Askerliğimiz sırasında hemen her gün uygun adım yürüyüşlerde kullandığımız sloganlardı: “Her Türk, asker doğar.” “Vatan sana canım feda.” Çocukluğumuzdan beri belleklerimize kazınan, askerliğimiz esnasında dillerimize pelesenk ettirilen bu tür sloganlar ülkemizin sınırlarından süzülerek gerçekleştirilen haince saldırıları durdurmaya, artık kanıksamaya başladığımız şehit haberlerine bir son vermeye yetebilseydi keşke.
Her ne kadar kanıksadığımızı sansak da, Aktütün’e gerçekleştirilen son saldırı ciğerlerimizi dağlamaya yetti. ABD ile yapılan ortak istihbarat anlaşmasıyla birlikte Kuzey Irak’a yapılan kara harekâtından sonra artık bu bölgenin BBG evine döndüğüne inandırılmıştık. Terör örgütünün belinin kırıldığını ve Dağlıca gibi geniş kapsamlı bir saldırının bundan sonra gerçekleştirilemeyeceğini düşünüyorduk. Şimdi, kamuoyunun bunlara inandırıldığı bir zamanda gerçekleşen, on beş fidanımızı daha şehit verdiğimiz son saldırıyı nasıl okumalıyız?
Şüphesiz bu mesele bu güne kadar birçok yönüyle tartışılmıştır. “Ulus-devlet, milliyetçilik, Kuzey Irak, terör, eğitim, din” gibi farklı konular etrafında düğümlenen bu tartışmalardan bir çözüm üretilememiş midir? Ya da birçok meselede olduğu gibi, resmî laiklik ve milliyetçilik anlayışı, katı devletçi yaklaşımlar çözüm tekliflerinin görmezden gelinmesine mi yol açmıştır? Hâlâ kan akmaya-anaların yürekleri yanmaya devam ediyorsa, tekrar başa dönüldüğü zannı yürekleri kemiriyorsa, şu soruları tekrar be tekrar sormak gerekir.
1- Meseleyi “Kürt sorunu” olarak etnik tartışmalar üzerinden tanımlamak ve Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış Kürtleri bu sorunun bir parçası haline getirmek meselenin çözümüne nasıl bir katkı sağlayacaktır?
2- Başta hükümet ve genelkurmay olmak üzere sorumlu kurumlar, meselenin tarihî derinliğine ilişkin herhangi bir fikre sahip midirler? Meselâ Yavuz Sultan Selim’in bölge ile ilgili tasarruflarından, İdris-i Bitlisi’den, Türk-Kürt kaynaşmasının tarihî derinliğinden haberdar mıdırlar?
3- Asker-siyaset ayrımını iyi yapamayan ya da bunların iç içe girmesinde bir beis görmeyen anlayışın her iki kanadın da aslî görevlerini yerine hakkıyla getirememe gibi temel bir problemi ortaya çıkardığı göz önünde tutulursa, kurmaca bir irtica sendromunun, gereksiz laik-anti laik geriliminin dindar bölge insanının zihninde canlandırdığı fotoğrafa ve bu fotoğrafın hain ellerce nasıl kullanıldığına dair her iki cenah bir fikir yürütebilmekte midir?
4- Bölgenin geri kalmışlığının üzerine tuz biber gibi ekilen insan hakları ihlâllerinin katı devletçi yaklaşımlardan sıyrılarak nasıl durdurulacağı hakkında bu ülkeyi yönetenler kafa yormakta mıdırlar?
5- Meselenin çözümünden birinci derecede sorumlu olanlar, Bediüzzaman’ın tam yüz bir sene önce bölgenin problemlerine dikkat çekmek için İstanbul’a geldiğinden, etnik tartışmaların önünü “İslâmiyet milliyeti”ni vurgulayarak önleme çabalarından, sıkça vurguladığı “kardeşlik” temasından, meselenin özünü teşkil eden din ve eğitimle ilgili projelerinden haberdar mıdırlar?
6- Bu problemin ortaya çıkış sürecindeki kırılma noktaları nelerdir? Cumhuriyet’in başından beri bölgeyle ilgili problemlerin aşılamamasının genel olarak nedenleri nelerdir? Resmî bir politika olarak din yerine milliyet olgusunun ikame edilmeye çalışılmasının sonuçları nasıl olmuştur? Dinî ve kültürel değerlere sahip çıkmadan devlet millet kucaklaşması nasıl gerçekleştirilecektir?
Sorduğumuz bu sorulara ikna edici cevaplar verilmediği, cevapların işaret ettiği alanlarda çözüme yönelik samimî adımlar atılmadığı sürece çözümsüzlük uzayıp gidecektir. Sorumluların “BBG Evi” kolaycılığı ile meselenin çözülemeyeceğini anlamış olmalarını temenni ederim.
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|