Cüneyd-i Bağdâdî’nin talebesi Samarra’da ömür süren büyük Allah dostu İmam-ı Şiblî (861-945) Hazretleri söz ve davranışlarıyla sevgi kutbu olmuş, halkın gönlünde taht kurmuştu. Hatta onu diğer din mensupları bile severdi.
Birgün Malikî mezhebinin büyük âlimlerinden olan bu büyük imam hastalanmıştı. Hükümdar ona uzman bir Hıristiyan doktor gönderdi. Doktor muayene etti ve yüzü ekşidi. Üzülerek de olsa sonucu söylemek zorunda kaldı. “Muhterem hocam, mümkün olsa sizin sıhhate kavuşmanız için kulağını kes deseler keserdim, gözünü çıkar at deseler çıkarıp atardım. Ne yazık ki tıp ilmince yapabileceğim birşey yok.”
Şiblî Hazretleri, “Yani şimdi sen bu fedâkârlıkları yapacak; kulağını kesip gözünü çıkarıp atacak kadar beni seviyorsun öyle mi?” diye sordu. “Tabiî hocam,” dedi doktor. “Gerçekten beni seviyorsan bunca fedâkârlığa gerek yok. Sana bu kadar zorlanmadan kolayca yapabileceğin bir şeyi söylesem yapar mısın?”
“Elbette” dedi Hıristiyan doktor. İmam-ı Şiblî’nin cevabı oldukça ilginçti: “Müslüman olsan beni her şeyden çok sevindirirsin.”
Kartlaşmış insanlar için oldukça zordu bu teklif. Ama Şiblî Hazretlerini gönülden seven böylesine samimî bir Hıristiyan için bu o kadar da imkânsız değildi. “Tamam hocam,” dedi ve Kelime-i Şehadet getirip Müslüman oldu.
Öncede ayağa kalkamayan Şiblî Hazretleri onun Müslüman olduğunu görünce hemen canlandı, ayağa kalktı. Hiçbir rahatsızlığı kalmamıştı. Bir insanın hidayete kavuşması onun bütün dertlerine merhem olmuştu. Yeniden muâyene ettiğinde gerçekten hiçbir rahatsızlığı kalmadığını gören doktor sevinçlere gark olmuştu.
Merhum Zübeyir Gündüzalp’in dikkat çektiği gibi bir kimsenin dinsiz oluşu haberi karşısında kalp atom zerrâtı adedince paramparça olduğu gibi iman edişi karşısında da böylesine dertlerini, hastalıklarını unutturacak, hatta o dertlerden kurtaracak derecede mutlu edebiliyordu insanı.
Başta Resûl-i Ekrem (asm) olmak üzere İslâm büyükleri insanların öncelikle hep ebedî hayatlarının kurtulması için didinmişlerdi. Çünkü iman ebedî saadetin anahtarıydı. O olmadan gerçek anlamda dünya saadeti de olmazdı.
Hasta bir Yahudi çocuğunu ziyarete giden Allah Resûlünün (asm), ölüm ânındaki çocuğu imana dâvet etmesi de böyle değil mi? Çocuk babasına bakmış, babası iman edebileceğini söylemiş, çocuk da imana gelmişti. Allah Resûlü (asm) öylesine seçkin bir hayat sürmüştü ki, bu insaflı Yahudi de oğluna dâvete icabet etmesi için olur veriyordu. Kimbilir Allah Resûlü (asm) buna ne kadar sevinmişti.
Demek hedef dünya ve ahiret saadetinin temel taşı olan imanları kurtarmak. Bir o kadar da örnek bir hayat sergilemek. Çünkü lisan-ı hâl, lisan-ı kalden daha tesirlidir.
07.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|