"Gerçekten" haber verir 09 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 


Fahri UTKAN

Cebr-i keyfî-i küfrî



Benizli Mahkemesinde, Üstad Bediüzzaman Said Nursî, mahkeme heyetine karşı yaptığı müdafaasının bir yerinde Doktor Duzi’nin “Tarih-i İslâm” ismindeki eserinden bahsederek, bu kitabı okuyanlara ve yaptıklarına bir şey denilmeyip ve onlara ilişilmeyip, buna mukabil Risâle-i Nur okuyanlara ve hâlis dindarlara ilişildiğinden bahisle şöyle der:

“Acaba mahkeme-i kübrada, bu üç yüz milyar dâvâcıların karşısında sizden sorulsa ki, ‘Doktor Duzi’nin, baştan nihayete kadar serâpâ İslâmiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslam namındaki eseri ki, zındıkların kütüphanelerinizdeki eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirtleri, kanununuzca cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfî Turancılık gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur’ân cadde-i kübrâsında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve haps-i münferitten kurtarmak için Kur’ân’ın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cemiyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet nâmı verip ilişmişsiniz? Onları pek acip bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz?’ dedikleri zaman ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.”

Mahkeme heyetine bu şekilde soruyla karşılık verdikten sonra da şöyle devam eder:

“..Biz de sizlerden soruyoruz. Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle vatana ve millete zararlı bir sûrette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ nâmı vermekle, irtidad-ı mutlakı ‘rejim’ altına almakla, sefahet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfi-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebî hesabına darbeler vuruyorlar...”

Burada sıraladığı bir dizi tanımlama ve tariflerden özellikle benim ilgimi çeken “..., istibdad-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ nâmı vermekle, irtidad-ı mutlakı ‘rejim’ altına almakla, sefahet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfi-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmakla...” şeklindeki pek vurucu ara cümlesidir.

Yukarıda bu uzun paragrafı zikretmekteki amacım, paragraftaki bazı tamlamalara muhatap olanların kim olduğu, amaçlarının ne olduğu ve özellikle, “cebr-i keyfî-i küfrî” tamlamasını biraz olsa da açıklayabilmek, anlayabilmektir.

Cebr-i keyfî-i küfrî, küfürden kaynaklanan keyfî zorlama, kanun ve adalete aykırı küfrî bir baskı kurmak anlamına gelir.

İnananların düşmanlarının-muârızlarının, tüm karşıtlarının çalışma metotlarını bugün de hâlen bazı safdil Müslümanlar anlayamamakta, yanlış yerlerde aradıkları din düşmanlarının âleti olmaktadırlar.

Denizli Mahkemesi gibi, Afyon Mahkemesi’nde de, Bediüzzaman Said Nursî’yi cezalandırmak için dayanmaya çalıştıkları, en kuvvetli delil tahmin ederek üzerinde durdukları konu budur. Afyon Mahkemesi’ndeki savcı, Bediüzzaman Said Nursî’nin gizli düşmanlarına karşı Denizli Mahkemesi’nde kullandığı bu sözünü, bütün bütün yanlış mânâ vererek devlete ve hükümete çevirip, cezalandırılmasına sebep göstermiştir.

1908 yılında 2. Abdülhamid zamanında Meşrutiyet ilân edilmişti. Bu ilânın akabinde meclis sisteminin ve anayasanın yeniden yürürlüğe girmesini, Bediüzzaman Said Nursî, İslâmiyet nâmına alkışlayıp, sahip çıkmış ve Meşrûtiyet’in gerçekliğinin “sarâhaten, zımnen ve iznen” dört mezhepten çıkarılacak hükümlere dayandırılmasının mümkün olduğunu ileri sürmüştür.

Yani, Meşrutiyet çatısı altında toplanabilen, Anayasa, meclis, kanun üstünlüğü, adalet, eşitlik gibi hakikatlerin ya açık hükümler halinde veya işareten veyahut ruhsatla-izinle dört mezhebin bünyesinde yer aldığını söylemekteydi. Bu sebeple, Meşrûtiyeti “delâil-i Şeriat” ile kabul etmiş ve şeriatın hakikî mesleğinin bu hakikatler olduğunu söylemiştir.1

Böyle yapmaktaki maksadı, İslâm âlimlerini istibdat taraftarı olarak kabul eden ve Şeriatı istibdada müsait zanneden zihniyetin bertaraf edilmesi idi.

Çünkü; Meşrûtiyet görüntüsü altında ve hürriyet zemininde yeni bir istibdadın (bir anlamda cebr-i keyfî-i küfrî) gelme ihtimali vardı. Bazı insanlar, ortamdan istifade ile kendi maksatlarına Meşrutiyeti âlet etme peşinde idiler. Bediüzzaman buna mâni olmak için bir nutukla, parlamenterleri “meşrûtiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telkin ve öyle telâkki” etmeleri yolunda uyarmıştır.

Bundan başka, toplum içindeki çeşitli seviyedeki insanların; “hevesât-ı müteaffine (kokuşmuş-nefsî tutkular) bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat (baskının ta kendisi) bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan....”2 açacağını söyleyerek, Deccal-Süfyan sisteminin oluşturduğu nefisleri okşayan ortamlarda insanların sözde kendilerini özgür kabul ettiklerini, oysa aslında büyük bir baskı ve kontrol altında tutulduklarına (bireysel anlamda, bir çeşit cebr-i keyfî-i küfrî kanunu) dikkat çekmiştir.

Deccal-Süfyan sisteminin telkininin yapıldığı bir ortamda, insanların çoğu nefislerine uyarak kendilerinin sözde modern ve özgür bir hayat yaşadıklarını sanmakta, zevkleri, eğlenceleri, sohbetleri, hatta giyimleri ve yemekleri dahi çeşitli medya vasıtasıyla yönlendirildikleri hayat modeline uygun olarak aynı anlayışı temsil etmektedirler.

Sistemin amacı, bu yolla kitleleri cahil bırakmak; bazı şeyleri düşünmekten, kavramaktan, değerlendirmekten yoksun hale getirmektir. Çünkü cahil kitleleri yönetmek son derece kolaydır. Bununla birlikte, nefse dayalı bu sistemde insanları akıl ve vicdanları değil hırsları ve tutkuları yönlendirir. Bu nedenle de büyük bir karmaşa ortaya çıkar.

Bediüzzaman, dünyada huzur bulabilmek, yani insanların sosyal refah ve kalkınması için kaçınılmaz bir şart olarak gördüğü, o zamanın anayasal parlamenter rejimi olan Meşrutiyet’i “hakiki adalet ve meşveret-i Şer’iyyeden ibaret” olarak tarif etmiştir.3

Fakat, İslâm düşmanları, tamamen istibdat olan kendi sistemlerini “meşrutiyet-cumhuriyet” diye isimlendirmişlerdir (istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” nâmı vermek). Hakiki adaletin gerçekleşmesi için gerekli olan parlamento kendi görevini yapması gereklidir ki, adalet yerini bulsun. Bediüzzaman‘a göre her zamanın bir modası vardır ve yönetimler bulundukları zamanın modasına, yaşadıkları toplumun o günkü yapısına uygun olarak ortaya çıkarlar.

Halbuki, istibdadın hâkim olduğu zamanlarda nokta-i istinat kuvvettir; “hâkim, hissiyât ve cebr”dir. Meşrûtiyet yönetiminde ise kuvvetin yerini hak, cebrin yerini muhabbet, hissiyâtın yerini ise fikir almıştır. Meşrûtiyet zamanlarının hâkimi “hak, marifet, kanun ve kamuoyu”dur.

“..tebeddül-ü esmâ ile hakikat tebeddül etmez”4 ölçüsüne göre, kendi istibdat sistemlerine cumhuriyet diyen gruplar, elbette tarih önünde ortaya çıkmışlar, sistemlerini işletmişler ve artık zamanımızda da nefretle anılmaktadırlar. Meşrutiyet bir isimdir, önemli olan onun hakikati, yani anlamıdır, uygulanmasıdır.

“Önemli olan isim değil, ifade ettiği mânâ ve muhtevadır” gerçeğinden hareketle, Bediüzzaman’ın Cumhuriyet öncesi yazdığı eserlerinde açıklığa kavuşan “müsemmâ-yı meşrûtiyet ile Şeriatın” uygunluğu, “demokrasi ile İslâmın” uygunluğu olarak anlaşılmalıdır. Çünkü Bediüzzaman’ın Meşrûtiyet için yaptığı tarif ve açıklamalar, bugünün yönetim biçimi olan demokrasiye uygulandığında hiçbir çelişki ve uyumsuzluk görülmemektedir.

Yöneticilerin İslâmiyet’i yaşayıp yaşamamalarından doğan bir endişe de yersizdir. Çünkü hükûmet hizmetkârdır; idare bir maharet ve sanattır; iş ve san’at konusunda kişinin mahareti göz önüne alınmalı, günlük yaşantısı ölçü olmamalıdır; çünkü “fasık bir adam güzel çobanlık yapabilir; ayyaş bir adam ayık iken iyi saat yapabilir.”5

Bu yazıda bahsedilen siyasî veya içtimâî konular gibi birçok konuda vartalara düşmemek için, “..her şeyi İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ...”6 etmek gerekir diye düşünüyorum.

Dipnotlar:

1- Divan-ı Harb-i Örfî

2- Şuâlar, 5. Şuâ, Birinci Mesele

3- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 14

4- Age, s. 29

5- Münâzarât, s. 56

6- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 4

09.10.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Öldükten sonraki hayat



İstanbul’dan Aycan Yıldız:

“Ölümden sonraki hayat adımları nelerdir? Ruh bedenden ayrıldıktan sonra hangi aşamalardan geçiyor? Kabir soruları ardından nerde bekliyor?”

Öldükten sonra kabir hayatı başlıyor. Kabir hayatı âhiret hayatının ilk durağıdır. Dünyadan başlayıp kabre, haşre ve ebede kadar uzanıp giden beşer yolculuğunun ilk istasyonudur.1

Kabir istasyonundan sonra yolculuk da devam ediyor, hayat da! Hayat devam ediyor; çünkü ruh bâkîdir. Kabirde insan ceset bakımından ölmüştür; fakat ruhen hayy’dır, yani hayattadır, yani yaşıyor.

Kabir suâli haktır. Kabir azabı haktır. Kabir saadeti haktır. Kabirden sonra ruhun cesetle birlikte yeniden dirilişi haktır. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “İnsan diyor ki: ‘Öldüğüm zaman gerçekten diri olarak (kabrimden) çıkarılacak mıyım?’ İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır?”2

Kabirde azabı ruh çeker, saadeti de ruh görür. Fakat ceset hissesiz de kalmaz! Kabir hayatı açısından ceset ölmüştür; fakat ruha gelen darbelerin veya mutlulukların çok da uzağında değildir.

Çünkü günahlarda ruhun irade beyanı ve şer tercihi her ne kadar ön plânda idiyse de; cesedin fiilî rolü ve bizatihî iştiraki göz ardı edilebilir mi? Meselâ, koğuculuğu isteyen ve teşvik eden ruhî kuvveler ise de, bilfiil icrâ eden dil değil mi? Meselâ, hırsızlığa yönlendiren ruhî güçler ise de, hırsızlıktan fiilen beslenen ve faydalanan beden değil mi? Meselâ, içkiye sürükleyen ruhî temâyüller ise de, içkiyi tadan, haram eğlenceden beslenen ve keyif alan beden değil mi?

Bunun aksi sevap ve hayır noktasında da düşünülebilir. Hayra yönlendiren kalbin duyarlılığı ise de, hayır için çok çilelere katlanan bedenden başkası değildir. Meselâ, namaz için camiye gitmeye yönlendirdiğimiz ayaklarımızın hakkından geçebilir miyiz? Bir ihtiyaç sahibinin elini tutmakta kullandığımız ellerimizin hakkını görmezden gelebilir miyiz? Haramlardan yana sevk etmediğimiz ve helâl dairede terbiye ettiğimiz bedenimizin muhtelif organlarının mükâfatı hak etmediğini söyleyebilir miyiz?

Hiç şüphesiz asıl cismânî lezzet de, cismânî azap da “ba’sü ba’de’l-mevtten” sonra, yani dirilişi müteakip kurulacak mizandan sonra, yani mahşerden sonra hayatın Cennet ve Cehennem şeklinde tecellîsi çerçevesinde görülecektir. Ve kabir hayatı genel itibariyle ruhânîdir. Fakat bir takım tecellîlerden cesedin de hissesini alacağı anlaşılmaktadır.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm şöyle buyurmuştur: “Kabir, âhiret konaklarından ilkidir. Eğer insan ondan kurtulursa, gerisi kolaydır! Şayet kurtulamazsa, gerisi daha ağırdır.”3

Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır: Resul-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm şöyle buyurdu:

“Ölen kişi defnedildiği zaman ona siyah ve mavi gözlü iki melek gelir. Bunlardan birine Münker, öbürüne de Nekir denir.

Melekler sorarlar: ‘Bu zat için ne demiştin?’

Adam, ölmeden önce söylediğini aynen söyler: ‘O, Allah’ın kulu ve Resûlüdür. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın O’nun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet ederim.’

Melekler: ‘Senin bunu söylediğini esasen biliyorduk!’ derler.

Sonra onun kabri yetmiş metre kare olarak genişletilir, içi onun için aydınlatılır. Sonra ona: ‘İstirahat et!’ denir.

O da öyle sevinir ki: ‘Aileme dönüp onlara haber vereyim mi?’ der.

Melekler: ‘Gelin-güvey gibi uyu’ derler. Onları ailesinden en çok sevdiği kişi uyandırır! O kişi, Allah onu yatağından mahşerde kaldırıncaya kadar rahatça istirahat eder.

“Şayet ölen münafık ise, meleklerin sorusuna:

‘İnsanların ona Peygamber dediklerini işitirdim! Ve ben de aynı şeyi söylerdim! Fakat hakikat midir, bilemiyorum!’ der.

Bunun üzerine melekler: ‘Senin böyle söylediğini esasen biliyorduk!’ derler.

Sonra toprağa: ‘Onun üzerine eğil!’ denilir. Toprak onun üzerine eğilir. Yan kaburga kemikleri yerlerinden oynar. Ve Allah onu yatağından mahşerde kaldırıncaya kadar, böylece toprakta devamlı olarak azap içinde kalır.”4

Ya İlâhenâ, Rabbimiz sensin. Bizi kabir azabından, âhiret azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle. Âmin.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 27

2- Meryem Sûresi, 19/66, 67

3- Tirmizî, Zühd, 3

4- Tirmizî, Cenâiz, 70

09.10.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Güzelliklerin devamı için



Kâinatta iyilik ve güzellik hâkimdir. Bunun sebebi zerreden kürelere kadar herşeyin Esmâ-i Hüsnâ olarak bildiğimiz Cenâb-ı Hakkın güzel isimleriyle nakış nakış dokunmasıdır. Hak, adalet, denge, iktisat, hikmet, rahmet, cömertlik, ikram, ihsan, lütuf, bağış, dayanışma, yardımlaşma hep bu güzel isimlerin tecellîlerinden ibarettir. Nitekim “O herşeyi en güzel bir biçimde yarattı”1 âyeti de bu gerçeğe dikkat çeker. İmam-ı Gazalî de, hayrette bırakan bu güzelliği dile getirirken, “İmkânlar dünyasında var olanlardan daha güzeli, daha harikası düşünülemez”2 demekten kendini alamamıştır.

İşte dinin bütün emir ve yasakları kâinattaki bu mükemmel düzenin devamı içindir. Kâinatla İslâm bütünleşir, birbirlerini teyit eder, kuvvet verirler. Dinin emirlerine muhalefet bu düzeni sarsmak; bozulmasına, yıkılmasına, anarşiye, karışıklığa sebep olmak demektir. Meselâ dinin zekât ve sâir yardımlaşma gibi emirleriyle kâinattaki denge ile paralellik kurulur, sosyal düzen ayakta tutulur; kargaşanın, kavganın, gürültünün önüne geçilir.

Bütün emir ve yasaklar böyledir.

İslâm bu düzenin, âhengin, uyumun devamı için emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker diye bildiğimiz iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmayı farz kılmıştır. Onun için İslâmda nemelâzımcılığa yer yoktur. Kişi kendisi için istediği iyiliği, güzelliği, mutluluğu diğer mü’min kardeşi için de istemek zorundadır. Kendisine yapılmasını istemediği kötülüğü başkalarına yapmaktan sakındığı gibi başkalarına yapılmasına da göz yummayacak, sessiz kalmayacak, gücü yettiği ölçüde engellemeye çalışacaktır. Aksi halde “Beni sokmayan yılan bin yaşasın!” anlayışıyla birgün o yılan büyüyüp onu da yutmaktan çekinmeyecektir. Bu emre önce peygamberler uymuştur. Şuayb Aleyhisselâm kavmini kötülüklerden sakındırırken şöyle diyordu: “Ey kavmim, söyleyin bana,” dedi. “Eğer ben Rabbimden açık bir delil üzere isem ve Rabbim beni Kendi katından pek güzel bir rızıkla rızıklandırmışsa, ben Ona isyan edebilir miyim? Size yasakladıklarıma kendim karşı gelmek istemem. Ben ancak gücümün yettiği kadarıyla sizi ıslah etmek istiyorum. Muvaffak olmam ise ancak Allah’ın yardımıyladır. Ona tevekkül ettim ve ancak Ona yönelirim.”3

Kur’ân-ı Kerim iyiliği emretmekle yetinilmemesi gerektiğini, İsrailoğullarından bahsederken, “İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki siz Tevrat’ı okuyan kimselersiniz. Hiç akıl etmez misiniz?”4 şeklinde ilim ehlini uyararak onların şahsında bütün inananları ikaz etmekteydi. Kur’ân, Tevrat’ı okuyanlara olduğu gibi bütün inananlara şöyle seslenir: “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında pek büyük bir gazap sebebidir.”5

İkazlar yapılan hatanın büyüklüğüne, sebep olacağı zararlara dikkat çekmiyor mu? Demek iyiliği emretme, kötülükten sakındırma hiç de göz ardı edilebilecek bir görev ve sorumluluk değildir. Bu konuda yediden yetmişe, halktan idarecilere varıncaya kadar herkes üzerine düşen görevleri yapmakla mükelleftir. Hayat nemelâzımcılığı kaldırmaz.

Dipnotlar:

1- Secde Suresi: 7. 2- Şuâlar, s. 32. 3- Hud Suresi: 88. 4- Bakara Suresi: 44. 5- Saf Suresi, 2-3.

09.10.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Aktütün'de kara dumanlar



Geçen sene yüreğimizi dağlayan "Dağlıca katliâmı" üzerindeki sis perdesi henüz kaldırılamamışken, şimdi de bir başka katliâmla yüreğimiz bir kez daha dağlandı.

Son katliâmın yeni adresi, bu kez Irak sınırına 4 km mesafede bulunan Aktütün karakolu...

Terör örgütünün baskınına uğrayan bu karakoldaki mâsum askerlerimizin on yedisi daha kara toprağın bağrına düştü. Acılı feryatlar arşa çıkarken, gözyaşları yine sel olup aktı.

Hangi merhametsiz yürek, hangi taşlaşmış yürek var ki, yaşanan manzara karşısında yanmasın, dağlanmasın...

Ahtapot gibi kolları bulunan terör odakları hariç tabiî. Onların zaten istediği bu ve hatta daha da beteri: Kan revân olsun. Ortalık kan gölüne dönsün. Kin, öfke, düşmanlık hisleri gözyaşlarıyla birlikte kabardıkça kabarsın.

Ancak, artık hiçbir şüphemiz kalmadı ki, mahiyeti kapkaranlık olan bu terör örgütü, aynı zamanda bir taşerondur. Biryerlerin, yahut birkaç yerin taşeronluğunu üstlenmiş olduğunu, bugün dünden çok daha perçinlenmiş bir kanaatle ifade edebiliyoruz.

Yine hiç şüphe yok ki, terör örgütü bunca işi tek başına yapmıyor, yapamıyor, yapamaz da. Dış odaklardan olduğu gibi, Ergenekon gibi iç odaklardan da onun mutlaka işbirlikçileri, destekçileri, stratejistleri, yahut yönlendiricileri var.

Ne var ki, bütün bunlar kalın ve kapkara bir duman tabakasıyla kaplanmış vaziyette. Etkili ve yetkili kurum ve kuruluşlar, bu karanlık dehlizleri bir türlü aydınlatamıyor.

Gariptir ki, adlî merciler bir yana, hiç olmazsa teknik bilgi noktasında konuşması gerekenler dahi suskunluk orucuna niyetlenmiş gibi duruyor.

Durum böyle olunca da, ne yazık ki, Aktütün hadisesini kaplayan kara dumanlar bir türlü izale olup gitmiyor.

Şimdi, bu ve emsâli cinayetlerde suçu ve ihmâli bulunanlar adeta es geçilerek, terör olaylarını önlemek için yeni çare arayışları gündeme getirilmeye çalışılıyor. Çalışılsın, buna itirazımız yok. İnşaallah müsbet ve hayırlı neticeler de alınır.

Dileğimiz, temennimiz şudur: Dışa karşı diplomasi silâhı en tesirli bir sûrette kullanılsın; içeriye yönelik ise, terörden beslenen karanlık dehlizler tek tek tesbit edilerek aydınlatılsın ve sür'atle gereği yapılsın.

Emin olun, eğer baltanın bir sapı da içerden olmasaydı, terör örgütü bu derece tesirli olup palazlanamazdı.

Tarihin yorumu 9 Ekim 1944

Anıtkabir'in temelini Saracoğlu attı

Ankara Rassattepe'de yapılması kararlaştırılan Anıtkabir inşaatının temeli Başbakan Şükrü Saracoğlu tarafından atıldı. (9 Ekim 1944)

Tâ 1941'den beri uzun süren araştırmalar ve yarışmaya açılan proje çalışmalarının ardından, M. Kemal için yapılacak Anıtmezar'ın nihayet Rasattepe'de inşa edilmesine karar verildi.

Toplam 750.000 m²'lik bir alan üzerinde inşa edilen bu yapı, tam okuz sene sürdü. Açılışı ise, 10 Kasım 1953.

Yarışmaya katılan yerli yabancı 47 proje içinde, hükümet komisyonu tarafından Prof. Dr. Emin Onat ve Doç. Dr. Ahmet Orhan Arda'nın projesi kabul edildi.

İnşaatta kullanılan çeşitli renklerdeki taş, mermer ve traverten, yurdun muhtelif bölgelerinden (Afyon, Çanakkale, Hatay, Adana, Bilecik, Polatlı, Çankırı, Kayseri...) getirtildi. Bunlar arasında en dikkat çekici olanlardan biri, 40 ton ağırlığındaki mermer lahittir. Yekpare mermerden müteşekkil olan bu lahit, Osmaniye'den (Adana) getirtildi.

Tasarım ve proje safhası 4 yıl, inşaat müddeti ise 9 yıl süren Anıtkabir'in yekûn maliyeti hakkında derli–toplu ve güvenilir herhangi bir bilgiye ulaşamadık.

Netice: Projenin sahibi CHP olduğu gibi, inşaatın temelini de onlar atmış. Üstelik, İkinci Dünya Savaşının bütün şiddetiyle devam ettiği ve ülkemizde de açlığın, kıtlığın, yokluğun kol gezdiği o "kaht û galâ" günlerinde, bu projenin gerçekleştirilmesi için yüksek miktarda bütçe aktaran Halkçılar, dört aşamalı yürütülecek bu büyük inşaat ile alakalı hemen herşeyi 1950'den evvel tamamlamışlardı.

09.10.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

İdeallerimiz



Malûmdur...

İnsan ideâlleri ile ölçülür, himmetleri ile değer kazanır.

Onun için Bediüzzaman Hazretleri: “Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir... Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimâiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir” derken önemli bir tesbitte bulunmuştur.

Fahr-i Âlem Efendimiz (asm) “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz, dâvâmdan vazgeçmem” derken gayesinin ve idealinin ne kadar büyük ve yüksek olduğunu ifade ediyordu.

Kendi hayatımızı ve çevremizdeki insanların hayatlarını bu kategoride değerlendirebiliriz.

Zira “Herşey herşeyle bağlıdır” derken Bediüzzaman Hazretleri, insan hayatının bir zincirin halkaları gibi olduğunu, yaşanılan hayat seyrinin insanın şahsî ihtiyaç ve heveslerinden ibaret olmadığını da ifade etmektedir.

Bir aile, bir şirket, bir köy, bir belde, bir şehir de böyledir.

Kimse hayattan kendisini soyutlayamaz.

Herbir şey ile ilgili görev ve sorumluluklarımız vardır.

Aile reisi iseniz, ailenin fertleri ile ilgili sorumluluklarınız vardır.

Köylü iseniz, köyün sorunları ile ilgili sorumluluklarınız vardır.

Kasabada yaşıyorsanız, sizi ilgilendiren ve üzerinize düşen görevler vardır.

Şehirde yaşıyorsanız, şehrin sizden beklentileri elbette vardır.

Ve vatan ve memleket ile ilgili konularda üzerimize taallûk eden konular bulunur.

Ve dünya...

“Beni ilgilendirmez” diyemeyiz.

Çevremizle, ülkemizle bu koca dünyayı bir hânemiz gibi bilmek elbette insâniyetin gerektirdiği hallerdir.

“Ne olacak canım. Bir ben ile dünyanın ne ilgisi olabilir?” dediğimiz zaman, bir binlerden meydana gelen bu insan zincirinin bir halkasını koparmış oluruz.

Yedi milyara yaklaşan dünya nüfusunda işte biz bir zincirin halkasıyız.

İdeallerimiz ne kadar büyük ve mükemmel ise, bizler o nispette değer ve kıymet kazanırız.

09.10.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Değişimin temel taşları



Saltanatın kaldırıldığı, hilâfetin ise henüz devam ettiği sıralarda Bediüzzaman Hazretlerinin Ankara’da Meclis-i Mebusan’a hitaben yazdığı hutbede dediği gibi, “..lakaydâne ve ihmalkârâne müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahripkârâne iş ise; bu kadar rahnelere (yaralara) maruz kalan İslâm, zâten muhtaç değildir.”

Yaklaşık 85 yıl önce bunları söyleyen Üstad, “Avrupa sefih medeniyetinin yırtılmaya yüz tuttuğu, Kur’ân medeniyetinin zuhura yakın geldiği bir anda...” hükmüne yer veriyor. Öyleyse bu sıralarda sefih medeniyetin tamamen yok olması, Kur’ân medeniyetinin tamamen zuhuru lâzım gelmez miydi? Acaba bunu geciktiren hangi hallerimiz, hangi günahlarımızdır?

Aynı soruyu içimize dönük, dairemiz dahilindeki “ehl-i hâl ve akd” mevkiindeki zevâta soralım mı?

Yoksa “saltanat” mânâsını deruhte edenlere soralım da, bizimkiler de kendi paylarına düşeni alsınlar mı?

Meselâ şöyle diyelim:

Sizin hizmetlerinizi takdir edenler ve sizi cân ü gönülden sevenler cumhur-u mü’minîndir ve bilhassa tabaka-i avâmdır ki, sağlam Müslümanlardır. Öyleyse siz de, onların hissiyâtına tam tercüman olmakla liyakatinizi gösterebilirsiniz. Hükümetliğiniz esnasında “saltanat” mânâsını tam deruhte ediyorsunuz.

Kanunlar, kararlar, yaptırımlar, müeyyideler ve cezalar…

Kur’ân’ın düsturlarını, imanın esaslarını ve İslâmî şeâiri tam muhafaza etmek ve size hasbî destek veren avâm-ı mü’minînin hukukunu gözetmek sûretiyle de, arkanızda bulunan “şahs-ı manevî” gücünün hakkını vermiş olursunuz. Böylece hariçte size karşı “manevî değerler” ve “şeâir” tezlerini kullanarak ortaya çıkan ve (Allah korusun) “inşikak-ı asa”ya sebebiyet verebilecek olan bir gücün önünü kesmiş olursunuz.

“Cemaatin rûhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakîm olsa, ziyade parlak ve kâmil olur; eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur (sınırlıdır) ; cemaatin ise gayr-i mahduttur (sınırsızdır).”

Ondandır ki, bir zamanlar şu mısralar dilime dolaşmış:

Senaryolar tutmuyor, dönüyor, çark ediyor.

Ve herkes uyanıyor, oyunu fark ediyor.

Bir “dane-i hakikat” yığın yığın yalanı

Yakıyor, yandırıyor, yokluğa gark ediyor…

***

Artık saltanat da, hilâfet de mazide kaldı.

“Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlâl”

Evet, “yok olma, dağılma, perişan olma” mânâsındaki “izmihlâl”den, izn-i İlâhî ile ve Bediüzzaman gibi âlimlerin gayretleriyle kurtulan, İslâmî kimliğiyle birlikte yeni hali, yani meşrûtiyeti, cumhuriyeti ve demokrasiyi seçen bu millet; her türlü badirelerden, “inşikâk”lardan, fasid ve tahribkâr oyunlardan yine izn-i İlâhî ile korunacaktır inşaallah.

Bu millet korunduğu gibi, bu milletin içinde yine bu millete, dolayısıyla İslâm âlemine, dolayısıyla bütün insanlığa hizmet eden Nur talebeleri de korunacaktır inşaallah.

Gayr-ı müslimlerden İslâma düşman olanlar, Allah’ı ve ahireti inkâr eden maddeperest ve materyalistler; bütün vasıtalarıyla, habis medeniyetleriyle, fen ve teknolojileriyle âlem-i İslâma üstünlük sağladıkları halde, Müslümanlara din ve itikad noktasında galip gelemediler.

“İslâmiyet, metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda lâubâliyâne, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’âtkârane, sinesinde yer tutamaz.”

Nerede kaldı ki, böyle bir “cereyan-ı bid’âtkârâne” Nur talebelerinin şahs-ı manevîsi iSçinde yer tutsun.

Yeter ki cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî müstakîm olsun.

“Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvâri bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirine inkıyâd ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise de, çabuk ölüp, sönmüş.”

Değişimin temel taşlarının sağlam olması gerek.

09.10.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Fitne ve ifna politikası…



Aktütün Karakolu baskını, yalnız güvenlik zâfiyetini değil, Türkiye’nin terörle mücadeledeki “işbirliğini”nin ve “dış politikası”nın sakatlığını da su yüzüne çıkardı.

Yalnız 1992’den bu yana beşi büyük 58 saldırıya uğrayan karakolun 16 yıldır neden hâlâ hâkim bir yere taşınmadığını, niçin bunca zamandır eksikliklerin giderilmediğini; ihmaller zincirini gündeme getirmekle kalmadı; Türkiye’nin sınırötesi operasyonlarda ABD ve İsrail’le “istihbarat paylaşımı”nı da sorgulattı…

Onca “terör zirvesi”ne rağmen bir tek Aktütün’de 45 şehid verilmesinin ardından sınır karakolları binalarının yenilenmesinin yeni yeni konuşulması, gaflet raddesine varan tedbirsizlik garâbeti.

Ne var ki bunda da mesele örtülü bir ithamlaşmaya dönüşüyor. Askerden “ödenek yetersizliği” açıklaması geliyor. Buna mukabil Başbakan, partisinin Meclis grubunda kameraların önünde cevap veriyor. Mâlum-u ilâmla geçiştiriyor. “Kimse terör ve kan üzerinde siyaset yapmasın” diyor; “bizim dönemimizde bölge kalkındığı için terör örgütü rahatsız” türü bildik beylik lâflarla politika yapıyor…

ABD İLE “İSTİHBARAT PAYLAŞIMI”

HİKÂYESİ

Genelkurmay İkinci Başkanının, karakolun 2007’de taşınmasına karar verildiği ancak “mâlî imkânsızlıklar” yüzünden taşınamadığı açıklamasına karşı, Maliye Bakanlığının kamuoyu önünde Genelkurmayın geçen seneki bütçeden 1.2 milyar YTL’ye dokunmadan iâde ettiği cevabı arasındaki çelişkisi bir yana...

Onca şehitten sonra, TOKİ Başkanının “Talimat bekliyoruz” demeciyle Başbakan’ın TOKİ’ye “talimat” verip daha yeni “güçlü karakolların inşası araştırması”nı başlatması çarpıklığı da bir yana…

Sıfır terörle Türkiye’yi devralan AKP siyasî iktidarının son altı yıldır terörle mücadeledeki yöntem yanlışlarının yanı sıra ABD ve İsrail’le “istihbarat paylaşımı ve işbirliği”nin çürüklüğü, hadiselerin her halinden okunuyor...

Şu hale bakın; ABD’nin işgal ve kontrolündeki Irak’tan gruplar halinde yüzlerce terörist ağır silâhlarıyla sınırdan 40 kilometre içeriye sızıyor. Günlerce ve gecelerce karakola hâkim tepelere ve bölgede konumlanıyor, silâhlarını konuşlandırıyor. Gün ortasında saldırıya geçiyor…

Peki nasıl olur da havan topu taşıyan bu yüzlerce terörist güruhu Amerikan uzay araçları, keşif uçakları ve İsrail’den yüz binlerce dolara satın alınan insansız casus uçağı Heronlar tespit etmedi, edemedi? Gerçekten merak konusu…

Belli ki Oval Ofis’te Bush’un Erdoğan ve Gül’e verdiği vaade rağmen ABD ve İsrail, bile bile bu istihbaratı Türkiye’ye vermemiş. Belli ki iki ülkenin Genelkurmay İkinci Başkanları arasında kurulan kırmızı telefonlar süs olarak masalarda kalmış. Belli ki “istihbarat paylaşımı işbirliği” yapılan bu ülkelerin bilgisi ve himayesiyle teröristler kalabalık gruplar halinde Türkiye topraklarına sızmış…

İstihbarat, Emniyet ve Askerî İstihbarattan oluşan “üçlü istihbarat”a rağmen karakolların göz göre göre basılması, bu acı gerçeği açığa çıkarıyor...

Kısacası bu durum, bir yandan, karda kışta eksi 30 derecenin altındaki dondurucu soğukta günlerce süren bombardımanın Kandil’in eteklerini, bomboş kampları, dağı taşı bombalamaktan başka bir işe yaramadığını gösteriyor. Diğer yandan, Yahudi lobisi güdümündeki Bush ve Neoconların, “PKK terör örgütüdür, Türkiye’nin terör mücadelesini destekliyoruz” sözlerini lâfta bırakıyor…

PLÂN, BÖLGEDE SAVAŞ ÇIKARTMAK…

Her defasında olduğu gibi iş işten geçince Amerikan Dışişleri Bakanlığı sözcüleri, işgalci conilerin Türkiye’nin terörle mücadelesine destek verdiği mavalını okuyorlar.

Erbil’deki “yerel yönetim,” lâf olsun diye PKK’nın bölgeyi terk etmesi hikâyesini tekrarlıyor. Talabani, Türk yetkililerle sürekli temasta olduğunu söyleyip tıpkı Washington’daki ağababaları gibi “şirinlik” gösterisiyle oyalıyor.

Ne yazık ki bütün bunlar, daha bir hafta önce Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyaret ettiği Amerika’da, “Washington’un Bağdat’taki adamı” Talabani’ye “dostluk mesajları” yollamasının ardından yaşanıyor.

Ve en vahimi, hükümetin dış politikadaki “teslimiyet”çiliğiyle Türkiye’nin elinin kolunun bağlanması. “Kapatma dâvâsı”ndaki “kapatılmama kararı”yla içte “teslim” alınan AKP siyasî iktidarının, dış politikada “küresel güçlerin” kıskacına alınması.

Ekonomide IMF ve “uluslararası sermaye”ye teslim olması. Küresel kriz dalgasından gelen yeni bir kriz korkusuyla siyasî iktidara boyun eğdirilmesi. PKK terör örgütünün siyasallaştırılması için Ankara’nın masaya oturmaya zorlanması…

Neticede son PKK saldırısı üzerindeki muammalar, gazeteci Hüsnü Mahli’nin tespitlerini doğruluyor: Sömürü ve savaşlarla beslenen ABD, Arap ve Müslüman ülkeleri İsrail ve Yahudi lobileri adına İran’a saldırtamayınca, ne pahasına olursa olsun Ortadoğu coğrafyasında bir savaş çıkartmak; ve bu savaşa petrol zengini Arap ülkeleri ile İran’ı bulaştırıp çatıştırmak…

İsrail’in silâhlandırılmasında ve PKK’nin palazlandırılıp saldırılmasında bu amaç var. Plân, Osmanlının bâkiyesi Türkiye’yi ve Müslüman komşu ülkeleri birbirleriyle savaştırmak…

Fitne ve ifna politikası bu. Ankara bu tezgâha gelmemeli…

09.10.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Burs’ şartlarına bakar mısınız?



Bir yandan kriz, bir yandan da terör belasıyla mücadele ederken; hayat da devam ediyor. Terör saldırısı sonrası yapılan yorumlarda, benzer saldırıların tekrarlanmaması için ihmâli olan sorumlulara hesap sorulması gerektiği ifade edildi. Şimdiye kadar böyle talepler dile getirilmemişti. Kim bilir, belki de bu yüzden terör azgınlaşıp devam etti ve bu günlere kadar gelindi.

Terör ve ekonomik kriz elbette çok önemli konular. Bu konuların tartışılması devam edecek. Öte yandan hayat devam ediyor ve meselâ üniversiteler eğitim yılına başladı. Dolayısı ile öğrencilerin de onlarca, belki de yüzlerce problemi var. Geçmiş yıllara nisbetle; barınma ve ‘burs’ konusunda kolaylıklar sağlanmakla birlikte her şeyin halledildiğini de düşünmemek lâzım.

Aslında, eğitime yapılan yatırım ve yardımların en kalıcı yatırım ve yardımlar olduğunu görmek lâzım. Mensup olmakla övündüğümüz İslâm dini de talebeye her türlü yardımı teşvik etmiştir. Ailesi zengin bile olsa talebeye ‘zekât’ verilebilmesi de bundandır.

Peki, öğrencilere gereken yardımı yapabiliyor muyuz? Bu soruya gönül huzuruyla ‘evet’ demek zor. Çok sayıda öğrenci, maddî imkânsızlık sebebiyle arzu ettikleri eğitimi alamıyor. Bazı vakıf ve dernekler belli şartlara göre öğrencilere burs veriyor. Fakat bilhassa 28 Şubat sonrası yapılan aleyhte propaganda sebebiyle bu bursların temininde ciddî daralmalar oldu. Evi barkı olmayan öğrencilere sahip çıkmak, onlara eğitim yardımı yapmak, barınmalarını temin etmek ‘suç’ addedildi. Hâliyle bunun için kurulan çeşitli vakıf ve dernekler de arzu ettikleri kadar yardım temin edip muhtaç öğrencilere ulaştıramadı.

Geçen gün, aylık bir derginin ‘ek’ olarak hazırladığı ‘Burs Rehberi’ni incelerken bazı noktalar dikkatimizi çekti. Bu rehberde, burs veren vakıf ve derneklerin bir kısmı sıralanmış. En başta ‘burs’ların sadece üniversite öğrencilerine veriliyor olması da bir eksiklik. İlk ve orta öğretimde desteklenmeyen ‘fakir’ öğrenciler nasıl olup da üniversiteye girebilecek?

Bu konuda ‘mütedeyyin’ dernek ve vakıfların da kabahati olsa gerek. Son yıllarda sermayenin el değiştirdiğinden bahsediliyor. Peki değişen bu sermayeden ne kadarı eğitime, ‘burs’lara aktarılıyor?

Bazı vakıfların burs vermek için ileri sürdükleri şartlar da çok garip. Örnek olması bakımından birini aktaralım: “Hazırlık ve birinci sınıf haricindeki öğrencilere verilen burslar için sağlıklı, derslerinde başarılı ve devletin demokratik, hür, çağdaş ve laik düzenini içtenlikle benimsemiş olmak gekeriyor. Burslar için seçim okul idarelerince yapılıyor. Burs almak isteyen öğrencilerin kendi fakültelerinin dekanlığına veya okul müdürlüğüne başvurmaları gerekiyor.” (Genç dergisi, Burs Rehberi eki, Ekim 2008)

Şunu merak ediyorum: “Çağdaş ve laik düzeni içtenlikle benimsemiş olmak” nasıl ölçülecek? Bunun için ‘beyan’ asıl mı kabul edilecek, yoksa “Batı Çalışma Gurubu” benzeri kuruluşların ‘rapor’larına mı güvenilecek?

“Onlar”ı bir kenara bırakalım, biz bu konuda üzerimize düşeni hakkıyla yapıyor muyuz? Eğitime ve öğrenciye yardımı ne zaman ‘listenin başı’na alacağız?

09.10.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Sorgulamaya devam



Terörle mücadele gibi çok hassas ve kritik bir konuda bile yavaş yavaş da olsa sorgulayıcı bir yaklaşım gelişmeye başladı, ama bu tavrın sonuç alıcı noktaya gelebilmesi için aşılması gereken daha hayli yol var.

Aktütün saldırısı sonrasındaki tartışma ve eleştiriler, bu yolda kayda değer bir mesafenin alındığını gösteriyor, ancak yine de yeterli değil.

Yeterli olabilmesi için, yapılan resmî açıklamaların gündeme getirdiği yeni suallerin de yüksek sesle sorulup cevaplarının kararlı bir şekilde takip edilmesi ve bu takibin tatminkâr neticeler alınıncaya kadar sürdürülmesi gerekiyor.

Bu sürecin seyrini izlemek açısından somut bir örnek olarak söz gelişi Hürriyet gazetesinin tavır alışlarını yakın takip altında tutmak lâzım.

Bu gazetenin Aktütün olayını verirken kullandığı sürmanşet, eleştirel bir mesaj yüklüydü:

“Güpegündüz 15 şehit...”

Ancak bu sorgulayıcı yaklaşım, ertesi gün yerini resmî Genelkurmay açıklamalarına dümen kıran bir manevrayla, farklı bir tavra terk etti:

“Bayraktepe destanı...”

Elbette ki, terör saldırısına karşı iman dolu göğüslerini siper edip kahramanca mücadele ederken şehit düşen askerlerimizin yazdığı destan yüceltilsin. Ama bu, olayın arkaplanında var olduğundan kuşkulanılan vahim ihmal ve kusurları örtmek için kullanılmasın.

Söz gelişi, “Saldırıya uğrayan sınır bölüğünün başında üst rütbeli komutan olarak kim vardı? Bir gün önceki gazetelerin iç sayfalarında ‘Karakola saldırı: bir asker yaralı’ başlıklarıyla tek sütunluk ufak bir haber olarak duyurulan saldırının, ertesi gün bu boyutlara ulaşmasının gerisinde neler yatıyor?” gibi suallerin de cevabı mutlaka verilsin.

Aynı şekilde, diğer soruların da:

* Orduevlerinden, askerî tatil kamplarından, golf sahalarından, milyar dolarlık silâh ve teçhizat alımlarından esirgenmeyen kaynaklar, defalarca saldırıya uğramış ve onlarca şehit verdiğimiz sınır karakollarının yenilenip daha güvenli yerlere taşınması söz konusu olduğunda niye bir anda ortadan kayboldu?

* Son Kuzey Irak harekâtının ardından en yetkili ağız bölgede teröristlerin cirit attığı yerlerin BBG evi gibi her an gözetlendiğini açıklamışken, Aktütün karakoluna saldıran kalabalık terörist grubun niye fark edilemediğine dair izahlar ne ölçüde tatmin edici?

* Ortaya çıkan nihaî tablo ile “Olayda istihbarat zaafı yok ve ABD’nin istihbarat desteği mükemmel bir şekilde sürüyor” açıklamaları arasındaki derin çelişkinin içinden çıkılabilir mi?

* Askerlerimizin kendilerine emanet edilen vatan toprağını ve mevziyi teröristlere teslim etmemek için kelle koltukta mücadele ettiği ve 17’sinin bu uğurda şehit düştüğü saatlerde, bazı üst düzey komutanların tatil beldelerinde golf oyunlarıyla zaman geçirip gönül eğlendirmelerinin bir izahı var mı?

Ve cevap bekleyen daha birçok soru...

Bunları sadece birilerinin bir kez sorması yetmiyor. Cevap ve sonuç alabilmek için hep bir ağızdan, kararlılıkla sormaya devam etmek ve netice almadan peşini bırakmamak gerekiyor.

Aksi takdirde, sorumsuz, lâyüs’el, burnundan kıl aldırmayan ve “hem suçlu, hem güçlü” deyişine tam mâsadak olduğunu şimdiye kadarki tavırlarıyla defalarca sergilemiş olan zihniyet, hiçbir şey olmamış gibi, istifini bile bozmadan eski alışkanlıklarını aynen devam ettirir. Ve bununla kalmayıp, kendisi hesap sorma ve dahası olmadık yeni taleplerde bulunma cür’et ve cesaretini sergileyebilir.

Nitekim öyle de olduğu görülüyor.

Yukarıda bir kısmı sıralanan soruları cevaplamak durumunda olanların, hiç oralı olmayıp, Aktütün olayının ardından adı konulmamış bir OHAL’e dönüş talebini ısrarla gündeme taşımalarının başka izahı var mı?

Üstelik askerî darbe dönemlerinde üretilip azdırılan terör belâsını yok etme gerekçesiyle yıllarca devam ettirilen sıkıyönetim-OHAL uygulamalarının, olağanüstü yetkilerin, terörü bitirmek şöyle dursun, daha da tırmandırdığı gerçeği gözler önünde iken...

Bu durumu değiştirmenin, yapıcı sorgulamayı kararlılıkla sürdürmekten başka bir yolu yok.

09.10.2008

E-Posta: [email protected]




Atike ÖZER

Ana kucağından asker ocağına



Biz, şehidi bol bir milletiz..

Allah yolunu takip edenlerin düşmanı çok olmuştur. Bu da iman-küfür mücadelesinin imtihan sırlarındandır..

Bugün de şehit vermeye devam ediyoruz.

“Allah yolunda öldürülenlere ölüler” demeyin. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.” (Bakara Sûresi, âyet: 154.)

Şehit, Allah yolunda cihad ederken öldürülen insandır. Yüce Allah, kendi yolunda çalışırken canını feda eden insanlara “ölü” denilmesini istemiyor. Onların, esma-i hüsnadan olan güzel isminden “şehit” ismiyle anılmasını istiyor. Allahü Teâlâ ölümsüzdür. Şehit de ebediyete ulaşan insandır.

“Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm

Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm.”

Allah”ın güzel isimlerinden olan “şehit,” “şahit olan” anlamında.

Peki, şehit neye şahit?

............

Ne mutlu ölümlerin en yücesi ve en şereflisi olan şehidlik mertebesine ulaşarak bu dünyadan gidenlere...

Ne mutlu şehadet şerbetini içen evlât sahibi o mübarek analara!

Şehit analarının en büyük ve en teskin edici tesellileri, vatan ve millet için ölümlerin en yücesi, en şereflisi ile toprağın kucağına düşmüş bir evlât anası olmaktır..

Haince katledilmiş olan evlâtlarının hiç bitmeyecek olan yürek acılarını ve özlemlerini dindirecek müjdelerle, geri kalan hayatlarını devam ettirecek olan annelerimizin başı sağolsun... Ana kucağından asker ocağına uğurladıkları evlatlarını, toprağın kucağına bırakan analarımıza müjdeler olsun...

Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler, Allah’ın lütfundan kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde, Rableri katında rızıklandırılırlar. Arkalarından gelecek olanlara şunu müjdelemek isterler: Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmezler. Allah´tan bir nimeti ve lütfu ve Allah’ın mü´minlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelemek isterler” (Al-i İmran Sûresi, 169-171.). Ümmetimden kıyamet kopuncaya kadar hak üzere savaşan bir grup devamlı bulunacaktır. Ne onları yardımsız bırakanlar onlara zarar verebilir, ne de muhalefet edenler” (Buhari, 61/27.).

Bu bir ayrıcalıktır. Bu imtiyaz o analara yeter.. Diğer analar, gerek dünyada gerek ahirette şehid analarına gıpta ile bakacaklardır.

............

Artık bu dönemde yavrularını askere gönderen hemen her annenin aklına bu elim olay geliveriyordur. Hatta daha askerlik yaşına gelmemiş erkek evlât anneleri de daha şimdiden düşünüyorlardır! Benim oğlum da acaba...

Tesellisi zor olan bu acılı analara sabır dilerken, ebedî hayat kazanan şehitlerimiz için de el-fatiha diyelim...

09.10.2008

E-Posta:




Mustafa ÖZCAN

Meşruiyet ile uzlaşma arasında



Bazıları Şia karşısında meşrûiyet çizgisi ile uzlaşma çizgisini birbirine karıştırıyorlar. Yaklaşım tutturamıyorlar. Geniş fezada uzlaşma arayışı hiçbir zaman karşı kutba meşrûiyet vermez. Uzlaşma veya mukabakat teorik değil, pratik bir meseledir. Hakikatler üzerinden zıplayarak ve atlayarak uzlaşma sağlanamaz. Geleneksel olarak Şia’nın Sünnileri etkilediği hususların başında Ehl-i beyt meselesini sahiplenmesi geliyordu. Geleneksel Şii dailiği propagandasında bu esasa istinat ediyordu. Halbuki ‘Aleviler’ adına yapılan kalkışmalarda Malik Eşter ve oğlunun haberlerini izlediğinizde Alevilik adına nasıl bir pratiğin ve istismarın geliştiğini görebiliyoruz. Haklı bir dâvânın haklılığını kaybettiğinde nasıl kendi paralı ve profesyonel askerlerini ürettiğini görebiliyoruz. Bundan dolayı Şiilik adına yapılan kalkışmalar yıpratıcı olmuş, ama düzen kurucu olamamıştır. Çünkü tez değil karşı tezdir. Karşı tez olmaya başladığınızda da idealizm noktasını aşıyorsunuz. Ali sevgisi için değil bütün mücadeleniz Ömer buğzu namına ve hesabına geçiyor.

Günümüzde ise propaganda mekanizmasının sikleti, Ehl-i beyt noktasından siyaset alanına kaymıştır. Bu noktada Şia, doğrudan yapamadığı Şii propagandasını Hizbullah ve eylemleri üzerinden pratize etmektedir. Hizbullah İsrail’e mücadeleden ziyade Sünni dünyaya yönelik propaganda mekanizmasından başka bir şey değildir. Siyasî bir maskedir. Öyle ki, Amerikalılar Sünni ülkeleri işgal ediyor. Sünni ülkeler ABD’ye düşmanlıkta ileri gidiyor, ama nasıl oluyorsa parsayı hep İran topluyor. İmad Muğniye’nin eğittiği Mehdi Ordusu’nun ölüm mangaları Irak genelinde Amerikalılarla kardeş kardeş geçinirken veya birbirini görmezken Sünnilere yönelik kimlik katliamı yapmaktaydı. Yine Nasrallah’a özenen gel-git Mukteda sıkıştığında İran yerine daha ziyade Lübnan’a sıvışıyor ve burada Hizbullah tarafından ağırlanıyordu. Dolayısıyla Irak’ta Lübnan’da farklı rolleri çok başarılı bir şekilde icra ediyorlar. Ama Beyrut saldırısıyla birlikte süngüleri ebediyen düşmüştür. Sözde Amerikan dostu Sünni yönetimler ve rejimler bozgundan bozguna uğruyor. Nal topluyorlar. Hizb-i İran ise işbirliği yaptığı ve ‘direndiği’ her yerde kazanıyor! Burada bir çelişki ve hesap hatası yok mu? Amerikan dostu Pakistan’da Amerikan düşmanlığı had safhaya ulaşmışken Amerika düşmanı İran’da halkın kahiri ekserisi Amerikan dostudur! Nasıl oluyor? En azından devlet Amerikan düşmanlığı yaparken Şii kitlelerin Sünni kitleler gibi Amerikan düşmanlığıyla bir alıp veremediğinin olmadığı görülüyor. Dolayısıyla Şii kitlelerin Amerikan düşmanlığıyla bir alakası yok. Sadece rejimlerinin siyasî hesapları var. Bundan dolayı Bernard Lewis Idrak’ı tahlil ederken aynen bir Hizb-i İran mensubu gibi analiz yapıyor. O ve Şimon Peres milliyetçi İran halkına selâm çakıyor (Q&A: Bernard Lewis on İslam’s crisis, september 20. 2008). Peki İran rejimi hangi halk namına çalışıyor?

Ehl-i beyt istismarından sonra siyasî istismar üzerinden Sünni kitleleri ayartma dürtüleri karşısında uyanık olmak gerekiyor. Elbette bu hususta duyarlı olurken diğer taraftan da Sünni aydınların ve liderlerin Batılılaşma temayülünü aşmaları gerekiyor. Batılılaşan Sünni kadrolar ve fasit yöneticiler daima Hizb-i İran ve teşeyyü dalgaları ve benzerleri karşısında savunmasızdır ve yenilgiye mahkumdur. Beyrut’ta olduğu gibi. Dolayısıyla projesiz ve programsız bir mukabele mümkün değildir. Bunun için Ehl-i beyt meselesinde ve siyasî meselede Sünni dünya eksikliklerini gidermeli ve boşlukları doldurmalıdır.

***

Fedakârlık karşısında hedonizm bir hiçtir. Bununla birlikte bu saydığımız eksiklikler karşı tarafın avantajı olsa bile haklılık ve meşruiyet kaynağı değildir. Bir şey kendi içinde tutarlı veya haklı olur veya olmaz. Her sistemin meşruiyetini kendi doğrularından alır. Başkalarının yanlışlarından veya eksiklerinden almaz. Sünnilerin zafiyeti Şiilerin gücü olabilir, ama onların haklılığını ispat etmez. Meşruiyet çizgisi iç etkenlere bağlıdır. Dış etkenler meşruiyet sağlamaz. Cenab- Hak tarihte nice ehl-i hak ve hakikat ehlini zalimlerle terbiye etmiştir. Bu itibarla, takrip meselesi veya diyalog meselesi hiçbir şekilde teşeyyünün zemini olarak görülemez ve görülmesine müsaade edilemez. Uzlaşma çizgisi meşruiyet çizgisi olamaz. Bu bağlamda, Şiiler örümcek evinden daha zayıf olan Mahmut Şeltüt’ün fetvasından medet umuyorlar ve bunu meşruiyetlerine gerekçe olarak takdim ediyorlar. Burada Şeltüt, İbaziye ve Zeydiye mezhebi gibi mezheplerle birlikte sadece İsna Aşeriyye’nin Caferiyye olarak da anılan fıkhi kolunu taabbüdle sınırlı olarak geçerli saymıştır. Onun akaid ve usulünü geçerli saymamıştır. Fıkhî tarafını da kayıtlı yani sınırlı ve sorumlu bir şekilde geçerli saymıştır. Yani mutlak anlamda değil. Bunu uzlaşma adına yapmıştır. Bununla birlikte Şeltüt kesinlikle Şia mezhebinin bir rüknü olan mut’a nikâhına cevaz vermemiştir. Aksine kat’i haramlılığı noktasında diğer Ehl-i sünnet âlimleriyle tam tamına mutabıktır. Zaten benzeri nedenlerden dolayı Hanefi Müftüsü Muhammed Haseneyn Mahluf, Şeltüt’e itiraz etmiş ve mut’a nikâhı ve benzeri nedenlerden dolayı Caferiye mezhebinin meşrûiyetine kail olunamayacağını dile getirmiştir. Yani Şeltüt’ün Şii mezhebine göre taabbüde cevaz vermesi Şii mezhebini bütün yönleriyle; usul ve furuusuyla benimsediği veya meşru gördüğü anlamına gelmemektedir. Bu husus iltibasa yer vermeyecek kadar sarih ve açıktır. Bediüzzaman’ın Cevşen duasına sahip çıkması veya Hasan el Benna’nın Şii alimleriyle takrib konusunda mutabakata varması da fer’î bir mesele veya dönemin şartlarıyla alakalı bir durumdur. Hasan el Benna, Said Havva’nın yerinde olsaydı muhakkak ki aynı tutumu gösterirdi. Said Havva da Hasan el Benna’nın yerinde olsaydı o günün behrinde belki de aynı tavrı gösterirdi. Bu bağlamda meşruiyet çizgisi başka uzlaşma çizgisi daha başkadır. Bundan dolayı birisi uzlaşma adına diğeri siyasi nedenlerle (Mehdi Akif gibi) onlar üzerinden ehl-i bidat fırkası vasfını kaldırıyor. Ne hakla? İkisini birbirine karıştırmak ya cahillerin ya ahmakların ve ya da yapıcılık adına yıkıcıların, birlik adına tefrikacıların yolu ve yöntemidir. Bu açıdan Hasan el Benna’nın bu ihtilafta çizgisini onun resmi halefi olan Muhammed Mehdi Akif değil Yusuf Kardavi temsil etmektedir. Zaten Akif de Şia’yı tamamen akladığı Ed Dustur gazetesindeki konuşmasında takrip ve diyalog konularında Yusuf Kardavi’nin kendileri gibi düşündüğünü ikrar etmektedir.

Burada yine başka bir yanlış, yöntemle sonucu birbirine karıştırmaktır. Eğer uygulanan yöntem amacına ulaşmıyorsa başka bir amaca ulaşıyorsa kullanılan yöntem bu seken amacı meşrûlaştırmaz. Yani takrib, takiyye ve siyasi tavlama üzerinden yakınlaşma yerine teşeyyü üretiyorsa bundan tavakkuf edilir. Çünkü hile şartlardaki eşitliliği ortadan kaldırmaktadır. Zira iyi niyete istismar bulaşmıştır. Bu durumda, yöntem istismara konu olduğu için talik edilir. Zaten Yusuf Kardavi de bunu savunmakta ve teşeyyü varken takribin ve diyaloğun olmayacağını söylemektedir. Aynen Bediüzzaman’ın dediği gibi mütecaviz ve haddi aşan tavırlar karşısında ikna yöntemi geçerli olamaz. Aksi takdirde, aç ayıya tahabbüb göstermek gibi olur ki, ancak bu aç ayının iştahını kamçılar. Tecavüze karşı yöntem caydırıcı tedbirlerdir. Bu bakımdan Ezher Şeyhi Seyyid Tantavi ve Suud Müftüsü Abdulaziz Al-i Şeyh’in tutumları ilkesel değil, siyasî ve pragmatiktir. Al-i Şeyh müfrit bir makamdan Tantavi de tefrit makamından seslendirdiği konuşmasına rağmen aynı noktaya varmaları ilginç değil midir? Bunda hakikatin payı mı yoksa İran’ın gücü ve bu gücü dikkate alan yönetimlerin etkisi mi var? Dolayısıyla hiç bir resmi ciheti temsil etmediği için Kardavi’nin tavrı hem daha samimi ve hem daha gerçekçidir ve tamamen doğruları yansıtmaktadır. Abdulaziz Al- Şeyh ve Seyyid Tantavi’nin Şii-Sünni alimler arasında sical/bitmeyen tartışmalara gerek olmadığını ve buna bir son verilmesini istemeleri şayan-ı hayrettir. Kardavi’nin söyledikleri gerçekse o taktirde sonuç alıncaya kadar sical devam etmelidir. Ancak böyle bir tehlike mevzubahis değilse sicale son verilebilir. Suud ve Mısır’ın resmî kurumlarından gelen bu muvazaalı açıklamalar Fadlallah’ın çok hoşuna gitmiş ve tebrikler yağdırıyor. ‘Gücümüz birliğimizde yatar’ diyor ve öyleyse biz de kendisine soruyoruz: Azınlık olarak yüzyıllardan çoğunluğa niye tabi olmamışlar da kâh Osmanlı’yı, kâh başkalarını küffar karşısında zayıflatmışlardır? Uzlaşma isteyen Fadlallah Şeltüt’ün fetvasını hatırlıyor, ama Ahmet Mansur veya Osman Osman sorduğunda ‘Size göre de Sünni mezheplerle amel edilebilir mi?’ sorusunu kaç defa taça göndermişti! Siz karşı tarafı tekfirciler diyeceksiniz ve sonra da gizliden gizliye tekfire devam edeceksiniz. Sünnî fıkhi ekolleri kendilerine musavi ve eşit görmeyenler aynı mezheplerin mensuplarından kendilerini meşrû addetmelerini istiyorlar? Ne yaman çelişki ve istismar! Ne zaman birbirimizi kandırmaktan vazgeçersek o zaman birlik yoluna sülûk etmiş oluruz. Birlik dürüstlükten geçer… Kardavi’nin ve Buti gibilerinin dediği gibi birliğin önündeki en büyük engel takiyyedir. Bu da Şia’nın en büyük usullerindendir.

09.10.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır