Saltanatın kaldırıldığı, hilâfetin ise henüz devam ettiği sıralarda Bediüzzaman Hazretlerinin Ankara’da Meclis-i Mebusan’a hitaben yazdığı hutbede dediği gibi, “..lakaydâne ve ihmalkârâne müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahripkârâne iş ise; bu kadar rahnelere (yaralara) maruz kalan İslâm, zâten muhtaç değildir.”
Yaklaşık 85 yıl önce bunları söyleyen Üstad, “Avrupa sefih medeniyetinin yırtılmaya yüz tuttuğu, Kur’ân medeniyetinin zuhura yakın geldiği bir anda...” hükmüne yer veriyor. Öyleyse bu sıralarda sefih medeniyetin tamamen yok olması, Kur’ân medeniyetinin tamamen zuhuru lâzım gelmez miydi? Acaba bunu geciktiren hangi hallerimiz, hangi günahlarımızdır?
Aynı soruyu içimize dönük, dairemiz dahilindeki “ehl-i hâl ve akd” mevkiindeki zevâta soralım mı?
Yoksa “saltanat” mânâsını deruhte edenlere soralım da, bizimkiler de kendi paylarına düşeni alsınlar mı?
Meselâ şöyle diyelim:
Sizin hizmetlerinizi takdir edenler ve sizi cân ü gönülden sevenler cumhur-u mü’minîndir ve bilhassa tabaka-i avâmdır ki, sağlam Müslümanlardır. Öyleyse siz de, onların hissiyâtına tam tercüman olmakla liyakatinizi gösterebilirsiniz. Hükümetliğiniz esnasında “saltanat” mânâsını tam deruhte ediyorsunuz.
Kanunlar, kararlar, yaptırımlar, müeyyideler ve cezalar…
Kur’ân’ın düsturlarını, imanın esaslarını ve İslâmî şeâiri tam muhafaza etmek ve size hasbî destek veren avâm-ı mü’minînin hukukunu gözetmek sûretiyle de, arkanızda bulunan “şahs-ı manevî” gücünün hakkını vermiş olursunuz. Böylece hariçte size karşı “manevî değerler” ve “şeâir” tezlerini kullanarak ortaya çıkan ve (Allah korusun) “inşikak-ı asa”ya sebebiyet verebilecek olan bir gücün önünü kesmiş olursunuz.
“Cemaatin rûhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakîm olsa, ziyade parlak ve kâmil olur; eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur (sınırlıdır) ; cemaatin ise gayr-i mahduttur (sınırsızdır).”
Ondandır ki, bir zamanlar şu mısralar dilime dolaşmış:
Senaryolar tutmuyor, dönüyor, çark ediyor.
Ve herkes uyanıyor, oyunu fark ediyor.
Bir “dane-i hakikat” yığın yığın yalanı
Yakıyor, yandırıyor, yokluğa gark ediyor…
***
Artık saltanat da, hilâfet de mazide kaldı.
“Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlâl”
Evet, “yok olma, dağılma, perişan olma” mânâsındaki “izmihlâl”den, izn-i İlâhî ile ve Bediüzzaman gibi âlimlerin gayretleriyle kurtulan, İslâmî kimliğiyle birlikte yeni hali, yani meşrûtiyeti, cumhuriyeti ve demokrasiyi seçen bu millet; her türlü badirelerden, “inşikâk”lardan, fasid ve tahribkâr oyunlardan yine izn-i İlâhî ile korunacaktır inşaallah.
Bu millet korunduğu gibi, bu milletin içinde yine bu millete, dolayısıyla İslâm âlemine, dolayısıyla bütün insanlığa hizmet eden Nur talebeleri de korunacaktır inşaallah.
Gayr-ı müslimlerden İslâma düşman olanlar, Allah’ı ve ahireti inkâr eden maddeperest ve materyalistler; bütün vasıtalarıyla, habis medeniyetleriyle, fen ve teknolojileriyle âlem-i İslâma üstünlük sağladıkları halde, Müslümanlara din ve itikad noktasında galip gelemediler.
“İslâmiyet, metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda lâubâliyâne, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’âtkârane, sinesinde yer tutamaz.”
Nerede kaldı ki, böyle bir “cereyan-ı bid’âtkârâne” Nur talebelerinin şahs-ı manevîsi iSçinde yer tutsun.
Yeter ki cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî müstakîm olsun.
“Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvâri bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirine inkıyâd ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise de, çabuk ölüp, sönmüş.”
Değişimin temel taşlarının sağlam olması gerek.
09.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|