zaman bu tarz yayınlar yapıyor. İslâmın etrafında şüpheler başlığı altında Muhammed Kutup ve Süleyman Ateş gibi bazı isimlerin doğrusuyla yanlışıyla bu yönde geçmişte yaptıkları çalışmalar vardı. Özellikle Butros meselesine Müfit Yüksel de bir makalesiyle temas etmişti.
Müslümanların eksikliği sistematik çalışma biçimi ve düzeninden yoksun oluşlarıdır. Bu eksikliğin giderilmesi lâzım. Bununla birlikte Butros gibiler hançerelerini ne kadar yırtarlarsa yırtsınlar netice değişmeyecektir. Kur’ân, batılın önünden ve arkasından temas edemediği bir kitaptır. İ’caz el ilmi adı verilen ilmî mucizelere havi tek kitaptır. İncil bir mev’ize kitabıdır ve Geylani’nin Futuhu’l Gayb ve Fethürrabbani kitaplarına benzer bir kitaptı. Zira Geylani’nin va’zu irşad konuşmaları talebeleri tarafından havariler gibi bilâhare derlenmiş ve kaleme alınmış ve sonraları kitaplaştırılmıştır. Kur’ân ise hiçbir kitapla mukayese edilemez. Ramazan ayı gibi Kur’ân da müheymindir. Yani eşsiz ve kapsayıcıdır.
***
Bununla birlikte Zekeriya Butros veya Papa 17’inci Benediktus’a takılıp kalmak da doğru değil. Onların da kendi içlerinde zehirleri ve panzehirleri vardır. Papa 16’ıncı Benediktus’un panzehiri Hans Küng iken Zekeriyya Butros’un panzehiri de yine Mısırlı ve yine bir Kıpti olan Prof. Nebil Luka Bebavi’dir. Bazı kitapları Mecelletü’l Ezher’de tefrika edilmiştir. El Vatan el Arabi de (17/09/2008) kendisiyle yapılan enfes bir konuşma vardır. Konuşmasında yine bermutad yaptığı gibi İslâma yönelik iftiralara cevap vermektedir. Hıristiyanlığıyla da iftihar eden bu zat kalemini İslâmın savunmasına adamıştır. Terörün İslâmın bir ürünü değil, aksine başta ABD olmak üzere uluslar arası çevrelerin bir üretimi ve imalatı olduğunu beyan etmektedir. Mesut Yılmaz’ın İslâm hakkında Avrupalılara şikâyet etmiş olduğu hususun Batılıların husumet nedeni ve kaynağı olduğunu da kaydediyor. Şöyle ki, Samuel Huntington Batı medeniyetine meydan okuyan ve karşısında duran tek medeniyetin ve dinin İslâm olduğunu ve bundan dolayı yok edilmesi gereken bir diyanet olduğunu savunmuştur. İslâmın boyun eğmemesi onların husumet nedenidir. Zekeriya Butros’a mukabil Bebavi yaklaşık 29 kitap yazmış ve bunların çoğunluğu İslâmın savunulmasına dairdir. Kahire önlerinde Hülagu’nun ordusunu durduran ve püskürten Kölemenler ve Türkler için bir Mısırlı tarihe altın harflerle yazılan bir mısra söylemiştir: “Bir kavim mi zehiri de panzehiri de kendindendir…” Dolayısıyla Butros’un panzehiri de kendi içinden.
23.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Ders kitabında irtica |
|
Millî Eğitim Bakanlığı, İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük kitabında darbe övgülerinin yer aldığı bölümü iptal etmek suretiyle, vahim bir yanlışı düzeltme yolunda önemli ve takdire şayan bir adım attı.
Aslında o kitabın tamamı, tarihî gerçeklere uygun şekilde yeni baştan yazılmalı ve adı da eskiden olduğu gibi Cumhuriyet Tarihi olarak değiştirilip muhtevası ona göre tanzim edilmeli.
Bu yapılırken, Dengir Mir Mehmet Fırat’ın devrimbaz cenahta kızgın tepkilere yol açan “travma” tesbiti ekseninde, baskı ve dayatmalarla uygulamaya konulmuş olan devrimlerin sosyal ve toplumsal bünyede meydana getirdiği sıkıntı ve sorunlar objektif bir dille anlatılmalı.
Yanlış ve tek taraflı propaganda üslûbunun yerine, Bediüzzaman’ın ifade ettiği “inkılâp kusurları”na da dikkat çeken bir anlatım olmalı.
Tabiî bu, günümüz şartlarında yapılabilecek birşey değil. Onun için, kayıt düşerek geçelim.
Ve İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük kitabının iptal edilen “yakın tarih” bölümünün, tekrar yazılırken, tarihî gerçeklerle demokrasinin icaplarına uygun şekilde kaleme alınmasını dileyelim.
Evvelce yazdığımız gibi, düzeltilmeyi bekleyen bir kitap daha var: Millî Güvenlik Bilgisi.
“İrticaî unsurların, din perdesi altında her alanda Atatürk’e ve onun inkılâplarına saldırısı devam etmektedir” gibi, mâlûm istihbarat raporlarında veya kırmızı kitap-mavi kitap olarak da anılan “gizli” Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde geçmesine “alışık” olduğumuz bir cümlenin, liselerde okutulan bir ders kitabında işi ne?
Bu kitabı okuyan lise öğrencisi “irticaî unsurlar”dan neyi anlayacak? “Din perdesi altında devam eden saldırılar” ifadesinden nasıl bir anlam çıkaracak? Zihninde nasıl bir tablo oluşacak?
Peki, hemen peşinden gelen “Bu topraklarda yüzyıllardan beridir yönetime egemen olmak isteyen irtica, bugün olduğu gibi gelecekte de halkımızın masumane inançlarını kullanarak çok farklı yöntemlerle iktidarı ele geçirmeye çalışacaktır” şeklindeki iddialı cümleye ne demeli?
“Yüzyıllardan beridir bu topraklarda yönetime egemen olmak isteyen irtica” ile ne kast ediliyor? Ve aynı irticanın, “bugün olduğu gibi gelecekte de çok farklı yöntemlerle iktidarı ele geçirmeye çalışacağı” kehanetinin dayanağı ne?
Nedir bu ”çok farklı yöntemler?” “Halkımızın masumane inançları” ne şekilde kullanılıyor?
Ve “irtica heyûlâsı” ne zaman Türkiye’yi ele geçirecek? Vaktiyle komünizm için seslendirilen “Bu kış ülkeye hakim olacak” korkusunun, şimdi de ne olduğu meçhul “irtica” için dile getirilmesi ve üstelik bunun bir lise ders kitabında yapılması, akılla izahı pek kolay birşey olmasa gerek.
Kaldı ki, bu satırlarla verilmek istenen mesaj açısından dahi, son derece karışık, muğlâk, kafa karıştırıcı ifadeler bunlar. Ve aynı zamanda sıkıntılarımızın en önemli sebeplerinden biri olan “halka güvensizliği” yansıtıyor; “Cahil halk, masumane inançlarının irtica tarafından sinsice kullanıldığının farkında değil” mesajı veriyorlar.
28 Şubat söyleminin tipik bir örneğini oluşturan bu sözlerin bir lise ders kitabında da karşımıza çıkması, kabul edilebilecek birşey değil.
İnkılâp Tarihi kitabının tepkiler üzerine iptal edilen bölümünde 28 Şubat anlatılırken, “Laiklik karşıtı eylem ve söylemlerin artması üzerine, Millî Güvenlik Kurulu hükümeti uyardı” deniliyordu. Millî Güvenlik Bilgisi kitabında ise bu söylem çok daha ileri boyutlarda sürdürülüyor.
Demek ki, bu “ders kitabı yazımı” meselesinde, mutlaka üzerine gidilip aydınlatılması ve çözüm bulunması gereken derin yapılanmalar var.
Fark edilen örnekler, bunu gösteriyor.
Ders kitaplarının tümünün bu gözle dikkatli bir şekilde tetkiki halinde karşımıza nasıl bir tablonun çıkacağını ise doğrusu kestiremiyoruz.
“Bu tetkikat mutlaka yapılmalı” diyor ve bu meseleyi çok iyi takip eden yazarlarımızdan Mehmet Kara’nın Millî Güvenlik kitabı için sorduğu soruyu biz de tekrarlıyoruz: Bu kitap da düzeltilecek mi?
23.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yalnız bıraktığımız başörtülülerden özür dileriz |
|
Netice itibarıyla 12 Eylül ihtilâlinin bir ‘hediyesi’ olan başörtüsü yasağı konusunda söylenecek söz kalmadı demek mümkün. Yasağın sosyolojik seyrini, “Modern Türkiye’de Başörtüsü” konulu çalışmasıyla inceleyen Prof. Dr. Elisabeth Özdalga, kitabın ilk baskısının yayınlandığı 1998 yılı ile çevirisinin yapıldığı bugün gelinen nokta arasındaki farklılıkları değerlendirmiş.
Özdalga’ya göre, Türkiye’de otoriter devletten demokratik devlete geçiş sağlanmadıkça bu ‘problem’ çözülmeyecek. Özdalga başka önemli bir konuya da dikkat çekmiş: Başörtülü kadınlar birey olarak yasağa karşı mücadele ederken, hem ‘İslâmcı’ camia tarafından hem de kadın haklarını savunan feministler tarafından yalnız bırakılmışlar. (Zaman, Pazar eki, 21 Eylül 2008)
Prof. Dr. Elizabeth Özdalga’ya göre yasağın sonra ermesinin yolu şu: “Başörtüsü sorunu Türkiye’deki demokrasi mücadelesine bağlı. Burada geniş anlamda, bütün değişik grupları kapsayan bir demokratikleşmeden bahsediyorum. Böyle bir amaca ulaşmak için bütün sivil güçler, siyasî partiler başta olmak üzere, el ele vermeleri lâzım. Değişik siyasî grupların, değişik konularda farklı görüşleri olabiliyor, zaten demokrasi icabı rekabet içinde olmaları gerekiyor. Ama demokrasi ve sivilleşme konularına gelince birlikte hareket etmeleri gerekiyor.”
“Başörtüsü ‘sorunu’ çözüldüğünde paralel olarak hangi sorunlar da çözülmüş olur?” şeklindeki bir soru üzerine de Özdalga şöyle demiş: “Demokratikleşme işin asıl ve temel sorunu. Başörtüsü sorunu, Kürt sorunu, Alevilerle ilgili sorunlar bu daha geniş sürecin birer parçası. Bütün bu konuların ve sorunların birbirine bağlı olduğunu hatırlamak lâzım. Bu sorunlara bir de yeni ve sivil anayasa, AB ile entegrasyon gibi konuları da eklemek lâzım. Bu makro düzeydeki siyasî konular başörtüsü sorunundan ayrı değil. Hepsi birbirlerine bağlı.”
Prof. Dr. Özdalga’yı, yıllar önce yaptığı gerçekçi tesbitleri sebebiyle de hatırlamak lâzım. Yasağın yoğun olarak başladığı ilk yıllarda, “Bu konu Avrupa’ya yeterince anlatılamıyor. Avrupa kamuoyu (AİHM dahil) Türkiye’de yaşanan gerçek durumu bilmiyor. Bunu Avrupa’ya (hatta dünyaya) doğru şekilde anlatmak lâzım” diyor ve bu konuda çalışanlara yol göstermek istiyordu. Ne yazık ki ikazlar yeterince dikkate alınmadı ve AİHM gibi yerlerden de makul kararlar çıkmadı.
Hatta bu konuda gayret gösteren bir avukat, “Biz daha AİHM’de -meselâ- dilekçe vereceğimiz ‘oda’nın yerini bile bilmiyorduk. ‘Yasakçılar’ ise karar verecek olanlarla yıllardan beri zaten ‘kanka’ gibiydiler” itirafında bulunmuştu.
Özdalga’nın işaret ettiği noktalardan en çarpıcı olan ise, başörtüsü yasağına karşı mücadele veren öğrencilere zaman zaman ‘aileleri’nin dahi sahip çıkmadığı gerçeğidir. Tanıdığım bir veli, kendisi ‘hacı’ ve 5 vakit namaz kılan birisi olduğu halde, yasak sebebiyle okulunu terk eden kızına, “Okula giderken başını aç, çıkınca kapat. Ne olur ki? Sen filan hocadan daha iyi mi İslâmı biliyorsun!” diye baskı yaptığına bizzat şahit olmuştum! Tabiî ki kızı, ‘yasakçıların baskısı’na boyun eğmediği gibi; ‘hacı baba’sının baskısına da boyun eğmedi ve son sınıfta olmasına rağmen okulu terk etti.
Bu bakımdan, yasağa maruz kalan ve aynı zamanda hak mücadelesinde ‘yalnız’ bıraktığımız başörtülü öğrencilere özür borçluyuz...
23.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yaradılış ağacının en mükemmel meyvesi olan insan, çoğu kez yaradılış gayesinden ve bunu algılama çabalarından uzak hayatını berheva ediveriyor. Bir ömür boyu “Ben kimim, neciyim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” sorularını bir kez dahi kendine soramadan, varlığını sorgulayamadan yolculuğunu tamamlıyor, fena dünyanın fenalıklarına bulaşmış bir halde göçüp gidiyor.
Temel yanılgılarımızdan biri olmuştur hep; vazifeler hiyerarşisi içinde aslında en az sorumluluğumuzun olduğu alanlarda kendimize en büyük vazifeyi yükleme hevesi. Kalbini ve ruhunu nefs-i emmarenin köleliğinden kurtaramamış; fakat dünyayı kurtarma dâvâsına sarılmış aciz insanın Meyve’nin Dördüncü Meselesi’nin işaret ettiği hakikatlere ne çok ihtiyacı vardır.
158 yıllık Lehman Brothers 613 milyar dolar borçla batmış. Amerika’nın en büyük dördüncü yatırım bankasının batışının “hadsiz a’dâ”nın hücumuna maruz kalan “ben” ile ne ilgisi olabilir? Meyve’nin gözlüğü ile baktığımızda bu sorunun cevabı koca bir “hiç”tir. Milyon dolarlar maaş alan finans patronlarının mazlûm dünyanın kanını emen kapitalizmin—belki de— çöküşünü başlatacak basiretsizliklerini alkışlamalı mıyım acaba? Bu batış, İslâm âleminin kan kusmasına sebep olan, binlerce masumun kanına giren eli kanlı bir imparatorluğun yıkılışının ayak seslerini duymanın hazzından başka bir anlam ifade etmez benim için.
Yaratıcısıyla ilişkisini zedelemeyenler bilirler ki, kâinattaki bir yaprağın kımıldayışı dahi nice hikmetleri içinde barındırır ve durum Kadir-i Hakîm’in izni ve bilgisi dahilindedir. İnişler ve çıkışlar, çöküşler ve yükselmeler fazla tedirgin etmez veya çok fazla gururlandırmaz bu kimseleri. Bilirler ki, maddî yükselişler mânâ âlemindeki yükselişlerle süslenip desteklenmedikçe, bu yükselişi mânâ âlemi sarmadıkça büyük bir tehlike kuşatır kendisini, farkında dahi olmadan. Bir çok hikâye, “Hel min mezid” (Daha yok mu?) diyerek anlaşılamaz bir hırsla yükseldiğini, büyüdüğünü sananların aslında nasıl da bir çukura doğru düştüklerinin farkına varamayışlarının hazin sonlarıyla biter.
Hiç unutmam. ABD’nin 1991’deki Irak’ı işgali sırasında heyecan ve merakla televizyonların başından ayrılmıyor, ABD’nin Irak’ın çöllerinde batıp kalacağına dair yorumlar yapıyor, bu savaşla yatıp bu savaşla kalkıyorduk. Bir arkadaşım ise, sanki olanlardan hiç haberi yokmuş gibi ilgisizce köşesine çekiliyor, sessiz sessiz düşünüyor, bize hiç katılmıyordu. Arkadaşıma “Yahu Amerika Irak’ı işgal etmiş” dediğimde, bana şunu demişti: “Amerika Irak’ı işgal etmiş ha! Bana ne! Sevdiğimi başkasına vermişler, sen bana neden söz ediyorsun?” Aşkla dolu bir kalbin başka bir şeye ilgi duymasını beklemek delilik olurdu elbette.
Bediüzzaman’ın İşaratü’l-İ’caz’da kalb tarifini hatırlayalım: “Kalbden maksat, sanevberi (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, makes-i efkârı dimağdır” Devamında kalbin maddî ve manevî iki görevinin bulunduğunu, kalbin maddî görevinin, insan için “âb-ı hayat” hükmünde olan kanın kalp tarafından vücuda pompalanması olduğunu söyleyen Bediüzzaman, kalbin manevî görevinin ise kalbdeki “lâtife-i Rabbaniye” dediğimiz duyguyu, Allah’ın emir ve yasaklarını Allah’ın istediği surette kullanma suretiyle, İslâmın gösterdiği mükemmel insan hedefine ulaşmak olduğunu gözler önüne serer. Yoksa o duygular doğru kullanılmadığı, “nur-u hayat” olan iman o kalbe girmediği takdirde, insanın hareketli bir ölüden farkı kalmayacaktır.
Ruhların tahakküm altına alındığı, dinsizlik fırtınalarının milyonlarca gönül evini harap ettiği, değerlerin birbirine girdiği, renklerin karıştığı, materyalizmin sahte saraylarından birine kapılanmak için insanların hevesle değerlerini çiğnediği bir zamanda yaşıyoruz. Ruhlarımızı bu tahakkümden kurtaracak, insanlığı saadet iklimlerine doğru götürecek bir vasıtaya, bizi millet-i merhume olmaktan kurtaracak yönlendirmelere, bizi “ölü canlar”dan farklı kılacak, kalbimizi gerçek vazifesiyle aşina kılacak bir ele ne çok ihtiyacımız var değil mi?
158 yıllık Lehman Brothers, 613 milyar dolarlık borçla batmış; Başbakan, Doğan Grubu için boykot çağrısı yapmış. Bana ne!
23.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|